Yetiş ya Hera, yetiş ya Zeus

Asıl dert, orayı burayı talan etmeleri de değil aslında, sonunda ortaya çıkardıkları şeyi çok beğenmeleri, iftihar etmeleri. ‘Koskoca ormanı hiç ettik ama köprü de köprü oldu ha’ diye seviniyorlar. Yol övüyorlar, köprü övüyorlar, santral övüyorlar... Seviyorlar böyle donuk gri şeyleri.

Google Haberlere Abone ol

Ulaş Altuner*

‘Koşun, Kazdağları elden gidiyor’ diye bağırdı biri. Koştur koştur oraya gittik mahallece.

- Ne olmuş burada birader?

- Siyanürle altın çıkaracaklarmış, ağaçları kesmişler.

- Saçmalamasınlar. Bir hashtag falan açın, bir şeyler yapalım.

- Yapalım.

Tam bir şeyler yapıyorduk, başka bir feryat koptu diğer köşeden. “Abi koşun Salda gitti, Salda. Allah’ını seven defansa gelsin”.

- Salda’ya ne olmuş ya?

- Millete cennet bahçesi yapacaklarmış.

- Cenneti yıkıp cennet bahçesi mi yapacaklarmış?

- Aynen. Şuna bir şey diyelim.

- Diyelim tabii.

Tam ona bir şey diyeceğiz, başka biri, “1071 akademisyen AYM’ye muhtıra vermiş, yetişin!” dedi.

- Ne bildirisi ki bu? Ayrıca neden 1071?

- 1071 işte. Malazgirt falan…

- Ha o şekil. Çok kreatif. O zaman üçe ayrılalım bence.

- En mantıklısı.

Her Allah’ın günü böyle bölüne ufalana koşturuyoruz sosyal medyada. 90’ların mevzusu, aksiyonu hiç eksik olmayan mahalle dizilerine döndük. Artık yoğun bir mesai gibi gelmeye başladı. Neye yetişeceğimizi şaşırmış durumdayız. İki dakika kafayı başka tarafa çevirmeye gelmiyor.

O kadar çok ve derin mevzu var ki normal bir ülkede gündem olabilecek pek çok konuyu biz vaka-ı adiye addettiğimiz için ağzımızı açıp iki kelam etmiyoruz bile. Üst üste çok fazla şeye öfkelendiğinizde bir yorgunluk çöker hani, yığılır kalırsınız. Öyleyiz.

Ekonomisinden siyasetine, sporundan magazinine her cephede normal bir bünyeyi verem etmeye yetecek yoğunlukta içerik var. Fakat son zamanlarda özellikle çevre katletme konusunda bir gemi azıya almışlık gözlemliyoruz. İş resmen şirazesinden çıktı. Memlekette doğal güzellik namına ne varsa hızla yok etme ve bunu gözümüze gözümüze sokma yarışı başlamış gibi. Sahil, dere, orman, yayla, ada, göl ne bulurlarsa, nerede bulurlarsa veriyorlar betonu, çimentoyu.

O ‘üç beş’ ağacın önüne siper oluşumuzun intikamı mı alınıyor nedir? O ağaçları kestirmediniz, oraya beton döktürmediniz; alın size beton, alın siyanür, alın arsenik!

‘Aman abiler, biz ettik siz etmeyin’ mi dememiz gerekiyor? Sanki bu yok ettikleri şey sırf bizimmiş, bizim çocuklarımıza kalacakmış gibi; sadece bizim mi ‘aman’ dememiz bekleniyor.

Betonla bombalanan yerlerin kuş bakışı çekilmiş önce/sonra fotoğrafları durumu çok net anlatıyor. Hastalığın evre evre nasıl ilerlediğini gösteren röntgenler gibi…

İstanbul Havaalanı, Yassıada, Ayder, Marmaris, Kirazlı, Kuzey Ormanları ve saymak mümkün olmayan onlarca başka yer… Hepsi var internette. Yüreğini dağlamak isteyen açıp baksın.

Asıl dert, orayı burayı talan etmeleri de değil aslında, sonunda ortaya çıkardıkları şeyi çok beğenmeleri, iftihar etmeleri. ‘Koskoca ormanı hiç ettik ama köprü de köprü oldu ha’ diye seviniyorlar. Yol övüyorlar, köprü övüyorlar, santral övüyorlar... Seviyorlar böyle donuk gri şeyleri.

Yassıada’nın fotoğraflarını servis ettiler mesela, ‘bakın ne güzel yaptık’ diye, gururla. Çok güzel yapmışlar. İlk gördüğümde distopik bir bilim-kurgu filmi çekilecek de platosunu oraya kurdular zannettim.

Her betonlama öncesi aynı terane. Her nereye sokuyorlarsa kepçeyi, dozeri, tepkiler sonrası gelen ilk açıklama, ‘yapılaşmaya kesinlikle izin vermeyeceğiz’ şeklinde. Beton lobisinin amentüsü gibi oldu bu. Cumhurbaşkanının bile bizzat, ‘rezil ettik, kirlettik’ demek durumunda kaldığı Ayder’de yapılaşmaya zinhar izin vermemişsiniz mesela, gördük.

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Salda için de bire bir aynısını söyledi. Neden bilmem, O bunu söylerken benim gözümün önünde gevrek gevrek sırıtan kimi müteahhit abiler belirdi. Murat Bey sektörden gelen kabine üyelerinden biri… Betonu, çimentoyu seven bir bakanımız. İnşaat sektörüne suni teneffüs yapmayı bir performans hedefi olarak koymuş olabilir. Salda yolunda mandırası falan da olan 15-20 tane butik otel güzel olmaz mı?

Sırf yorgun ve bölünmüş değiliz çok da yalnızız aslında. Koca bir mahalleyiz ama çamur gibi bir yalnızlığa saplanmış hissediyoruz. Ne yapsak olmuyor. Ne söylesek uzay boşluğuna gidiyor. İyi sıhhatte olsunlara mı karıştık, görünmüyor muyuz, işitilmiyor muyuz?

Muhtemelen şöyle bir durum oluyor yukarılarda bir yerde:

- Efendim Kaz Dağları'ndaki madencilik faaliyetlerine yoğun tepki var.

- İlişmeyin. Bağırır çağırır susarlar.

Haksız sayılmazlar. Biz de olsak öyle deriz belki. Ülkede keyfe keder yapılan işlere, talanlara dur diyebilen, durduramasa da duraksatabilen, olmadı biraz zaman kazandırabilen mekanizmaların, kurumların tamamı yok oldu gitti. İşte bizim büyük yalnızlığımız da tam burada başlıyor. Ayağa kalkıp bir haksızlığa tepki gösterecek olsak kimse arka çıkmayacak, dımdızlak ortada kalacağız, ihale üstümüze yıkılacak duygusu yaşıyoruz.

Biraz geçmişe gidelim. Gidelim ki iliklerimize kadar hissettiğimiz yalnızlığı daha çıplak görelim.

1996 yılında, Eurogold adlı madencilik şirketi, Bergama’da binlerce ağacı katlettiğinde, ön saflarında köylü kadınların yürüdüğü, ülke tarihimizin en yüz ağartan, en masalsı direnişlerinden biri başladı. Birbirine bağlı çok sayıda eylemle 10 yıldan daha uzun bir süre devam etti.

İnternet yok, sosyal medya yok, cep telefonu yok… Buna rağmen Bergama’da olan bitene dair ülke genelinde kısa sürede bir farkındalık oluştu. Medyanın pek çok yönüyle medya gibi davranabildiği bir dönemdi. İşin içinde çok uluslu şirket var, altın var, siyanür var, halk sağlığı var, köylülerin isyanı var… Haber değeri ve kamu yararı namına ne ararsan var. Haliyle gazeteler, televizyonlar cayır cayır haber yaptılar. Köşe yazarları bir orasından bir burasından çekiştirdiler. Olması gereken de oydu.

Sivil toplum ayağa kalktı. Siyasetçiler omuz verdi. Uluslararası toplum ve yabancı çevre örgütleri gelip Bergamalıları destekledi. Hatırladığım kadarıyla kimse de eylemcileri dış güçlerle iş birliği yapan hainler olmakla suçlamadı.

Sonunda ne oldu derseniz, şirket binlerce ağacı daha katletti, toprağı zehirledi, suyu kirletti, altını çıkardı, rantını topladı. Ama o köylüler yenildi, biz yenildik demeye dilimiz varmaz. Talanın önüne geçemedik belki ama baş ağrısı olduk. En önemlisi, kendimizi yalnız ve güçsüz hissetmedik. Ele güne karşı başımız dik durduk.

Bergama’dan 23 yıl sonra, bu kez Kanadalı bir maden şirketi, Kazdağı’nda, iddiaya göre 195 bin ağacı yok etti. Sosyal medyada ortalık birbirine girdi. Milyonlarca insan tepki gösterdi. Tepkiler sonrasında bakanlıktan gelen açıklama mealen şu şekildeydi: 195 bin değil 13 bin ağaç kesildi. Kaz Dağları’nda değil 40 kilometre yakınında…

Sizin de içinize su serpilmedi mi? Boşu boşuna ortalığı velveleye vermişiz. Üstelik iki ayrı yerde 14 bin fidan dikerek hatıra ormanı da yapmışlar.

Bu hatıra ormanı denen şey, soykırım anıtı gibi bir şeydir. Biraz aklı, izanı olan hiç kimsenin bir çevre katliamı iddiasının karşısına böyle bir açıklamayla ortaya çıkmaması gerek. ‘Kürk için hayvanları öldürüyoruz ama barınaklara da mama yardımı yapıyoruz’ demek gibi bir şey.

Bu tür haberleri iktidar yanlısı basında ya da havuz partisine yeni katılan eski ana akım gazetelerde ancak bir şekilde okuyabilirsiniz. Bir yetkili tepkilere binaen bir açıklama lütfederse onu görürsünüz. Öncesi, konunun buraya nasıl geldiği, sürecin nasıl geliştiği, başkalarının bu konuda ne söylediği falan yoktur. Sadece neye cevaben yapıldığı bilinmeyen bir açıklama olur. Genellikle de ‘bakanlıktan sözde çevreci istismarcılara tokat gibi cevap’ kabilinden bir başlığı vardır. Kazdağı gündeminde onu bile çok gördüler bize.

Yazıya oturmadan hemen önce (sırf merakımdan) Hürriyet’in web sitesinde ‘Kaz Dağları’ araması yaptım. Girilen son iki haberden ilki 7 Temmuz tarihinde ‘Kazdağları rampaları tünellerle kolay aşılacak’ başlığıyla yer almış. Onun altında da 14 Haziran tarihli ‘Domuzlar yazlık siteye girdi’ başlıklı video haber var. Diğer sitelere bakmaya gerek görmedim tabii.

Kanadalı maden şirketinin CEO’su John McCluskey’in geçen yıl bir ekonomi programında yaptığı açıklamalar düştü önümüze. Kirazlı’daki yatırımlarını ballandıra ballandıra anlatıyor. 4 milyar dolar değerinde altın bulunduğunu, tesis için 100 milyon dolarlık yatırım yaptıklarını söylüyor. İşin çevre katliamı boyutunu bir an için bir kenara bırakalım, kalkınma yönünden bakalım. Ben altından, madencilikten, siyanürden falan zırnık anlamam ama ortada çok fahiş bir kazanç var gibi.

McCluskey, açıklamalarının devamında, istihdam politikasıyla ilgili bilgi de aktarıyor. “Türkler hafriyatta ve taş taşımakta çok iyiler, hiç yabancı çalışanımız yok, sadece Türk işçilerimiz olacak” diyor. Sorsan, “yerli istihdamı destekliyoruz” diyecek. Ben de olsam öyle dedirtirim. Anlarım bu işlerden biraz.

Tabii ki meselenin özü o değil. "Burada verdiğim emeğe karşılık gelen bir ücret alacak mıyım?", "İş sağlığı ve güvenliği konusunda tedbirler alınmış mı?", "Bu tesiste çalışırsam kanser olur muyum, olursam tedavim karşılanır mı?", "Kaza geçirirsem tazminat alır mıyım?" Bu ve benzeri sorular sorma pratiği olmayan, aklına gelse bile şu ekonomik kriz ve işsizlik koşullarında bunu sorun etmeyecek düşük maliyetli yerli emekçiler varken ne diye dışarıdan insan getirip çalıştırsın?

Bunu ülkenin yararına bir yatırım olarak destekleyen ve maalesef aynı oksijeni teneffüs etmek durumunda olduğumuz zevat tabii ki bazı çok basit soruları sormuyor. O sorular yanıtlarını bilmek istemeyecekleri kadar çok katmanlı. ‘Madem bu kadar altın var neden biz çıkaramıyoruz da elin Kanadalısı gelip çıkarıyor’ diye soran bulamazsınız örneğin. ‘Öyle uzun vadeli bir yatırımı finanse edecek ne gücümüz ne de teknolojimiz var’ diyemezler.

İktidarın aleyhine gelişen her hadisede önümüze koydukları adı, adresi meçhul dış güçler, yukarıdaki tabloda hiç mi gözlerine ilişmiyor acaba bu insanların? “Amariga bor madeni çıkarmamıza izin vermiyor”, “aslında bizde sebil gibi petrol var ama dış mihraklar gelip kuyulara beton döktü” türünden argümanları, hiç sıkılmadan ciddi ciddi gündeme getirebilenlerin, ülkenin ve gezegenin en önemli doğa varlıklarından birinin içine edip altınını aldıktan sonra, zehirli, çorak bir araziyle birlikte biraz hamaliye ücreti bırakıp gidecek olan Kanadalı şirkete söyleyecek tek lafları yok.

Çok net, tartışmaya açık olmayan bir gerçekten bahsedelim. Kazdağı’nın geçen hafta önümüze düşen fotoğraflarına baktığınızda ‘ah be’ demiyorsanız, yüreğiniz cız etmiyorsa, ahlaki ve vicdani bir sorununuz vardır. Yaşadığımız yalnızlık ve terk edilmişlik hissinin temelinde de bu var. Bu fotoğrafa bakıp hiçbir gariplik görmeyenlerin, bunu alenen savunanların ve karşı çıkan herkesi küçümsemekle de kalmayıp şeytanlaştıranların sayısındaki kan dondurucu artış var yani.

Tekrar tekrar söylemekte fayda var. Belki bir kişi daha duyar, fazladan bir kişinin daha vicdanı uyanır. Kaz Dağları sadece Türkiye’nin değil dünyanın kültür ve doğa mirası. Buranın kültürü, florası ve faunası nadiren görülen güzellikleri bir arada barındırıyor. Tarihi ve mitolojik olarak da dünyanın en önemli yerlerinden biri... Bu bölgede siyanürle altın aranması toprağı, suyu, bitki örtüsünü ve buradaki canlı hayatını geri dönüşsüz şekilde değiştirecek.

Benim yaşadığımız bu coğrafyaya dair en sevdiğim şeylerden biri, gittiğim ve baktığım her yerin mitlerle, masallarla, efsanelerle ambalajlanan bir hikâyesi olmasıdır. O mitolojik karakterler bizim buralarda dünyanın başka yerlerindekinden çok daha gerçektir. Sanki tarihin bir döneminde gerçekten burada yaşamış, aynı manzaraya bakmış, aynı havayı solumuş uzak akrabalar gibidirler. Bizim bu yalnızlığımıza ve çaresizliğimize belki onlar el verirler diyorum. Ola ki o iş makineleri, İda’nın derinliklerinde uyuyan tanrıları ve onların gazabını uyandırır da doymak bilmeyen tabiat vampirlerini silkeler atarlar üzerimizden. İşimiz onlara kaldı gibi.

*İletişim Uzmanı