Yurttaş, mülteci, göçmen, sığınmacı, Suriyeli

Herkesin “yersiz yurtsuz” olduğu bugünkü koşullarda korkulan odur ki, işgücünün rekabeti ezilenlerin birliğinin önündeki en önemli engellerden biridir. İşgücü ne kadar ucuz ise ırkçılık o kadar yakındır.

Google Haberlere Abone ol

Eşref Avcı

Başlıktaki sıralamada sondan başa doğru gelindiğinde güvenlik zincirinin en sarsılmaz halkasında “yurttaş” kavramının yer aldığı görülür. Tabii tüm kavrayışlardaki yanılsama burada da işler vaziyettedir. Ulus devletin alametifarikası olan “yurttaş” görünür güvenlik halkasının soyut hukuki güvencesidir. Bu durum ulus devlet “çatısı” altında yaşayan hemen her toplumsal grubun güvencesiz bir durumda olduğunu resmeder.

Ulus devlet tanımı/niteliği itibariyle sıkıntılı olsa da, burjuvazinin ihtiyaçlarına göre yaklaşık iki yüz yıldır egemen sınıflara hizmet etmiştir/etmektedir. Ulus devletin “yurttaş” ile olan bağı öncelikle soyut hukuki bir statüdür. Hukuksal olarak ulus devlete bağlanan “yurttaş” çeşitli yasal sorumluluk aparatları ile mevcut ulus devletin biricik parametresi olur. “Yurttaş”; ulusun temel kodu haline gelir. Verili yasal sorumluluk halinin “yurttaş” tarafından zorunlu kabulü, diğerleri ile arasında niteliksel ayrımları da ortaya çıkarır.

Diğerleri bu anlamda bir statü sorunu ile karşı karşıya kalır. Bir tarafta yasal sorumluluk bağını zorunlu olarak kabul etmiş “yurttaş”, diğer tarafta bu yasal sorumluluk bağlarından kademeli olarak eksik bırakılmış mülteci, göçmen, sığınmacı ve son olarak Suriyeli.

Egemen sınıflar nihai olarak yasaları kendi çıkarları için çıkarırlar. Her yasa egemen sınıfa doğru bükülür. “Yurttaş” yasanın nedeni değil sonucudur! Onu bu sonuca bağlayan ise sömürü ağı içerisindeki konumudur. Ulus devlet burjuvazinin kendi çöplüğüdür, burada işlevsel olan hangi grubun ne şekilde sömürü ağının içerisinde yer edeceğidir. Ucuz işgücü temel göstergedir, bu göstergede yer alanlar statü sorunu ile direkt ilgili hale gelirler.

Bir toplumsal grubun ucuz işgücü ile olan organik bağı onu “yurttaş”tan olabildiğince uzağa demirler. İşgücünün ucuzluğu ile “yurttaşlık” bu anlamda ters orantılı olarak gelişir.

Bugünkü dünya neredeyse tümüyle işgücünün güvencesizliği, pazarlık gücünün dibe vurduğu, savaşların, yoksulluğun, yoksunluğun, yıkımın, tavan yaptığı genel bir güvensizlik ikliminde seyrediyor. Böylesi bir iklimde ulus devletlerin sınırları aşınırken “yurttaş” kavramının içeriği boş bir gösteren haline geliyor. Devletlerin yaratmış olduğu zorunlu göçlerden, ulus devletlerin içerisinde bulunduğu kriz hallerine, iklim krizlerinden işgücünü satamama kaynaklı milyonlarca insan göç yollarında daha güvenli olabileceği ihtimaliyle daha güvenli gördükleri ulus devletlere göçmeye zorlanmaktadırlar. Göç yollarında eğer şansları yaver giderse ve ölmezler ise “yurttaşlık” statülerini arkalarında bırakarak egemen sınıfların statüsüz ağlarına takılacaklardır/takılmaktadırlar.

Toplumsal sorunların siyasal momentlerinin aşındığı, siyaset yapma olanaklarının dip yaptığı günümüz kapitalist dünyasının bir yanda ucuz işgücü ile hemhal olması ve diğer yanda küresel hale gelen sistemsel krizin bütün ulus devletleri içine aldığı bir hale dönüşmesi arasındaki çelişkinin adıdır; göçmenlik!

Bu anlamda günümüz “yurttaşı” statüsüz hale getirilmiştir. Buradaki temel önerme; ”yurttaşın” kapitalizmin küresel krizi ile birlikte ve Deleuze’ün tam da yerinde deyimiyle “yersiz yurtsuz” hale gelmiş olmasıdır. Kendi ulus devleti içerisinde dahi işgücünü satabilmenin kaygısı ile “yersiz ve yurtsuzlaşmıştır”. Ulus devletin güvenli statüsünden güvencesiz statüsüne doğru atılan her adım pratik olarak kendi ulus devletine dışarıdan “misafir” olan her göçmen işgücü ile rekabetinin artmasının koşuludur da. Egemen sınıf bu fırsatı ırkçılığı güncelleyerek kullanmaktadır. Ulus devletin sınır hali zorunlu olarak ırkçı terminolojinin türediği zemindir de.

Aslında ırkçılık bir anlamıyla işgücü rekabetinin dolaysız sonuçlarından biri haline getirilmiş bulunmaktadır. Göçmenliğin bu ülkedeki pozisyonu, konu Suriyeliler bağlamında tartışıldığında daha bir görünür olmaktadır. Suriye ulus devletinin çoklu emperyal haydutlarla parçalanması sonucu ortaya çıkan ve AKP’nin katkı sunduğu ve hem de bu durumdan fazlasıyla istifade ettiği milyonlarca Suriyeli sığınmacı, krizin derinleşmesiyle birlikte ırkçılığın boş göstereni olarak doldurulmuştur.

2011’den bu yana artan oranda Suriyeli sığınmacının toplumsal yaşamda görünür olmaya başlaması ve eşzamanlı olarak, “Suriyeliliğin” tarihsel Arap karşıtı söylemin günümüz somut göstergesi haline gelmesi tesadüfi değil, bizatihi egemen sınıfların çabalarının somut sonucudur. Suriyelilerin güvencesiz bir biçimde toplumsal hayatın içerisinde yer etmesi ile birlikte tekil suçların bütün Suriyelileri kapsayacak biçimde genişletilmesi, “yurttaşın” günlük hayatta işlediği suçlar ile kıyaslandığında istatiksel olarak makul görülebilecek bir seviyede olmasına karşın, “Suriyelilik” varlığı itibariyle, “yurttaşın” kendine hak gördüğünü suç dahi olsa, yapmaya hakkı olmayacağı bir durumu anlatır.

Ulus devletin “yurttaşı” için suç, hukuk ile kurulabilen bir bağ iken “Suriyelilik” bu bağın söz konusu edilemeyeceğini gösterir, dolayısıyla bu bağı imkânsız kılan linç olgusu devreye sokulur. Bu aslında egemen sınıfların norm dışına ittiği bütün toplumsal gruplarla olan mücadele yöntemidir. Hangi toplumsal grup sorun haline gelmişse/getirilmişse, o grubun “yurttaşlık” hakkı askıya alınma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Burada “Suriyelilik” ile “yurttaşlığın” hukuki bir bağı söz konusu değildir. Birincisi hukuk zincirinin içerisine sokulmadan toplumsal normlara tehdit olarak gösterilirken ikincisi; toplumsal normun dolaysız sonucu olduğu için kendisini meşru bir biçimde normun kendisi dışında oluşturulamayacağına direnmektedir. Bu negatif direnç sınıfsal zeminin tahrip edici nedenidir de.

“Yurttaş” ile “Suriyelilik” arasındaki ilişkisizlik hali, şiddeti ilişkinin kurucu momenti olarak ortaya çıkarır. Şiddetin bu tür durumlarda, devletin kurumsal varlığı üzerinden üretilmediği/uygulanmadığı, toplumun bazı kesimlerinin bunu devlet adına üstlenmesi, sınıfsal momentin ciddi şekilde zaafa uğradığının da göstergesidir. Bunu “toplumsal yarılma” olarak değil, aksine ezilen sınıfların bölünmesi olarak okumak gerekir. Kendi yoksulluğunun, ezilmişliğinin, çaresizliğinin egemen sınıfların maddi ve manevi çıkarlarının dolaysız sonucu olduğunu görmemek/görememek kendisinin de potansiyel Suriyeli olduğunu görmemek/görememektir.

Herkesin “yersiz yurtsuz” olduğu bugünkü koşullarda korkulan odur ki, işgücünün rekabeti ezilenlerin birliğinin önündeki en önemli engellerden biridir. İşgücü ne kadar ucuz ise ırkçılık o kadar yakındır.