Tarih ve birey

Türkiye’de, bugün hâlâ devam eden etniğe -ya da dine- dayalı ötekileştirmenin temelinde, tevil edilmiş tarihin bugünü belirlemesinin yattığını belirtmekte yarar vardır. Türkiye’deki kimi insanlar, kendilerini bu tevil edilmiş tarihe angaje ederek, bugünü gerekirci bir çizgiye oturtuyorlar ve böylece geçmiş, şimdiyi ve geleceği belirlemiş oluyor.

Google Haberlere Abone ol

Bilal Cantürk*

Geçmişin ayartması ile bugüne bakma ve geleceği şekillendirme üzerine:

Tarih, yalın olgular olarak toplumun temel unsurudur; ancak tevil edilmiş (yorumlanmış) tarih, toplumun temel unsuru olamaz; çünkü tevil edilmiş tarih, öznenin düşünsel zemininde açımlanmıştır. Özne dahi düşünce faaliyeti itibariyle tarihseldir; bu yüzden yapılmış tevil evrensel olamaz, tikeldir ve tarihseldir. Bu tevil, diğer bireylerin de kültürel öğesi kılınacak şekilde teşmil edilip toplumun temel unsuru kılınamaz. Bir özne tarafından nesnel koşullarca tevili yapılmamış tarih, iki katlı yanlıdır ve toplumdaki diğer bireylerin tarihe bakışlarına bir ön koşul olarak konulamaz. Nesnel koşullarca yapılmamış bir tarih tevili, öznenin iç dünyasına öznel bir karaktere bürünerek yerleşir. Tarih, geçmiş olması itibariyle, yaşayan hiçbir öznenin kimliğinin asli unsuru olamaz. Bu itibarla ister tevil edilmiş olsun ister edilmemiş olsun, tarih bireyin kimliğine entegre edilemez. Birey varlığının esasını kendinde taşır ve özgürdür, bu özgürlüğünü topluma borçlu değildir; bizatihi kendi varlığından kaynaklıdır ve asli kimliğinin temel bir unsurudur. Dolaysıyla tevil edilmiş bir tarih toplumca kabul görmüş olsa bile, bireye, toplumun (ya da devletin) ona sağladığı özgürlüğe karşılık diye dayatılamaz.

Tevil edilmiş bir tarihin sosyal hayatın devinimini ve birey etkinliklerini nasıl da belirlediğini gözlemlemek yararlı olacaktır.

Hâlâ geçmişin güdümüyle kendi yaşamımızın konumunu ve değer yargılarımızı belirlemekte ve tanımlamakta ısrar etmemiz, aynı zamanda içinde bulunduğumuz çağın hayatımız üzerindeki belirleyici, sınırlayıcı ve koşullayıcı rolünü ısrarla eşdeğer önemde, bilinçli ya da bilinçsizce göz ardı etmek demektir. Geçmişe doğru yönelimlerimizin konusu olan geçmişin birikimini (kitaplar, tarih, kültür; kısaca yazılı, görsel ve sözel ne varsa hepsi) anlamaya çalışırken rasyonel (zihinsel) faaliyetimizin doğrultusu ve biçemini belirleyen ve hatta –tabir-i caizse- ona istinat noktası olan bir şeylerden söz edebilir miyiz? Bir “geri kalmışlık” belirtisiyle (semptomuyla) kendi halkının geçmişteki bilim faaliyetine dair incelemede bulunan bir bilim insanı, gördüğü en ufak olumlu bir kırıntıyı neden heyecanla anlatma, övme ve önemseme gayretine giriyor; ama olumsuzlukları görünce de hayıflanarak, nesnellikten uzak ve duygusal bir şekilde geçiştiriyor? Demek geçmişe yönelik bir rasyonel faaliyetin biçemini ve doğrultusunu belirleyen bir şeylerin olabileceğinden söz edebiliriz! Dahası da var: yine geçmişe yönelmiş bir tarihçi, Osmanlı’nın kuruluş aşamasını anlatma gayretine girerken, Fransızların fi-ekolünün metoduyla iş yaptığını beyan ediyor. Ya da Mısır’ın eski bilimini inceleyen bir bilim tarihçisi (mesela, B. L. van der Waerden), onların piramitler gibi muazzam yapıtlarını açıklamaya çalışırken hareket noktası, “o zamanki insanların bizden daha az zeki oldukları, dolayısıyla yöntemlerinin de daha basit olması gerektiği” şeklindedir. Demek ki geçmişe yönelik bir zihinsel faaliyetimiz istinat noktası da olabiliyor. Sonuç olarak denebilir ki, Tarih şimdiki an’a mevzu olurken, şimdinin koşullarından etkilenmekte ve şimdinin algıları çerçevesinde değerlenmektedir. Bu değerlenme, aynı zamanda insanın, Tarih’in bir öznesi olarak yerini tanımlama ve belirleme gayretinin bir mahsulüdür. Örneğin, Sosyal Darvinci bir bakış açısında Tarih’in geçmiş özneleri, önsel olarak (a priori) bugünün öznelerinin ilkel bir örneklemi olarak konumlandırılır. Tarihin bu şekildeki tevili, günümüz toplumunu, mekanik ve kapitalist bir zeminde tanımlamaya kaynaklık eder.

Meseleye başka açıdan bakmama müsaade edilsin: “Medeniyet” kavramı, geçmişi anlama ve anlamlandırma çabamızın bir ürünü olduğundan sanırım kimsenin şüphesi yoktur. Şu hâlde bugün ve bugünden sonraki hayatımızı anlamaya çalışırken çoğu aydının, bu anlama faaliyetini geçmişin bir sunumu olan medeniyet kavramına uyumlamak ve hatta medeniyetin içlemine sokmaya çalışmak gibi ıslah olmaz bir inatları olduğunu neredeyse herkes bilir! Öyleyse sormak lazım: Bu inat, geleceğimizi geçmişe mahkûm etmek değil midir; hayatın gidişatını gerekirci (determinist) bir zaman çizgisine oturtmak değil midir? Bunlar doğruysa, şu hâlde bizim yaptığımız, bugünü çarpıtmak değil midir; ısrarla bugünün “kendiliğini” göz ardı edip onu geçmişin (tevil edilmiş tarihin) kurgusuna bir neden-sonuç ilişkisi bağlamında katmak değil midir? Kuşkusuz bütün bu soruların ayrıca bir kinaye olarak ifade ettiği düşünce, geçmişi inkâr etmek yahut onu hayatımızın düşünsel faaliyeti dışında tutmak değildir; bu, faili olduğumuz bir sürece (hayata) bizi daimî nesnesiymiş gibi gören (münfail gören) her türlü teşebbüsten kaçınmak gerektiği konusunda bir ısrardır. Bu ısrarın aksine tutum sergilemek, kaçınılmaz bir şekilde gelecek nesillerimizin kendi yazgılarını belirleme ve biçimlendirme haklarını ellerinden alıp onları kendimize mahkûm etmeyi doğurur; tahribine göre konuşmak gerekirse bu aslında bir cinayettir. Zaten bugünkü savaşları körükleyen (örneğin, Filistin’de devam eden kaos), gelecek nesilleri ve çağdaşımız olan “öteki”yi yok sayan şey (örneğin, ideolojik saplantılar, töre cinayetleri, mahalle baskısından kişilik bozukluğuna sürüklenenler ve eğitimle gelecek nesilleri şekillendirme), bizim bu bencilliğimiz değil midir? Öyle ki esasında nasıl renk alacağı belirsiz olan gelecekteki hayatımızın rahatı ve güveni için kendisinden şüphe duyduğumuz herkesi düşman bellemeye varacak kadar solipsist ve geçmişe angaje davranmak, özü kendine yetememenin dolaysıyla öz-gür olamamanın ve böylece insan olamamanın bir dışavurumu değil midir? Nihayetinde bencillik, insan olmayı ıskalamaktır; kendini görünmeye ve ekonomiye dayalı gerekirci bir zeminde tanımlamaktır. Çünkü hayatı gerekirci bir çizgiye oturttuğunuzda bugünkü hamlenizin yarınki hayatınızı belirleyeceğine iman edersiniz. Tevil edilmiş Tarih, bu gerekirci çizgi -ve putlar icat etmek- için bir meşruluk aracı olarak hizmet görür. Örneğin, tevil edilmiş Osmanlı tarihi, kimileri için siyasi varlığını perçinlemek için ötekini cerh etmenin bir aracıdır. Ya da Tarihin bir olgusu olarak tevil edilmiş Hz. Muhammed’in sünnetini, kimileri, bugünün toplumsal koşulları ile olabildiğince çatışan, küçük yaştaki çocuklarla evlenmenin meşru zemini kılabilir. Dahası, öncekilerin tuttuğu yol üzerinde sebat edenlerin, “ya atalarınız yanılmışsa?” sorusunu yalanlamaları, bu gerekirci çizginin bariz bir dışavurumudur.

Biz tüketmek, kullanmak ve sadece itaat etmek mecburiyetinde olan yaratıklar değiliz; bizim üretmek ve değiştirmek gibi vasıflarımız da var. Biz kendimizi daimî olarak bazen kimin tarafından tanımlandığı belli olmayan, zamandan aşkın ve metafiziksel olan kimi ideolojik, donuk ve tarihsel okumaların ve paradigmaların içine konumlandırmaya mahkûm değiliz ve bu konumlandırmayla birlikte “öteki”nin karşıtlığında tutum sergilemeye de mecbur değiliz. Eğer şartlarımız bizi zorlarsa, önceki nesillerin bize bıraktığı, hayatımızı güçleştiren tarihsel teviller değiştirilemez değildir; hiç olmazsa sosyal hayatın kenarına konulmalıdır. Zaten bizim o çok güvendiğimiz tekin “Bilim”, gücünü buradan almıyor mu? O, deney yeni bir şey verdiğinde mevcut olanı veri ile uyumlu olacak şekilde hemen değiştirmiyor mu? Ama vazgeçemediği bir şey varsa o da belit olarak kabul ettiği “Evrenin homojen ve düzenli bir yapıya sahip olduğu” dur; bunsuz iş yapamayacağını ve yaptığı işi de herkese meşrudur diye kabul ettiremeyeceğini bilir. Bizim de değiştiremeyeceğimiz şeyler vardır elbette; “adalet” gibi mesela. Bu meyanda denilebilir ki Türkiye’de, bugün hâlâ devam eden etniğe -ya da dine- dayalı ötekileştirmenin temelinde, tevil edilmiş tarihin bugünü belirlemesinin yattığını belirtmekte yarar vardır. Türkiye’deki kimi insanlar, kendilerini bu tevil edilmiş tarihe angaje ederek, bugünü gerekirci bir çizgiye oturtuyorlar ve böylece geçmiş, şimdiyi ve geleceği belirlemiş oluyor. O arızalı ve sisli geçmiş, bugünü çepeçevre kuşatırken, şimdi’nin çocuğu olan yüzlerce insanın hayatı mahvolmaktadır.

Biz Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’nde vardığı düşünceye benzer şekilde, düzenlenmiş ve belirlenmiş bir hayatın akışından çıkıp hayatımızı zamanın koşullarıyla uyumlu ve geçmişin getirdiği sorunları bertaraf edecek şekilde anlamlandırmakla mükellefiz. Bu yapılmadığı takdirde sevinçten ziyade bize üzüntü yaşatan hayatı değil, tasasız bir sessizliği yaşatan ölümü tercih etmek daha kârlı olmaz mıydı? (25.09.2016)

Not: Gazların Kinetik Teorisi'nde, bir kutunun içindeki atomların özdeş davranışlar gösterdikleri varsayılarak, deney verileri ile uyuşan kimi bağıntılar elde edilir; benzer biçimde, Tarih’e angaje olmuş, ya da bireyselleşmemiş (=öz-ü-gürleşmemiş) ya da bir grup veya cemaat içinde ancak hareket edebilen insanlar hakkında da yüksek olasılıklı öngörülerde bulunulabilir: en azından, üç yıl önce yazılmış olan bu yazının ihtiva ettiği fikrin hâlâ geçerli olması, bu düşüncemi destekler niteliktedir (24.07.2019).

*Arş. Gör. Fizik Bölümü