‘İkinci cumhuriyet’ kuruldu mu?

Otokratlar ile demokratlar arasındaki kaçınılmaz görünen mücadelede demokratların üstün gelmesinin kilit noktası, seçkincilikten, pimpiriklikten ve annemin deyimiyle ‘armudun sapı var üzümün çöpü var’cılıktan kaçınarak, tüm demokratların birleşmesi. 2. cumhuriyet sonrasında daha demokrat olma adına 3. cumhuriyete mi geçileceği yoksa 1. cumhuriyete geri mi dönüleceği ise şu an için fazla lüks bir tartışma.

Google Haberlere Abone ol

Ali D. Ulusoy*

Cumhuriyeti numaralandırma aslında bir Fransız geleneği. Fransızlar her köklü anayasa ve rejim değişikliğinde cumhuriyete ayrı bir numara veriyorlar. Örneğin parlamenter sistem olan 1946-58 arası döneme 4. cumhuriyet; yarı başkanlığa geçilen 1958’den günümüze kadar olan döneme 5. cumhuriyet deniyor.

Bizde de 2000’lerin başında bazı liberaller, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti biraz fazla “demode” yani “devletçi” ve merkeziyetçi bularak, yerine çok daha liberal ve ademi merkeziyetçi (hatta “federalist”) gıcır gıcır yeni seri numaralı bir cumhuriyet (ikinci cumhuriyet) kurmayı önermişlerdi.

DOĞUM SANCILARI: BİRİ ÖLÜ DOĞAN DİĞERİ KÜRTAJLA ALINAN İKİ DARBE

Bu arada biri Kemalist cenahtan geldiği iddia edilen ve sonradan çok büyük kısmı kumpas çıkan; diğeri, esinlendiği dinsel (Katolik) kökenli Tapınakçılar ve Opus Dei’nin ancak kötü kopyası olabilen ve değişik bir tür suç örgütü olduğu sonradan anlaşılan Fethullahçı yapıdan gelen iki ayrı darbe girişiminin doğurduğu hengame ve toz duman içinde, 2017 Referandumu ve Haziran 2018 Seçimleri ile bir de baktık ki siyasal İslamcılar liberallerin düşleyip de kuramadığı ikinci cumhuriyeti kuruyorlar.

Kemalist lafını, evrensel demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti değerlerini önemsemeyip katı laikçi, merkeziyetçi, Batı karşıtı ve 3. Dünyacı rejim hayal eden Mustafa Kemal taraftarları için kullanıyorum. Atatürkçü terimini ise modern demokratik değerlerle barışık ve sonuçta “çağdaş uygarlık seviyesinde” ve demokrasi yanlısı Mustafa Kemal taraftarları için.

Kamu hukuku ve siyaset bilimi açısından bakarsak, Haziran 2018 seçimleri sonrasında Türkiye’de Fransız tarzı yeni numaralandırma için yeterince köklü değişim ve bir tür rejim değişikliği oluştuğu söylenebilir. Yani “İkinci cumhuriyet kuruldu” demek yanlış olmaz. Örneğin başkanlık sisteminin kabul edilmesi, başkana yasamanın kanununa ihtiyaç olmadan kararnamelerle özerk bir düzenleme alanı tanınması, parlamentonun hükümeti iş başına getirme, düşürme, denetleme, erken seçim kararı alma gibi birçok yetkisinin başkan lehine kaldırılması veya kısıtlanması ve HSK’nın yeni yapısı ile yargının siyaset kontrolüne girmesinin daha da perçinlenmesi gibi.

Sonuçta önceki sistemde de parlamentoda rahat bir çoğunluğa sahip bir başbakan veya cumhurbaşkanı yürütme erkine tek başına hakim olup yasamayı da etkisiz kılabiliyordu. Ama önceki sistemde böyle bir başbakan veya cumhurbaşkanının yargı erkini şimdiki kadar kontrolüne alması mümkün olmadığı gibi; gerek yürütme içindeki diğer ‘baş’ın (başbakan veya cumhurbaşkanı) kısıtlı da olsa zaman zaman bir denge unsuru olabilmesi (Bkz. A. Gül), gerek parlamentonun elindeki sınırsız kanun yapma, yürütme kararnameleri için ‘yetki kanunu’, güvenoyu, gensoru ve erken seçim yetkileri mutlak bir ‘tek adam” yönetimi önündeki potansiyel engeller olarak görülebiliyordu.

Gelinen noktada ise liberallerin düşlediğinden farklı olarak, siyasal İslamcıların kurduğu ikinci cumhuriyet evrensel demokratik değerlere oldukça mesafeli duruyor. Çağdaş demokrasinin olmazsa olmazları olan ifade hürriyeti, yargı bağımsızlığı, hukuk güvenliği ve kanun önünde eşitlik gibi prensiplerden işine gelmeyenleri “yerlilik ve millilik” sosuyla kapatarak görmezden geliveriyor.

KURUCU 'BABALAR'

Bu yeni ikinci cumhuriyetin nüvesini siyasal İslamcılar oluşturuyor ama aslında bir tür ‘koalisyon’. Hem de bir araya gelmeleri çok sürpriz bir koalisyon. Diğer ortaklar, ülkücüler içinde ‘post’ ve sistemden nemalanma derdindeki bir kesim, oportünist İslamcı Kürtler ve 3. Dünyacı ve nostaljik Maocu otokrat bir ekip.

Koalisyonun taşıyıcı kolonu olan siyasal İslamcılar ise, İslamiyet’in yüce manevi değerlerini özümsemiş müslüman demokrat bir azınlık dışında, devlet iktidarının nimetlerinin yapay sarhoşluğunun etkisinden hala çıkamamış ve demokratik ilkeleri ayak bağı olarak gören milli görüş tabanının büyük kısmının desteğine sahip. Normalde birbirlerinden nefret etmeleri gereken bu dört uç kesimi bir araya getiren birleştirici ‘çimento’ ise Batı karşıtlığı.

İKİNCİ CUMHURİYET’İN ÖZELLİKLERİ

Bu yeni cumhuriyetin en önemli özelliklerinden biri, milli menfaatler ve devletin bekası kavramlarının gerek hukuk gerek siyasette normatif düzenin ve değerler manzumesinin en üst noktasına konulması. Hatta demokrasi kavramının bile üzerinde görülmesi. Daha doğrusu, milli menfaatler ile insan hakları gibi evrensel demokrasi normları arasında ebedi ve ezeli bir bağdaşmazlık bulunduğu ve bir araya gelemeyecekleri fikrinin kitlelere empoze edilmesi. Evrensel insan hakları normları uygulanırsa maazallah devlet çöküverecektir! Fransa, İngiltere, Almanya ve ABD gibi ülkeler nasıl oluyor da gerektiğinde hem pekala milli menfaatlerini koruyup hem de vatandaşlarını temel insan haklarından yararlandırıyorlar, kimse sormaya cesaret edemeyecektir nasıl olsa.

Sözü edilen bu otokrat unsurlar ile milli görüşçülerin başını çektiği bu ikinci cumhuriyetin ikinci önemli özelliği ise, ‘objektivite’nin eziklenip ‘sübjektivite’nin kutsanması. Prensipli ve tutarlı olmaya değil, kişiselliğe, adamına göre muameleye ve ‘o ana özgü’lüğe önem verilmesi. Kişiye bağımlı olmanın temel norm olması. Kimsenin objektif ve ilkeli olmayı dert edinmemesi.

Örneğin darbe girişimi gibi önemli bir konuda bile aynı kriterleri taşıyanlardan iktidar için önemli görülen siyasi veya idari mevkide olanlar veya lidere özel yakınlığı olanlara farklı, böyle bir ayrıcalığı bulunmayanlara farklı standartlar uygulanabiliyor. Terör örgütleriyle “iltisaklı” görülen yüz binden fazla kişiden ne kadarının gerçekten öyle, ne kadarının ise aslında rektörün, genel müdürün, yöneticinin kişisel husumeti nedeniyle fırsattan istifade oportünist kumpaslarla uçuruma iteklenmeye çalışıldığını henüz kimse bilmiyor. Fethullahçı savcı ve hakimlerin organize biçimde başlattığı, tutuklama kurumunun asli cezalandırma aracı olarak kullanılması uygulaması aynen devam ettiriliyor. Dış politikada kısa zaman dilimleri içinde aynı muhataplar için birbirine 180 derece ters uygulamalar yapılabiliyor. Kısa süre önce dost/düşman unsur olarak lanse edilenler ani bir kararla bir anda düşman/dost ilan edilebiliyor.

DEMOKRATLAR İLE BASKICILAR (OTOKRATLAR)

Sağcı-solcu, İslamcı-laik, Türk milliyetçisi-Kürt milliyetçisi, liberal-Atatürkçü ayırımları yerine artık gerçekte sadece iki siyasi kamp var ülkede; demokratlar ile otokratlar (baskıcılar).

Eski statüko anlamında sağcıların da, solcuların da, dindarların da, laiklerin (sekülerlerin) de, Türk milliyetçilerinin de, Kürt milliyetçilerinin de, Liberallerin de içlerinde demokrasiye inanmayan veya inanıyor gibi görünmekle beraber demokrasiyi özümseyememiş otokratlar (baskıcılar) da var; her ne olursa olsun son tahlilde yine de demokrasinin ve çağdaş dünyanın temel değerlerini benimsemiş demokratlar da.

Eskiden aynı dalga boyuna yakın durmaları hayal bile edilemeyen (demokrat) bir Kürt milliyetçisi ile (demokrat) bir Atatürkçü artık birbiriyle empati kurabiliyor örneğin. Tıpkı demokrat bir dindar ile demokrat bir sekülerin artık aralarındaki buzları eritmeyi başarabildiği gibi. Aynı şekilde ama tersinden, eskiden birbirlerinin semtinden bile geçmeyen otokrat (baskıcı) bir dindar ile otokrat (baskıcı) bir ulusalcı arasından bir de bakıyorsunuz artık su sızmıyor.

O halde önemli siyasi ve toplumsal meseleler karşısında ortak vicdani değerler ve tepkiler artık eski statükonun kemikleşmiş klikleri bazında değil, demokratlık ya da baskıcılık (otokratlık) bazında yeknesaklaşıyor ve benzeşiyor. Eski kimliklerin birbirlerine karşı olan mekanikleşmiş tepkileri yumuşuyor. Önemli ülke sorunlarına karşı ortak tepkiler artık demokratlık veya demokrasi karşıtlığı temelinde yeniden belirleniyor, oluşturuluyor ve tahkim ediliyor.

Sonuçta akacak suyun kendi mecrasını bulması gibi ülkede siyaset, ya demokratlık ya da otokratlık temelinde ama bu düalizm içinde yeniden şekilleniyor. Bundan sonrası için siyasi arenanın geleceğini ise otokratlar ile demokratlar arasındaki mücadele belirleyecek gibi görünüyor.

ÇÖZÜM? DEMOKRASİ NASIL KAZANACAK?

Otokrasiye karşı demokrasinin galip gelebilmesinin anahtarı bence Atatürkçü cenahın mümkün olduğunca genişleyebilmesi. Kendilerini asli ve doğal olarak Atatürkçü gören seküler, merkez sol veya sosyal demokrat kesimlerin, başka ideolojik tabandan veya gelenekten gelen ama son tahlilde demokrat sayılabilecek kesimlere –bir kez olsun seçkinci bakmayarak- kapıları kapatmaması yaşamsal önemde. Ülkede siyasi gelenek olarak dindar hatta siyasal İslamcı, merkez sağ, liberal, ülkücü ve Kürt milliyetçisi aidiyete sahip olup son tahlilde ülkenin yerini çağdaş uygarlık ve demokrasi tarafında gören azımsanmayacak bir kitle var.

Sonuç olarak, otokratlar ile demokratlar arasındaki kaçınılmaz görünen mücadelede demokratların üstün gelmesinin kilit noktası, seçkincilikten, pimpiriklikten ve annemin deyimiyle ‘armudun sapı var üzümün çöpü var’cılıktan kaçınarak, tüm demokratların birleşmesi. 2. cumhuriyet sonrasında daha demokrat olma adına 3. cumhuriyete mi geçileceği yoksa 1. cumhuriyete geri mi dönüleceği ise şu an için fazla lüks bir tartışma.

*Ankara Üniversitesi hukuk profesörü