Şundor/Sınır

İnsanların birbirini unutmak zorunda bırakıldığı, her şeyin lime lime edildiği geçmişte, vilayet adını yitirmiş ve “devlet”e göre vilayetin adı da artık Dersim olmayacaktır değil, olamayacaktır. Artık öngörülen, belirsiz bir gelecek yerine bu geleceğe zorla sahip olan ve zamanı donduran, sınırı geçmiş bir sınır olarak “devletten” bahsediyoruz.

Google Haberlere Abone ol

Nevin Ferhat-Kemal Baş

Engin Eroğlu’nun anısına...

“Haq, kêmera şundor barê vılê mordêm mekero./Haq kêmera şundor na dina u a dinade barê vilê to kero.” (1)

Bu yazı bütünüyle kırmızıyla, hem de aşılmış bütün sınırların kırmızısıyla yazılmalıydı. Sonra kendi derelerinin kırmızı çizgilerini geçmekten korkanların kapılarına ve hâlâ kan sızan tarihin duvarına asılmalıydı.

Dersim Belediyesi Meclisi, oy çokluğuyla aldığı kararla belediyenin isminin Dersim olarak değiştirilmesine karar verdi. Bunun üzerine Devlet Bahçeli, isminden aldığı güce dayanarak, Belediye Meclisi’nin kararı ile ilgili olarak şu cümleleri dile getirdi: “Söz konusu belediyenin hizmet binasında bulunan tabelalarda yazılı “Tunceli” ifadesinin yerine Dersim yazılmasıyla ilgili karar yok hükmündedir, ayaklarımızın altındadır, gereği de mutlaka yapılmalıdır. Türkiye’de resmi olarak ‘Dersim’ ismiyle anılan bir vilayet yoktur, olamayacaktır. Komünist ve bölücü komploya göz yummak, alttan almak, sessiz kalmak feci akıbetlere davetiye çıkaracak, beka düzeyinde tehlikelere kapı aralayacaktır. Hiç kimse aldığı oy ve desteğe güvenmemelidir. Hiç kimse Türk milletinin hassasiyetleriyle oynamaya kalkışmamalıdır. Yanlış hesap mutlaka dönecek, namlu ters tepecek, muhatapları elbette mahcup ve millet nezdinde mahkum olacaklardır.” (2) MHP’li Milletvekili Mehmet Taytak ise Türkiye Cumhuriyeti’nin meclisinde şunları söyledi: “Popülizme yenik düşerek bazı çevrelere şirin gözükmek için geçmişi karıştırmaya çalışanların sonu, geçmişte dedelerinin başına gelenlerden çok farklı olmayacaktır. Kendi hayal aleminde Türk devletine başkaldırdığını düşünenlere er ya da geç devletin tunç eli tanıtılacaktır.” (3)

Devletin elini, kolunu en yakından bilen ve bu organların neler yapması gerektiğini de söyleyen her iki şahsiyetin en dikkat çekici ve neredeyse birbirini tamamlayan sözlerinin yankısına kulak verelim: “Dersim ismiyle bir vilayet yokturrrrr, olamayacaktırr”, “geçmişte dedelerinin başına gelenlerrr”... İnsanların birbirini unutmak zorunda bırakıldığı, her şeyin lime lime edildiği geçmişte, vilayet adını yitirmiş ve “devlet”e göre vilayetin adı da artık Dersim olmayacaktır değil, olamayacaktır. Artık öngörülen, belirsiz bir gelecek yerine bu geleceğe zorla sahip olan ve zamanı donduran, sınırı geçmiş bir sınır olarak “Devletten” bahsediyoruz. O, bu vilayete yeri geldiğinde Dersim diyebilir, ama vilayetin insanına asla Dersim dedirtmeyecektir. Çünkü Dersim’e, Dersim denilmesi bir “beka” sorunu olarak görülmektedir. Yine de sormalıyız, Dersim 38, Türkiye’nin bekasını sağlamak için yeterli olmamış mıydı? Ancak söz konusu olan “Yeni Türkiye”nin bekasıdır ve Dersim için yeniden bir tunç el hazır bekliyordu.

Yeni Türkiye’nin ABD’nin türlü yaptırım tehdidine rağmen S-400 alımı, Suriye’deki -Afrin’in- işgali ve müdahaleleri, Doğu Akdeniz’de yarattığı gerilim dikkate alındığında ve Kürtleri kadersel, değişmez bir noktaya sabitleyerek yeni ve yeniden bir tarih yazma çabasında olduğunu söyleyebiliriz. Bu tarih yazma denemesinde geçmiş ve şimdiden bakılınca sirius misali görünen o parlak gelecek ise dış politikada olasılıklara daha doğrusu ihtimallere bağlı olacaktır. Devlet, böylesi bir tarihi yazarken savaşlar ve işkence-mekanlar oldukça önem arz ediyor. Zira “Yeni Devletin”, 15 Temmuz darbe kalkışmasından itibaren yazmaya başladığı bu tarihte “kopuş ve süreklilikler” yurtta baskı ve hukuksuzlukla toplumu zapturapt altına alarak, sınır ötesinde ise savaşla gerçekleştirildi. Devletin tarihini okurken bunları paranteze alırsak anlatı eksik kalacaktır. Yani bir kentin veya bir insanın hikayesine benzemez devletin tarihi. Hikayeler, bir sırrın ve sınırın doğayla korunduğunu anlatırken; devletin tarihi ise sırrın ve sınırın zorla nasıl ihlal edildiğini ve bunun nişanesi olarak da nasıl bir anıt yapıldığını anlatır. Meydana gelen bir değişimin, ansızın beliren bir ağacın yahut akarsuyun nedeninde bir sır saklıdır. Dahası doğanın bu farklı şekillenişleri, sırrın sınırları ve sınırların görünüşleridir. Lakin bir kentin hikayesi, bir devletin tarihinin yanında ne olabilir ki!

HİKAYELER

Hikayelerin kendine özgü bir zamanı vardır. Geçmiş olayları anlatırken şimdi ve gelecek ile konuşur. Dolayısıyla hikaye ne geçmiş ne şimdi ne gelecektir. Zamanın çizgiselliğine karşı dallanıp budaklanarak ve ilerleyerek bir hikaye var edilir. Başlangıç ile son arasında neden sonuç silsilesi yerine sözler, gülüşler, göçler ve rüzgarlar vardır. Tahmin edileceği üzere bir hikaye, devletin tarihi ile paralel olarak sürerken bazen kesişir, bazen de görece bağımsız bir şekilde devam eder. Bir kentin hikayesi, devletin tarihiyle kesiştiği anda, hikaye bir başkasına miras bırakılır. Mirası alan kişi, zamanın en keşmekeş ve en acılı anında, gözlerini zamana ve insana dikerek anılar biriktirir. Bir eşikte dururken bir başkasına verilen söz, “hikayeyi-hikayemizi” anlatmak üzerinedir. Çünkü hakikat tam da hikayenin içinde gizlenir.

Bununla birlikte eski zamanlardan beri sırlı olan hakikatin bir ikizi de belgelere bölünerek ve üzeri örtülerek saklanmaktadır. Dolayısıyla iktidarın ağzından hakikati duyabilmek veya kendi tarihinin karanlık yanıyla yüzleşebilmesi için “devrim” niteliğinde bir değişimin olması gereklidir. İşte belki de o zaman yaşamın doğum ve ölümle düğümlenmiş yolu üzerinde derin bir nefes alınabilir ve gölgeler silinebilir. Buna karşın devlet, ölümün bakır ile kalayın bir alaşımı olduğunu, ellerinin kader ve hayat çizgisine bakıp söyleyecektir. Bu noktada Q. Tarantino’nun yönetmenliğini yaptığı Kill Bill’in ikinci bölümününde yaşam ve ölüm üzerine yapılan diyalogdan bahsetmek yerinde olacaktır. Bill, bu uzun diyaloğun bir yerinde çocukları BB’ye: “Vurursam, annene ne olacağını biliyordum. Bilmediğim şey, anneni vurduğumda bana ne olacağıydı” der. Devlet de o tunç elini indirdiği zaman, bunun Dersim için bir son olacağını biliyordu. Hayatta kalan yetişkinler ve çocuklar, sürgün edilecekleri yerlerde dillerini, kültürlerini unutacak ve böylece onların kalpleri ve bellekleri yeni anılarla dolacaktı. Peki, yerinden yurdundan sürülmüş karanlığın yapıştığı o kara gözler, bindirildikleri trenlerden ve sürgünden başka neyi hatırlayacaktı? Belki de seksenine varmış ve yüzünü görmedikleri Seyit Rıza’nın, Kasım'ın 15’inde söylediği o sözü anımsayacaklardı: “Kerbela’nın evladıyız, ayıptır, zulümdür, cinayettir!” Böylece sürüldükleri o uzak diyarlarda bu sözü belli belirsiz işiterek geçmişi yeniden kuracaklardı, tıpkı, bir çocuğun kendi doğduğu günün anısını kurması gibi... Kısacası devletin, hayal dünyasında ürettiği yalan ve hilelerle baş edemeyen ama yine de diz çökmeyen yaşlı bir adamın direnciyle ve bir çınar kadar yaşlı hikayelerin mirasıyla Dersimliler, 1938 soykırımına ve daha sonraki kırılmalara rağmen kendilerini yeniden var etmenin yollarını buldular ve bulacaklar.

Son olarak bu yazı vesilesiyle Dersim Barosu’ndan Avukat Barış Yıldırım başta olmak üzere suyun, kurdun, kuşun, dağın, taşın kısacası cümle canlının ve cansızın hakkını savunan herkese en içten saygı, hürmet ve dayanışmayla...

(1) Tanrı, sınır taşını kimsenin boynuna yük etmesin./Tanrı, sınır taşını bu dünyada da o (öteki) dünyada da senin boynuna yük etsin. H. Çakmak, Dersim Aleviliği: Raa Haqi-Dualar, Gülbenkler, Ritüeller, s. 168.

(2) http://www.hurriyet.com.tr/gundem/bahceliden-ysknin-gerekceli-karari-ile-ilgili-aciklama-41223453 , erişim tarihi: 03.07.2019

(3) https://www.artigercek.com/haberler/mhp-den-dersim-tehdidi-sonu-dedelerinden-farkli-olmayacak?fbclid=IwAR2qe4-Y6BZaJoHrBehYvHrwmpyoyLztPyPICt4v4v2UOh48Rbaz691uozg, erişim tarihi: 03.07.2019