Kürtlerle konuşma zamanı

Meseleye, 'Yeni bir barış süreci Erdoğan'ın güçlendirir mi?', sorusu ile yaklaşmak Kürt meselesini Tayyip Erdoğan'ın insafına ve tekeline terk etmekten başka bir şey değildir. Kürt meselesi her gündeme geldiğinde Erdoğan'ın arkasına ya da karşısına dizilmek de çözümsüzlüğün bizzat kendisi haline gelmiştir. Bu durumda Kürtleri ve Kürt meselesini, herkesin kendi mecrasında pragmatik politikalarına eklemlediği ve istismar ettiği bir sorun olmaktan çıkarmak lazım.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Nuri Özdemir

Kürt siyasal hareketi, Kürt meselesinin dört parçadaki ulus devletlerin sınırları içinde, demokratik bir toplum sözleşmesi koşulu ile çözülmesinden yanaydı. Ancak Suriye'deki savaş ile birlikte ortaya çıkan durum, meselenin bu ülkelerin sınırlarının dışına taşırarak, Ortadoğu ekseninde yeni zeminler üzerinde tartışılmasını zorunlu kılıyor. Kürt halkının en sade taleplerini bile boğmaya çalışma, politik faaliyetlerini kriminalize etme ve hareketin siyasal aktörlerini dostlarıyla birlikte baskılayarak Kürt toplumunu sindirmenin geldiği aşama, meseleyi çok aktörlü ve belki de içinden çıkılamaz bir eşiğe getirmiştir. Esnaf kurnazlığı ile yapılan politikanın sonucunda gelinen son aşamada kaderimiz neredeyse Suriye’deki bir kasabanın üzerinde yürütülen görüşmelerin gidişatına indirgenmiş durumda.

Sorunun ulus devlet sınırlarının dışına taşmasının, Kürtler açısından pozitif sonuçları olabilir, olmalıdır da. Ancak soruna dahil olan hegemonik güçlerin dünyadaki acımasız ve pragmatist politikalarının hafızalarda yarattığı hasarlar ve sonuçlar çok korkunç. Kürt meselesinde hegemonik güçlerin sürece dahiliyeti ile oluşan risklerin, statükocu ulus devletlerin burnundan kıl aldırmayan tavrının bir sonucu olduğunu söylemek gerekiyor. Ulus devletlerin Kürt halkına karşı sürekli defolu halk muamelesi yapması ve sorunu bağlamından uzaklaştırma pratikleri hem muhataplık krizleri yaratmış hem de bugüne kadar hiç kimseye siyasal bir getiri sağlamamıştır. Dolayısı ile sınırların dışına taşırılarak halkların ortak yaşamını zedeleyecek risklerin ortaya çıkması, sorumluluk bağlamında sadece siyasal aktörleri değil toplumun tümünü bağlıyor. Bu durumda hegemonyaya yem edilmek ve soykırım kıskacında tutulmak istenen Kürt halkının yaşayacağı negatif politikalara ortak olmamak ve karşı durmak ortak vatanda yaşamak isteyen her kesimin sorumluluğu altındadır.

KÜRT'E KARŞI SAVAŞMANIN PAYI

'Kürt'e karşı' ya da 'Kürt ile olma' değişik zeminlerde politik, ekonomik ve kültürel anlamda ilgili aktörlere bir pay dağıtıyor. Modern ulus devletlerin sınırlarının çizilmesi ile süregelen Kürt meselesinde, zaman zaman yumuşak güç devreye girse de genel olarak baskı ile kontrol edilen bir sorun olarak günümüze kadar gelmiştir. Baskı ve sindirme politikalarının artan dozajının genellikle iktidarların güç ve meşruiyet kaybını yoğun yaşadıkları dönemlere denk gelmesi, çözüme samimi ve gerçekçi yaklaşmamalarının bir sonucudur. Bu durum dört parçada da benzer şekilde yansımalarını bulmuştur. Bu ülkelerin iktidarda olan siyasi partileri, iktidarlarını kaybetmeye başladıkları andan itibaren ömürlerini uzatmak için baskı rejimini devreye koyup Kürtleri ezmeyi işlevsel bir karta dönüştürebiliyorlar. Bu şekilde Kürtlerle o ana kadar yapılan diplomasi ve müzakereler reddedilmeye başlar. Yapılan müzakereleri unutturmaya çalışan bir akıl devreye girerek kendini yeniden sisteme kabul ettirmeye çalışır. Bu şekilde Kürtlerle hem yumuşak süreçlerin hem de sert süreçlerin rantı imal edilmekte ve mevcut iktidar buradan kendi krizini aşmaya çalışmaktadır.

YERLİ VE MİLLİ İSTİSMAR RANT OLARAK KÜRT MESELESİ

Türkiye’deki Kürt meselesi açısından bakıldığında da benzer politikaları görmek mümkün. Türkiye'nin siyasal tarihi neredeyse her iktidara gelen siyasi partinin başvurduğu ve artık birer ritüel haline gelen Kürt'ü Kürt'e kırdırmak, Kürt halkının dini hassasiyetlerini araçsallaştırmak, yandaşları ekonomik bolluk ile tutma, muhalifleri yoksulluk ile bastırma seansları ile doludur. Cumhuriyet tarihi boyunca iktidara gelen her siyasi parti batıdaki Türk halkına, Kürt meselesinde parti çıkarlarını bir kenara iterek siyaset üstü bir bakış açısı ile milli çıkarları esas alan bir siyaset yaptıklarını söyleyerek, yaptıkları işin kutsiyetine karşılık Türk halkından pay talep ediyordu. İşte bu payın karşılığında düzenin siyasi partileri, yıllarca herkesin gözü önünde Tükiye'de yerli ve milli istismar halini alan Kürt meselesini pazarlayarak hegemonyalarını yeniden rahatlıkla kurabiliyorlar.

AKP’nin geldiği son aşama bunun en iyi örneğidir. AKP, Kürt kartını önce orduya sonra cemaate ve şimdi de küresel güçlere karşı kullanmış, hesaplar tutmadığında da Kürtlere şiddet politikası uygulayıp Türklere şirin görünme mizanseni ile ömrünü uzatma peşine düşmüş bir parti haline geldi. 2015'ten beri Kürt siyasal hareketinin siyasal alanını daraltan güvenlik odaklı AKP politikaları, partiyi milliyetçilik duyguları üzerinden yeniden şahlandırmayı ve genişleyen Kürt siyasetini de dar, milliyetçi ve marjinal bir zemine çekmeyi hedefliyordu. AKP'nin ulus milliyetçiliğine mesafeli duran Kürt hareketini ısrarla ulus milliyetçiliğine doğru itme hali uzun uzun tartışılmayı hak eden bir mesele ama Türkiye'deki siyasi iktidarların meşruiyet kaybı yaşadıkları sürece denk gelen milliyetçilik atakları ve akabinde baskı politikaları, devletin kendi iç sorunlarını konuşma ve çözme konusundaki güçsüz ve istismarcı konumuna da gönderme yapıyor.

KAOSUN YANDAŞ KÜRTLERİ DE PAY ALIYOR

Bölgedeki yandaş Kürtler de benzer taktiklerle ekonomik menfaatler karşılığında yürütülen özel politikalara eklemleniyor. Devlet adına bölgede risk aldığını söyleyen iktidar partileri, batıdaki Türklerden güvenlik karşılığında ekonomik-politik payını alırken, iktidar yandaşı Kürtler de rantın bir yerine eklemleniyor ve onlar da yoksul Kürt halkına karşı sürdürülen çok amaçlı savaş politikalarından nemalanıyor. Tarihsel olarak bu kesim, gelen her iktidara eklemlenerek kendi menfaatleri için devletin kasasındaki bölgesel bakiyeyi cebine indiriyor ve öncelikle rantı, kan bağı ile bağlı oldukları akrabalarına pay ederek kendilerine bağlı-bağımlı bir kitle yaratıyorlar. Pay karşılığında barış ve çözümün karşısında konumlandırılan klik, aşiret, cemaat ve siyasi gruplar iktidarın arzularına göre kimi zaman barış kimi zaman savaş sempatizanı olabiliyor. Her iki durumda esas olan pay almaktır. Bu kesimlerin tarihsel ortaklığının ulus devletin temel politikası olarak hepimize yutturulması asıl handikabımızdır.

Devletin bu kesimlerle ortaklığı hiçbir zaman sonuç alıcı olmadığı gibi sadece orantısız bir zenginleşme ve lümpenleşme yaratmıştır. Dikkat edilirse yüz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca devlet hep benzer karakterde kesimlerle çalışmış, hatta onlara bel bağlamış ama bu kesimler pek kurnazca davranarak devletten yedikçe yemiş, Kürt meselesini de derinleştirmekten başka bir pratikleri olmamıştır.

Mesela AKP’de siyaset yapan birçok kişi, rahatlıkla kendilerinin de Kürt olduğunu ve sadece menfaatleri için AKP’de olduklarını defalarca dile getirmişlerdir. AKP döneminde de Kürt karşıtlığını canlı tutmak için bütçeden adeta sınırsız bir bakiye kullanılmış ve yandaşlar orantısız şekilde zenginleştirilmiştir. Bölgenin birçok yerinde, yıllardır yatırım adı altında devlet ve halk bütçesinden koparılan ve çalınan paraları cebe indirdikten sonra yarım bırakılan yatırım mekanlarının üzerine AKP'nin ürettiği işsizlik ve çözümsüzlük politikası da eklemlenmiştir. Bu kesimlere dağıtılan ekonomik pay ve savaşa harcanan bütçe ile Türkiye nitelikli bir kalkınma gerçekleştirebilir, çağdaş ve demokratik bir ülke olabilirdi.Bu konu uzun uzun yazılmayı araştırılmayı ve teşhir edilmeyi bekleyen bir konudur. Şimdilik sorunun bu yönüne dikkat çekmenin olası çözüm senaryolarında bir uyarı görevi olabilir. Türk halkı ve Kürt halkı yıllardır bu kesimlerin keyfiyetçi ve rantçı politikalarına boyun eğip edilgen bir konumda kalıyor.

Gelinen aşamada kandırmaya, oyalamaya, inkara ve imhaya dayalı iktidar pratikleri sonucunda Kürt meselesi, ülke sınırlarının içinden dışına doğru bir mecraya kayıyor. Bunun önemli nedenlerinden birisinin ulus devletin statükocu ve basiretsiz yaklaşımı bir diğerinin iktidar partilerinin kişisel çıkarlarını devlet menfaatleri adı altında her iki halka yutturan siyaset tarzları olduğunu söylemiştik. Bunun dışında Kürt siyasal hareketinin suların yükselmesi ve inmesi arasındaki gerilimi zaman zaman doğru hesaplayamaması, politik tutum alarak doğru stratejiler seti ile konumlanamaması, gecikmesi ve tavırsız kalması krizin diğer tarafındaki muhatabın ürettiği sorunların bir kısmını oluşturuyor.

ROJAVA TÜRKİYE'DEKİ ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN UZANTISIDIR

Bilindiği üzere Kuzey Suriye üzerine uzun süreden beri yürütülen bir diplomasi var. Bu diplomaside Türkiye'nin iki tarihsel blok arasında aldığı pozisyon, mevcut Türk ve Kürt tarihini ve sosyolojisini analize dahil etmeyen bir yerden yürütülüyor. Bu yazının dikkat çekmek istediği temel noktalardan biri de budur. Devletin Kürt meselesi konusunda sürekli inşa ettiği kibirli paradigmayı ayakta tutma gayreti ve yukarıda kısmen temas edildiği gibi sorunu muhatapların dışında rantçı kesimlere havale etme tekniği, Türkiye'nin ABD ve Rusya gibi iki egemen bloka vermek zorunda kaldığı tavizlerin temel gerekçesidir. Dahası yaşadığımız çözümsüzlüğün ve çoklu krizlerin altında yatan temel unsur da budur. Bunun şimdilik bedelini iki tarihsel bloka boyun eğerek veriyoruz ama bu boyun eğmenin farklı sonuçlarını da tartışmak zorundayız.

ABD'nin, Rusya'nın ve AB ülkelerinin ağız kokusunu oksijen zannetmeye başlayan hepimizin bu ruh hali, Kürt meselesi konusunda kaygı verici bir eşiğe dayanmıştır. Kendi evinde yaşanan bir sorunu başkasının kapısına götürmenin her zaman bedeli daha fazladır. Bedeli başkasına ödettiğinizi zannettiğiniz mesele, zamanla gelir ayağınıza dolanır. Sorunu başkalarının ayağına götürmek etik-politik temelde zayıflığın zaaflarla iç içe geçtiği bir tablo sunuyor ve bizleri kaygılandırıyor. 2013-2015'te murat edilen çözüm biçimi gelinen durumun tersiydi. Lakin şu an o konumdan çok uzak bir noktada olduğumuzu söyleyebiliriz.

Buradan hareketle, ABD, Rusya ve AB ülkelerinin bu kadar ilgilendiği ve merkezi hale getirdiği bir meselede Türk ve Kürt halkının bundan sonra alacağı tutum belirleyici olacaktır. İşte tam da bu noktada Kürt meselesine Rojava üzerinden değil, Türkiye'nin içinden bakma zamanı gelmiştir. Sınırların dışına taşırıp başkalarının insafına bırakılan kaderin sahipleri neden ortaklaşamıyor, neden kendi gelecekleri konusunda bu kadar ortak zeminlere sahip iken bu zeminleri kullanamıyor? Neden kaderimiz, Suriye'de askeri strateji ve terminolojiyle tartışılan bir köy ya da bir kasaba meselesine indirgenmiş durumda? Buna benzer soruları Türk ve Kürt halkının önce kendine sonra da birbirine sormasının zamanı gelmiştir.

Türkiye'deki sorunların başka coğrafyalara indirgenmesi, yurttaş konumunda olan herkese ayrı ayrı riskler üretmektedir. En azından yurttaşların kendi kaderleri konusunda artık söz kurması gereken bir eşikte olduğunu görmeleri gerekiyor. Suriye savaşına karşıt olmak ya da olmamaktan bahsetmiyorum. Neredeyse asırlık bir soruna sahip bir ülkenin yurttaş topluluğu olarak neden bu kadar dışa bağımlı, özgüveni eksik ve başkasından adım atmasını bekleyen edilgen bir konuma geldiğimize dikkat çekmek istiyorum. Sosyolojik, tarihsel ve siyasal bir meselenin, küresel hegemonyanın güvenlik politikalarına kurban edilmesini ve hayatlarımızı karartma ihtimalini artık konuşmalıyız.

NASIL YAPMALI SORUSUNU DAHA SIK SORMAK

Politikacılar "Türkiye'nin bir Kürt sorunu yoktur, Ortadoğu'da bir Kürt sorunu var ve Türkiye onun bir parçasıdır" diyorlar. Gayet yerinde bir analiz. Peki yapacak bir şey yok mu? Elbette her zaman için yapılacak bir şeyler vardır. Bu yapılacaklar listesinin gücü ve ölçüleri, kimin nereden baktığına bağlı olduğu gibi gibi aynı zamanda dağınık ve parçalı da olabilir. Olası riskleri kolektif bir zeminde ele almayı başarabilmek, herkesin kaybedeceği ve kazanacağı aralıkları yeniden tartışıp toplumsallaştırmak, tarihsel ve sosyolojik arka planın ağırlığını siyasette ve diplomaside yeniden hissettirmek mümkün.

ABD'nin, Türkiye ile Rojava üzerine yürüttüğü ve kısmen çatışma olasılığının ertelendiği bir zaman aralığında tekrar İmralı'da avukat görüşmelerinin başlaması bu mümkünlerin sarkacını kısmi bir iyimserliğe doğru kaydırıyor. Türkiye’nin içinden soruna bakan bizler yıllardır Kürt sorununun Rojava'daki görüşmelere bağlı ve bağımlı olduğu tespitini derin derin analizlerle sürekli yapıyorduk. Hatta bu analizlerden bayağı bir ekmek yiyenlerin olduğunu da biliyoruz. Ekmek metaforundan hareketle gelinen aşamada buradan elde edilen ekmeğin artık küçüldüğünü analiz etmek gerekiyor. Buradaki meseleye yaklaşım biçimimizin artık bir çürüme yarattığını, bizi daha uzun süreli açlıklara ve kaotik süreçlere hazırlayıp tembelliğe sürüklediğini söylemek ve bu realite ile yüzleşmek gerekiyor. Gelinen aşamada, çubuğu biraz Türkiye'deki siyasete bükmenin zamanı gelmiştir.

BARIŞI TÜRKİYE'DEN KURMAK

İçeride siyaset yapan muhalefet partileri, STK ve demokratik kitle örgütleri başta olmak üzere genelde Kürt ve Türk halkı bu sürece ne zamana kadar seyirci kalmayı düşünüyor?

Mesela CHP’nin bu konudaki sessizliği, yanı sıra CHP’nin Kürtsüzlüğü daha ne kadar sürecek? CHP’de AKP’nin Rojava savaşına sürüklenip dağılma olasılığından politik rant elde etme beklentisi mi var, yoksa 'hayır kardeşim, oradaki Kürtler bizim kardeşimiz, onlar kendi kaderini Suriye halkı ve Suriye devletiyle birlikte belirlemek istiyor. Bizim sınırlarımızdan bize yönelik herhangi bir tehdit olmadığı sürece istikrarlı olan bir bölgeyi savaş bölgesine çevirmek bizim lehimize değildir, biz kendi Kürtlerimizin taleplerine kulak verelim' diyebilecek mi?

AKP, siyasi birliğini ve tabanını korumak için Kürt bölgesine saldırarak Kürt karşıtlığını kaşıyıp çoklu krizlerini bu şekilde aşmayı mı planlayacak; yoksa daha önce denediği müzakere ve normalleşme yollarına geri dönebilecek mi?

DTK, HDK, HDP, sosyalistler, diğer Kürt partileri ve barış talep eden herkes, sadece “Barış istiyoruz, lütfen savaşmayı bırakır mısınız!” gibi etkileme ve değiştirme gücü zayıflamış söylemlerle sınırlı bir muhalefet mi yapacak; yoksa Kürt ve Türk halkı ile birlikte radikal bir savaş karşıtlığını örerek müzakerenin zeminini mi güçlendirecek? Buradan bakıldığında bu üç farklı siyasi hattın içeriden kuracakları oyunun niteliği, hem Rojava'daki çözümü hem de Türkiye’nin kendi Kürtleri ile ilişkisi ve çözüm pratikleri konusunda çok belirleyici olacak. Yine bu üç siyasal anlayışın hem savaşa boyun eğen karakterleri hem de savaşa karşı barışı inşa edecek yetenekte güçleri var.

BARIŞI TEKELLERDEN KURTARMAK VE TOPLUMSALLAŞTIRMAK

Meseleye, 'Yeni bir barış süreci Erdoğan'ın güçlendirir mi?', sorusu ile yaklaşmak Kürt meselesini Tayyip Erdoğan'ın insafına ve tekeline terk etmekten başka bir şey değildir. Kürt meselesi her gündeme geldiğinde Erdoğan'ın arkasına ya da karşısına dizilmek de çözümsüzlüğün bizzat kendisi haline gelmiştir. Bu durumda Kürtleri ve Kürt meselesini herkesin kendi mecrasında pragmatik politikalarına eklemlediği ve istismar ettiği bir sorun olmaktan çıkarmak lazım. Bu nedenle Kürt meselesinde 82 milyon yurttaşı sorumluluk sahibi yapmanın, işin muhatabı ve takipçisi yapmanın yollarını zorlamak lazım. Dibe vuran savaş karşıtı karakterimizi yeniden hatırlamamız gerekiyor. Yeni bir savaş karşıtı harekete, yeni bir barış hikayesini birlikte yazmaya ihtiyacımız var. Tartışma zeminlerinin çokluğuna ve yaratıcılığına, kapıların açık olmasına ve birbirimizle konuşmaya ihtiyacımız var.

Türkiye'nin iki tarihsel blok arasında sürdürülemez olan belirsizlik politikasını netleştirecek, kendi özgücü ve öz dinamikleri ile kendi kararlarını alabilecek bir konuma gelmesi de yine bu pratiklere bağlı olacaktır. Buradan hareketle, çözümsüzlükte ısrar eden politikalar karşısında sessiz kalmanın ya da ilgisiz davranmanın kimin işine yarayacağı ve hangi sonuçları doğuracağını da az çok tahmin edebiliriz. Çözümü isteyenlerin daha pasif durduğunu ve etkileme gücünün hâlâ zayıf olduğunu hepimiz görüyoruz. Çözümü şimdiden fırsata çevirmeye ya da engellemeye çalışanların olası sürecin etrafında mevzilendiklerini de görüyoruz.O zaman yapılacak iş, tutulacak yol bellidir.

TÜRKİYE TOPLUMU BARIŞ PAYINI İSTEMELİDİR

Belki herkes barış için yalvarmayabilir; kaldı ki barış bir yalvarma pratiği de değildir. Ama annelerin barış için yalvardığına defalarca tanık olan birisi olarak, annelerin yüreğinde çarpan eşiğin esas tutulması gerektiğini düşünüyorum. Barış isteyen herkes emek, inanç ve kararlılıkla barış işine el atarsa başarabiliriz. Onurlu bir barış ve halkların ortak yaşam talebi ciddi bir siyaset ve süreklilik arz eden bir emek istiyor. Savaş baronlarının hayatlarımızı cehenneme çevirmelerine artık izin vermemeliyiz. Herkes olası, halkların boğazlaşmasına kadar gidebilecek siyasal süreçlerin önünde durabilmeli.

Kürt halkı ise siyasi tercihleri ile yaşamak istiyor. Tüm mesele budur. Sürekli akıl verilen ve bastırılan değil, aklı ile yaşamak isteyen ve kabul gören konumunu sabitlemek istiyor. Kendi kaderini, halkların eşit ve özgür birlikteliği ile belirlemek istiyor. Burada anlaşılmayacak, çarpıtılacak bir şey yok. Bütün konularda uzlaşma aramak ve ikna olmak sadece yeni krizler yaratır.

İkna olduğumuz sorunlar üzerinden yol yürüyebiliriz. Bazılarının dediği gibi “Olmaz, olmaz derseniz olmaz". Bunu tersine çevirmenin zamanı gelmiştir. Umudumuz 'onurlu barış'tan yana.