Depremler yoksulları sever

Depremi ya da afetleri, hangisini kullanırsanız kullanın, yalnızca mal/mülk kaybından ibaret görmenin doğal sonucu bu. Tam da bu nedenle herhangi bir mülküne zarar gelmemiş insanın depremzede sayılması da olanaklı değil elbette. Çünkü bu türden toplumsal travma yaratan olaylara yüklenen anlam, yeniden inşa sürecinin nasıl biçimleneceğini de belirliyor.

Google Haberlere Abone ol

*Mustafa Kemal Coşkun

Daha en baştan söylemek gerekirse, başlıktaki deprem yerine başta su baskını, heyelan, kuraklık, salgın hastalıklar vb. olmak üzere aklınıza gelen envai türden afet biçimlerini koysanız da hiçbir şey değişmezdi. Zira bütün afetler ilk ve en başta olmak üzere yoksulları/yoksulluğu sever. Tam da bu nedenle, birkaç gün önce 20. yılını geride bırakan Marmara depremini tekrar hatırlayınca aklıma ilk gelen şey, öncelikle “depremzede kimdir?” sorusunun yanıtlanması gerektiğinden başka bir şey değil.

Marmara depreminin 4. yıl dönümünde, 2003 yılında Radikal Gazetesinde Timur Soykan’ın haberine göre, devlet, barınanların hak sahibi olmadıkları gerekçesiyle prefabrik konutları zorla boşaltıyordu.¹ Zira devlete göre burada yaşayan aileler depremzede değildi. Neden depremzede sayılmadıklarını anlamak da zordu. Depremde oturdukları ev başlarına yıkılmış, hemen hepsi de bir ya da birkaç yakınını enkaz altında bırakmış ya da yaralanmışlardı. Buna rağmen devlet bu insanları depremzede saymıyordu. Haberi biraz daha okuyunca bunun nedenini anlamak, kapitalizmi ve kapitalist devleti biraz tanıyanlar için pek de zor değildi aslında: Tepelerine çöken evlerinin sahibi değil kiracısıydılar, yani “mülk” sahibi olmadıkları için kalıcı konut “hak”ları da yoktu. Bu nedenle depremzede sayılmıyorlar ve deprem sonrasında kurulan prefabrik evlerden de zorla çıkarılıyorlardı.

Depremi ya da afetleri, hangisini kullanırsanız kullanın, yalnızca mal/mülk kaybından ibaret görmenin doğal sonucu bu. Tam da bu nedenle herhangi bir mülküne zarar gelmemiş insanın depremzede sayılması da olanaklı değil elbette. Çünkü bu türden toplumsal travma yaratan olaylara yüklenen anlam, yeniden inşa sürecinin nasıl biçimleneceğini de belirliyor.

Elbette ki her deprem, tıpkı Marmara depreminde olduğu gibi, bütün toplumsal sınıf katmanlarını “45 saniyeliğine” eşitler, varsılı da yoksulu da aynı biçimde enkazın altında kalabilir. Bir depremin vurduğu bir kentte, görece varlıklı kesimlerin yaşadığı mahalleler, binalar da zarar görüp yıkılabilir. Ama bu eşitliğin deprem sonrasında da devam edeceğini düşünenler yanılırlar. Nitekim yukarıdaki örnekte olduğu gibi, depremden dört yıl sonra bile prefabrik evlerde yaşayan bir varsıl bulamayız herhalde, değil mi? Susanna Jones, 1976 Guatemala depremine ilişkin şunları yazıyor: “Varlıklı sınıflar için bir sarsıntıdan ibaret olan bir şey, yoksullar için felaket getirir... [Guatemala depremine ilişkin] bütün raporlar şu noktada birleşiyorlar: Deprem, orta sınıfları ve burjuvaziyi sallarken, yoksulları ve işçi sınıfını çok ağır bir biçimde vurdu. Varsılların yaşadığı, bir anlığına büyük bir korku, arkasından geçici bir süre su ve elektrik sıkıntısıydı... İlerleyen haftalarda varsılların sevdiği mekanlar, barlar ve restoranlar yaşadıkları mahallelerde tekrar açıldı. Köpeklerinin bakımı için daha önceden almış oldukları randevularını bile iptal etmemişlerdi.”² Bu nedenle Jones, tam da bu sınıf ayrımlarına vurgu yapmak için “class-quake” kavramını ortaya atmıştı.

Bu durumda deprem öncesindeki ve sonrasındaki toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler göz önünde tutulmadan bir depremzede tanımı yapılabilse bile oldukça eksik kalacağı açıktır. Hatta deprem öncesi var olan eşitsizlikler deprem sonrasında çok daha derinleşerek sürer ve daha büyük sosyal ve psikolojik sorunlar ortaya çıkarır. Dolayısıyla depremzede, aslında, diyelim enkaz altında kalmasa, evi yıkılmasa ya da herhangi bir mülkü zarar görmese bile deprem sonrasında toplumsal çevre, iş, kitlesel işsizlik, yoksulluk, açlık, hastalık vb. sorunlardan etkilenen insanlardır ki, bu tanım kabul edildiğinde toplumsal tabakanın en alt katlarında olan insanların depremlerden çok daha fazla etkilendiğini anlamak kolaylaşacaktır. Dolayısıyla afetlerin sonuçlarını anlamakta toplumsal, ekonomik, politik ve ideolojik faktörlerin, toplumsal eşitsizliklerin ve sömürü ilişkilerinin etkisi göz önünde tutulmazsa, deprem ya da herhangi bir afet sonrası bir yeniden inşa süreci adil ve insanca bir biçimde yürütülemez.

Ancak tabi, söylemeye bile gerek yoktur ki, yoksulluğun kendisi, doğrudan doğruya insan eliyle oluşturulmuş bir afetten başka bir şey değildir. Dolayısıyla yukarıda tanımladığımız anlamıyla depremzede, hem deprem hem de yoksulluk olmak üzere iki afeti bir arada yaşamak zorunda kalandır. Bu aralar olası bir İstanbul depremi tartışıldığına göre, afeti konu alan sosyal bilimcilerin, adil ve insanca bir yeniden inşa süreci için bu meseleyi de etraflıca ele almaları gerekir.

[1] Timur Soykan, “Devlete göre onlar depremzede değil”, Radikal, 17 Ağustos 2003.

[2] Susanna Jones, “Class-quake in Guatemala”, Guatemala and Central America Report, Haziran, 1976.