Hepimiz göçmeniz, hepimiz işçiyiz, hepimiz toplumuz
Bugün göçmenlik meselesiyle yaşadığımız karşılaşma, sınıf kurumlarının toplumsal -toplumu yeniden düzenlemekteki ve toplum kurmaktaki- sorumluluğu ve işlevi üzerine yeniden düşünmemizin de önünü açıyor. İşçi sınıfı kurumlarının "sadece işçiler için" olmadığını ve olamayacağını yeniden düşünmeye belki bu vesileyle daha hazır hale geliyoruz.
Baran Gürsel
Devletin ve sermayenin hem kriz hem de bir fırsat olarak gördüğü göçmenlik meselesine tabandan ve eşitlikçi bir yaklaşımın nasıl geliştirileceğine dair tartışmalar yapılıyor. Ben böyle bir yaklaşımın şu üç düşünceyi referans alabileceğini düşünüyorum:
1. Hepimiz -ruhsal olarak- göçmeniz.
Göçmenlik durumunun/ruhsallığının özgünlüğünü tanımak ne kadar önemliyse, yerleşiklikle göçmenlik arasındaki bağlantıyı, yakınlıkları görünür hale getirmek de o kadar önemli geliyor bana. Hepimizin göçmenliğini vurgulamayı, güncel göçmenlerin durumunu/ruhsallığını inkâr etmek değil, daha yerleşik gözüken bizlerle güncel göçmenler arasındaki bağları hissetmemize olanak tanıyacak bir girişim olarak görüyorum.
Hepimizin ruhsal göçmenliğinin temelde, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizden oluştuğunu düşünebiliriz Koparılma, kaybetme, kaybolma, engellenme, yoksunluk, tanınmama, zorlanma, sürgün edilme, güçsüzlük, zulüm görme vb. birçok deneyim güncel olarak göçmenlik durumunda olmayanlara da tanıdıktır. Göçmenlik durumu/ruhsallığı bu deneyimlerin özgün bir bileşimi olabilir ama yerleşiklikle göçmenlik arasındaki bu ortaklık bize şunu söyler: Göçmenlikle/göçmenlerle ilişkili olarak yaşanan kayıtsızlık, yabancılık, garipseme, nefret ve öfke sadece dışarıdaki başka insanlara yönelik değildir. Bu türden "duygular" aynı zamanda kendi göçmenliğimizle, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizle kurduğumuz ve kuramadığımız ilişkilerin ifadelerdir. Bunlar, göçmenlerle yaşanan karşılaşmalarda, "göçmenliğe benzer" deneyimlerimizin bize fazlasıyla yakıcı ve taşınamaz gelmesiyle alakalı olabilir. Özellikle örneğin göçmenlere yönelik nefret ve öfke ifadeleri ve eylemleri, güçsüzlük hissini tersine çeviren "gücü yeniden kazanma" hayalleri üzerine oturur. Bugün olduğu gibi, toplumsal baskı ve "ekonomik sıkıntıların" bu türden ruhsal deneyimleri (güçsüzlük, kontrolsüzlük, yoksunluk...) daha yakıcı hale getirdiği durumlarda devletin ve sermayenin de işe koşmak istediği -ruhsal krizlere dönüşmüş düzen krizini konuşulmaz tutarak, yani bir yandan onun işlenmesini engelleyerek- bu "ezilmişliğin" karşısında "gücü yeniden kazanma" arzusudur. Onların topluma çağrısı bu yüzden "birlikte güçlü/zorba olmaya" yöneliktir.
Bu ruhsal göçmenliğimiz üst kuşaklarımızın göçleri, göç etme ihtimalinin baskısı ve/veya göçmen durumuma geçmemizle de şekillenebilir, beslenebilir.
Bazılarımızın üst kuşaklarının yakın hikâyesinde, büyük çoğunluğumuzun da üst kuşaklarının hikayelerinin bir yerlerinde bulunan göçmenlik durumu/deneyimi, güncel dünyamıza çeşitli biçimlerde sızabilir. Göçmenlik; unutulan, unutulmak istenen, unutulamayan, kısmi olarak hatırlanan, konuşulamayan, hayal ve hayal kırıklıkları uyandıran, heyecan ve acı veren, umut ve keder yaratan, güncel yaşama ne yerleşen ne yerleşmeyen,... bir "şey" halinde var olabilir. Hatta belki yerleşiklik, bir yere ait olma, bir yere sahip olmaya ilişkin kurgularımızın bu göçmenlik ve göçmenliğe benzer deneyimlerimizle ilgili ve bunlara "karşı" geliştirilmiş hikâyeler olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı aşırı sahiplenici tutumların derin tedirginliklerle ilişkili olduğunu iddia edebileceğimiz gibi.
Kendi göçmenliğimize, bir nedenle başka bir ülkeye göç etme ihtimalimiz de katılabilir; iki taraflı bir biçimde: Bir kaygı unsuru ya da bir ortaklaşma unsuru olarak. Devlet ve sermayenin bugün tedirginliği canlı, ortaklığı da olabildiğince yararlı tutmak istediğini varsayabiliriz. Bu durumda bizim gibi -kısmen- yerleşik göçmenlerle, henüz buraya gelmiş göçmenler arasındaki bağları kurmak için, destek faaliyetlerinin yanında ortaklaştırıcı kurumların, devlet ve sermayenin politikalarına karşı sahici, kurucu ve sürekli müdahalelerine ihtiyaç vardır. Bu müdahalelerin neler olabileceğini başka yerlerde tartışabiliriz* ama burada değindiğimiz konu (hepimizin göçmenliği) açısından şunu vurgulamayı özellikle önemli buluyorum: Ortaklaştırıcı müdahaleler, yerleşik göçmenler olarak bizlerin, henüz buraya gelmiş göçmenlere destek verme isteğinde/söyleminde takılı kalmamalı; dolayısıyla bizim de sorunu bu şekilde dışsallaştırmamıza, dışarı atmamıza izin vermemeli. Aksine bu müdahaleler bizlere, kendi göçmenlikle ilgili zorluklarımızı çözme/sindirme alanları açmalı ve bunun sorumluluğunu bize özellikle hatırlatmalı.
2. Hepimiz nesnel olarak işçi, potansiyel olarak Türkiye'nin ve dünyanın işçi sınıfıyız.
Yaşamak için çalışmak zorunda olanlar olarak ister işsiz ister aktif çalışan olalım, ister iyi ister kötü koşullarda çalışalım ister "orta sınıf" ister "halktan" gözükelim ister burada büyümüş ister buraya başka yerden gelmiş olalım, hepimiz işçiyiz. Tabii bu gerçek, hem göçmen olmayan işçilerin kendi aralarında hem göçmen işçilerin kendi aralarında hem de iki grubun kendi arasında bağlar kuracağı, birbirine dolaşık kaderlerini ve ortak kök deneyimlerini yeni bir dile tercüme edecekleri sonucunu kendiliğinden bir şekilde doğurmuyor. Hatta böyle bir ortaklaşma ve sınıf olma süreci, bizzat Türkiye'de büyümüş işçilerin sınıf olma konusundaki direnç ve engellenmişlikleri nedeniyle de sekteye uğruyor. Türkiye'deki işçiler arasındaki kamplaşma nasıl ki her iki mahallenin kendi içlerinde bile sınıf olmaya gayret etmekten "geri durmalarıyla" eş zamanlı işliyorsa yerleşik ve göçmen işçiler arasındaki kamplaşma da benzer şekilde işçilerin kendi gruplarında sınıflaşmaktan kaçınmalarıyla eş zamanlı ilerliyor. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Yerleşik ve göçmen işçilerin sınıf olma yolunda birlikte ilerlemekte zorlanmaları önemli ölçüde, yerleşik işçiler olarak bizlerin kendi içimizde sınıf olma yolunda ilerlemekte zorlanmamızdan kaynak alıyor. Ayrımcılık da, sınıf olma sürecindeki "gerilemeci" eğilimlerin bir belirtisi. Bununla birlikte sadece bu belirtiye odaklanarak insanlardan "iyi bireyler" olmalarını talep etmek, meselenin kısmi ve etkisiz bir ele alınışına işaret ediyor. "İyilik", yani öteki için sorumluluk alabilmek, ancak tabandan örgütlü eylemle mümkün olur.
3. Hepimiz toplum için işçi sınıfı kurumlarının müdahalelerine ihtiyaç duyuyoruz.
Ancak gücünü tabandan alan işçi sınıfı kurumları, yerleşik işçilerle göçmen olan işçilerin deneyimlerini birbirine dokuyabilir ve tercüme edebilir. Bununla birlikte bu türden kurumların tek etkisinin işçilerin bağlarını onarmak/yaratmak olduğunu düşünemeyiz çünkü bu onarma/yaratma süreci aslında kaçınılmaz olarak toplumu da yeniden düzenleme sürecidir; yeni ilkeler, değerler, pratikler ve ilişkiler vasıtasıyla.
Aslında işçi sınıfının kurumlarının toplumu düzenlemekteki -kapitalizme özgü- sorumluluğu ve rolü üzerine genelde usulen konuşuruz, hatta söz konusu olan herhangi bir türden ayrımcılıksa bu konu üzerinde pek durmayız. Galiba toplumun baskı altındaki tüm kesimlerinin örgütlenerek güçlü olabileceği ve baskıcı ilişkileri dönüştürebileceği gerçeğiyle, işçi sınıfının kapitalist ilişkileri dönüştürmekteki merkezi rolünü birlikte düşünmekte bazen hâlâ zorlanıyoruz. Bu zorlanmayı demokratik birçok yaklaşımla olduğu gibi birçok sınıfsal kurumla da paylaştığımızı söyleyebiliriz -ama bir yandan bu da başka bir tartışma. Bununla birlikte bugün göçmenlik meselesiyle yaşadığımız karşılaşma, sınıf kurumlarının toplumsal -toplumu yeniden düzenlemekteki ve toplum kurmaktaki- sorumluluğu ve işlevi üzerine yeniden düşünmemizin de önünü açıyor. İşçi sınıfı kurumlarının "sadece işçiler için" olmadığını ve olamayacağını yeniden düşünmeye belki bu vesileyle daha hazır hale geliyoruz.
Bu üç maddeyi birbirine bağlayarak özet olarak ifade edersem, işçi sınıfı kurumlarının şu üç sorumluluğu iç içe geçmiş ve büyük ölçüde başkalarına devredilemez gibi gözüküyor:
*Göçmenlik meselesiyle karşılaşan işçilerin kendi göçmenlikleriyle kurdukları ilişkileri konuşmaları, görmeleri, işlemeleri için alanlar açmak.
*Yerleşik işçilerle güncel olarak göçmen olan işçilerin buluşma/karşılaşma alanlarını oluşturmak ve düzenlemek; karşılaşmaları ortak dil ve eylemlere tercüme etmek.
*Kendi içinde eşitlikçi ilişkiler, sözler ve eylemlerle topluma yeni bir etik çerçeve sunmak ve bu çerçevenin takipçisi olmak.
Benim de buradaki fikirlerle katılmak istediğim göçmenlik meselesi üzerine soldan yürütülen tartışmaların, hem yerleşik hem de göçmen olanlarımızın -ruhsal ve toplumsal- yaşam koşullarının birlikte değişmesine vesile olması dileğiyle...
*Kendi adıma Yeni Emek Çalışmaları Ofisi'ni bu türden perspektif ve yöntemler üzerine düşünülebilecek yerlerden biri olarak bir görüyorum. Çalışmayı merak edenler siteye göz atabilir.