Önce vatan gerçek vatan

Kürtçe ve Kürdistan, Kürtler nezdinde gün geçtikçe sığınılabilecek ev olma kimliğini kaybediyor. Gezgin ozanların, dengbêjlerin, Kürt toplumunun bütünleştirici yegane zenginliği ve hazinesi olan dil ile kurdukları ilişki, yeni kuşaklara geçmekte büyük zorluklar yaşıyor.

Google Haberlere Abone ol

Hamid Omerî

Michel Foucault kendisiyle yapılan bir söyleşide “Sonuçta tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev, çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.” der.

Platon’un Devlet'inden bu yana baştan çıkarıcı yanları düşünülerek sanata, sanatçıya dönük sansür hep var olmuştur. Sansür, sadece ahlaki ve pedagojik temelde değil siyasi ve hukuki çerçevede de uygulanmıştır; uygulanmaktadır. Sansürle birlikte susturulan ve susturuldukça da büyüyen boşluklar her zaman olmuştur. Yakın Doğu’da boşlukta kalan ve konuşamayan; konuşturulmayanlardan biri de Kürtçe ve Kürdistandır. Kendinden geçtiği sırada sanat üretebildiği düşünülen sanatçının, halkı yanlış yönlendirebileceği kaygısı, bugün için, Kürtlerin sığınabileceği tek ev olan gerçek vatanlarının, sinema perdesinde buzlanmasına, ülkeleri olan Kürdistan’ın Ortadoğu’ya dönüşümüne rahatlıkla sebep olabilmektedir. Meclis kayıtlarına Kürtçenin “Bilinmeyen bir dilde birtakım kelimeler” veya “Türkçe olmayan bir dille birtakım kelimeler” şeklinde geçmesi ise düşündürücü olmaktan ötedir. Bu bariyer ve kısıtlamalar, siyasi ve hukuki çerçevede Kürtler için hem ifade özgürlüğünün yerini bulmasında hem de özgür olmanın yolunu bulmadaki zorluklarını artırmaktadır.

Diğer yandan edebiyata yansıyan taraflarıyla Pierre Bourdieu’nün ifadesiyle sansürlenen metin, eksiktir. Elbette bu yönüyle eksik kalan eser, okura tam anlamıyla ulaşamamaktadır. Metin, sadece eksik değildir. Bir bakıma ters yüz de edilmiştir. Bahsettiğimiz eksiklik sadece maddi bir kusur değildir. Klasik metinlerin çevirilerinden tutun günümüz romanlarının çevirilerine kadar Kürdün, Kürtçenin ve Kürdistan’ın susturulmasında iktidarların yanı sıra yazarlar, akademisyenler ve çevirmenler de etkili olabilmektedir. Sansür uygulamalarını gerçekleştiren isimlerin aldıkları formasyonları dikkate aldığımızda adeta her birini Muzır Neşriyatttan Koruma Kurullarının gönüllü üyeleri olarak değerlendirmek hiç de hatalı ve haksız bir yaklaşım olmayacaktır. Örneğin Said Nursi’nin Risael-i Nur Külliyatı'nda geçen Kürt, Kürdistan gibi ifadeler, kimi çeviri ve sadeleştirmelerde tahrifata tabi tutulmuştur. Devletin devamlılığını esas alan görüşün etkisinde kalan çevirmen ve yayıncıların bu konularda daha esnek olması beklenirken, metinlerinin kurul ve kontrollere girme ihtiyacı duy(ul)madan ilk elden bu tahrifatları yapmaları üzücü olduğu kadar incelenmeye de değerdir.

Devletlerin ‘halkı kötülükten korumak’ düşüncesiyle uyguladığı bu ve benzeri kısıtlama ve yasaklamaların, sanat dünyasına yansıması akla bilinçsiz sanatçı imgesini getiriyor. “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu”nun bu tarafa düşen gölgesi yüksek tepelerin yollara ve ikamet yerlerine bakan taraflarına kireçli taşlarla 'önce vatan' yazdırırken, yazının seslendiği ve korkuttuğu halkı ise gerçek vatanlarından etmeyi amaçlamaktadır. Dilinden uzaklaştırılan her Kürt, kanun koyucular nezdinde muzır olandan korunmuş ve tehlikelerden uzaklaştırılmıştır.

Halkın kötülükten korunması çok yönlüdür ve bunun siyasi ve hukuki ayakları olduğu gibi etik, pedagojik ve sosyolojik tarafları da bulunmaktadır. Böylesi çok katmanlı bir kuşatma ile nefessiz bırakılmaya çalışılan bir dilin ve beraberinde bir halkın susturulması, o dilin ve halkın ölümüdür. Bu ölüm, bir dile ve halka, kanunlar, kurullar, çeviriler yoluyla yaşatılmaktadır. Yazarın, yayıncının veya çevirmenin bu sansürü uygulaması ya da bu susturma ve ölüme seyirci kalması kabul edilemez.

Bu verilerden yola çıkarak şunu söylemek pekala mümkündür: Kürtleri gerçek vatanlarından ayırmanın temel gayesi Kürtlerin ulus olma bilincini yaşamalarını engellemektir. Bilinçsiz yazar, bilinçsiz söylem, bilinçsiz eserin tehlikelerinden korumak! Bunu uzatmak mümkündür. İktidarın, yazarın, yayıncının, çevirmenin bagajı doludur. Çünkü siyasi ve kültürel bagajın etkisi ile muzır bulunana karşı bir silah olarak kullanılan sansür uygulamaları, sadece devlet ve ilgili kurullarından değil yayıncılardan, yazarlardan, çevirmenlerden de gelebilmektedir. Geçtiğimiz günlerde Paulo Coelho’nun “On Bir Dakika” adlı romanında geçen Kürdistan ifadesinin, Ortadoğu olarak çevrilmesine, okur, haklı bir tepki gösterdi. Sosyal medya üzerinden dile getirilen tepkilerin haklılığı üzerine başarılı çevirilerini okuduğumuz çevirmen Saadet Özen’in konu hakkındaki duygu yoğunluklu açıklamasının muğlaklığı gideremediğini de belirtmekte fayda var. Can Yayınları'nın sahibi Can Öz’ün, hata yapıldığını kabul ederek, tepkilerin haklı olduğunu ve kitabın toplatılarak ilk baskıda hatanın düzeltileceğini söylemesi elbette önemlidir. Pek tabii ki onlarca kez baskı yapmış, okunmuş bu romanın, bugüne kadar ‘okunmuş hali’nin düzeltilemeycek oluşu da önemlidir.

Foucault’yla başladık onla noktalayalım. Doğruyu Söylemek’te Parrhesia’dan yani doğruları apaçık söylemenin tehlikelerinden bahseder Foucault. Edebiyatı, Kürtçe yapmanın kendi başına ciddi zorlukları var bugün. Bu tehlikeyi ve zorluklarını en iyi bilenler elbette edebi eserlerini, susturulmaya çalışılan dilleri ile veren Kürt yazarlardır. Kürdistan demenin maddi ve manevi zorluklarını yaşayanlar da onlardır. Devletin ilgili kurumları ve kanunlarının olmadığı yerde adeta zımni birer ‘kanun hükmünde kararname’ ile ortaya çıkan sansür uygulamaları hazindir. Kimsenin bilgisini ve bilinç düzeyini sorgulamak gibi bir niyetim yok. Dediğim şu: Kürtçe ve Kürdistan, Kürtler nezdinde gün geçtikçe sığınılabilecek ev olma kimliğini kaybediyor. Gezgin ozanların, dengbêjlerin, Kürt toplumunun bütünleştirici yegane zenginliği ve hazinesi olan dil ile kurdukları ilişki, yeni kuşaklara geçmekte büyük zorluklar yaşıyor. Evinden uzaklaşan Kürtler ile evlerinden uzaklaştırılan Kürtler katmanlı olarak bu medcezirin içerisinde hırpalanıyor. Bunun nedenlerinden biri de yukarıda kısmen bahsi geçen ve devlet ile devlet düşüncesinin kaygı ve tasasında birlik olmayı direkt veya dolaylı olarak içselleştiren kurum ve kişilerin, bir şekilde doğurduğu sonuçlardır.

Sonuç olarak: Kürtçenin, Kürdistan’ın, sanatın veya sanatçının cazibesinin yaratacağı endişeden duyulan korkuya, yazar, yayıncı ve çevirmen yenik düşmemelidir. Emin olun Kürtlerin kendilerine uyguladığı otosansür akla ziyandır. Bu oldukça başka endişeye hiç gerek yok!

Güzel Tehlike (Metis Diyaloglar) Çev. Savaş Kılıç, İstanbul: Metis, 2016.

Platon, Devlet. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2016.

Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu: 21/6/01927’de kabul edilen kanun kimi değişikliklerle yürürlüktedir.

Foucault, Michel, Doğruyu Söylemek, Çev. Kerem Esken, İstanbul: Ayrıntı, 2010.