İmamoğlu popülist mi?

İmamoğlu zannedildiği gibi sadece “sevgi pıtırcığı” olduğu için değil, muktedirin ayrıştırıcı diline kendi kurduğu ısrarla hukuk, adalet, eşitlik, huzur talep eden bir dille direndiği için kazandı. Bu direnişin popülist olmadığını söylemek, ya da bazı sol çevrelerin iddia ettiği gibi popülist olduğu için muarızından çok da farklı olmadığını iddia etmek çok yanıltıcı olur. Ancak tam da bu analizde yanılmamak için bu gelişmenin ve taleplerin sadece İmamoğlu’nun talepleri olmadığını hiç unutmamak gerekir.

Google Haberlere Abone ol

Tezcan Durna

Son zamanlarda dünyanın başına gelenler, “ne çektik bu popülistlerden?!” serzenişini haklı çıkarıyor. Trump’tan Modi’ye, Macron’dan Maduro’ya, Bolsonaro’dan Erdoğan’a çağımız popülistlerin çağı olmaya aday. Popülizmin çok farklı anlamları var. Çağa, döneme, ekonomik ve toplumsal koşullara, siyasi konjonktüre göre renk ve retorik değiştirebilen hibrit bir kavram aslında popülizm. İşte bu nedenle sağın elinde de solun elinde de iyi kullanıldığı zaman kitleleri mobilize etme potansiyeli olan bir kavram. Zira kavramın kendisi halk denen güçlü ve pek çok şeyi değiştirme kudreti bulunan özneyi atıl halden mobil hale getirebilecek potansiyeli olan siyasal stratejiye gönderme yapıyor.

Aslında Cumhuriyetin de kurucu ilkeleri arasında yer alan “halkçılık” bu kavramın Türkçe karşılığı. Bu Cumhuriyetin ve onu kuran partinin de kurucu ilkeleri arasında yer alan kavram/ilke kısa Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca en çok tartışılan ve üzerinden en fazla kutuplaşma çıkan/çıkarılan kavram da olmuştur. Bazı kavramlar, fazla tartışılmaya başlandığı dönemlerde sanki ilk defa tartışılıyor ve ilk defa siyasal strateji olarak kullanılıyormuş gibi bir yanılsama ortaya çıkıyor. Hâlbuki popülizm kavramı belki de siyasal düşünceler tarihinin en çok tartışılan ve eski kavramlarından birisi. Halkçılık’ın Türkiye siyasetine ilk defa İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde, Rus entelijansiyasının Narodnik (Halka doğru) hareketinden devşirilerek ilhak edildiğini unutmamak gerekiyor. Halkın politik bir güç olarak kalıcı değişiklikler/devrimler gerçekleştirmenin motoru olduğu keşfedildiğinden beri popülizm modern siyasetin en popüler kavramlarından birisi demek ki. Tam da bu nedenle aslında kavram, Türkiye tarihinde bir hayli anlam yoğunluğu barındırıyor içinde. Elitizm, tepeden inmecilik, halkı hakir görme, halkın gündeminden uzak sırça köşkte oturma gibi muhtelif konum, tavır alış, siyasi duruş ve varoluş biçimlerinin tanımlanmasında payanda olarak kullanılan bir kavram ve siyasal strateji. Ancak bu tavır sadece Türkiye siyasetine özgü değil. Trump, ABD’de kurulu düzene “savaş açarak” ve kurulu düzenin temsilcilerine yukarıda bahsi geçen “suçlamalarda” bulunarak seçim kazandı. Aynı stratejileri günümüzün tüm popülist hareketlerinde ve liderlerinde görmek mümkün. Kutuplaştırma, kamplaştırma, kolayca “dış güçleri” hedef gösterme, içerideki siyasi muarızlarını “dış güçlerle iş tutmakla suçlama”, halkı “makbul olan ve makbul olmayan” şeklinde ikiye bölme ve makbul olan kısmı her türlü hakikat dışı yaftalara inandırmaya çalışarak büyütmeye çalışma neredeyse tüm popülist liderlerin ortak retoriği gibi görünüyor. Bu retoriği en güçlü şekilde etkileyen ise, evrensel hukuk normlarının popülistin retoriği lehine sürekli eğilip bükülmesi ve hukuki normların temel dayanaklarından yoksun hale getirilmesidir. Bu hukuki normların en çok da eşit yurttaşlık sözleşmesinin temelini oluşturduğunu düşünürsek, popülist retoriğin en çok da demokratik ve anayasal yurttaşlık hukukunu hedef aldığını düşünebiliriz. Elbette kolayca yalan söyleyebilme, gerçekleri ters yüz etme, “sahicilik” maskesi altında kabadayı, maço, aşırı erkek, ağır abi, tavrıyla muarızına yüklenme de bu kolayca uygulanan iletişim stratejileri arasında.

Popülizmin son yıllardaki Batı'da yükseldiği kanal göç dalgaları ve terör saldırılarına yönelik ırkçı bir tepkiden çok neoliberal politikaların reddine dayanıyor (1). Kuşkusuz göçmen düşmanlığı ve terör saldırıları, neoliberal vahşetin popülizme verdiği can suyu olarak işlev gördü şimdiye kadar. Bu düşmanlığın örneklerini son zamanlarda Türkiye’de de sıklıkla görüyoruz. Bu neoliberalizmle popülizmin suç ortaklığı olarak düşünülebilir, ancak bence bu suç ortaklığından ziyade, neoliberal çılgınlığın popülizme içkin olan aklını askıya alan tarihsel bir uğrak. Son zamanlarda sağ kanat/muhafazakâr popülizm karşıtı pek çok araştırmacının çok da fazla dikkat kesilmediği bir detay bu. Bu detay, halkın sağduyusunu kuşkulu hale getiren son dönemde yükselen muhafazakâr popülist hareketlere, karşı cenahtan yükselen alerji ile beraber siyasal strateji üretememe acziyetini de beraberinde getirdi hep. Sol hareketler popülist olmamak için, halkın dilini yakalama konusunda ciddi çekimserlik içine düştü. Ancak bu çekimserliği kıracak olan yine sağcı olmayan bir popülist stratejiyi demokrasi arzusuyla hayata geçirmek olmalıdır.

Türkiye üzerinden konuyu ele alacak olursak, popülizm bir siyasal retorik ya da strateji ise, ırkçı, ayrıştırıcı, hukuki ve ahlaki normlarla hakikati berhava edici bir yolla bu stratejiye hayata geçirmek ve bu sayede kitleyi mobilize edebilmek doğal sınırlarına ulaşmış durumdadır. Her teritoryal yayılmanın bir sınırının olduğu gibi, hakikati eğip bükmenin, kitleleri çarpık bir hakikat kurgusunun etrafında kenetlendirmenin de bir sınırı vardır. Bunu Trump ile ABD’li Cumhuriyetçiler, Türkiye’de AKP ile Erdoğan denedi. Denemeye ve başarılı olmaya devam eden daha pek çok örnek var. ABD ne yapacağından emin olamadığı bir aklı kıt başkanla nasıl başa çıkacağını bulmaya çalışıyor. Türkiye, özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gibi bir ucube sistemle eline ucu bucağı belli olmayan yetkiler verdiği bir tek adamla nasıl başa çıkacağını bilemiyor-du. Zira son yerel seçimlerdeki yenilgiyle Türkiye’deki nefret üreten ve tüm hakikat rejimlerini altüst eden muhafazakâr popülizmin doğal sınırına ulaştığımıza kani olduk. Bu sınıra bu netlikte ulaşmakta elbette umulmadık bir başarı gösteren Ekrem İmamoğlu ile vücut bulan muhalif cephenin maharetinin yanında, muktedirin panik ve buna eşlik eden güç sarhoşluğu sonucu yaptığı akıl almaz strateji hataları belirleyici oldu. Bunları tek tek saymak yerine, sadece İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin hukuksuz bir biçimde “hukuk eliyle” yeniletilmesini belirtmek yetecektir.

“Ekrem İmamoğlu Popülist mi?” sorusu bu bağlamda yanıtı hakkaniyetle verilmesi gereken bir soru. Bu sorunun yanıtını vermeye başlamadan önce Laclau’nun yaklaşık 15 yıl önce yazdığı Popülist Akıl Üzerine (2) başlıklı kitabında yaptığı gibi “kitlelerin aşağılanmasına” karşı çıkmak gerekiyor. Zira kitle korkusu denilen şeyin kendisi 19'uncu yüzyıldaki devrimleri harekete geçiren kitle hareketlerine atfedilen “kalabalıkların tekinsizliği” fikrine yaslanır (3). AKP iktidarı ve Erdoğan, birkaç defa kalabalıkların kendi kurduğu iktidarı için “tekinsiz” olabileceğini gördü. Bu deneyimin en “tekinsizi” ise Gezi Direnişi idi. Gezi Direnişi’nin temel retoriğinin popülist olmadığını kim söyleyebilir? Gezinin başı sonu olmayan ancak, bütün farklılıkların demokratik taleplerini eşdeğerlilikler üzerinde eklemleyen bir retoriği yok muydu? Ve bu popülist bir akıl barındırmıyor muydu içinde? Gezi sadece içinde her siyasi görüşten insanı barındıran, neredeyse birer komün ortamı oluşturan şen şakrak bir karnaval ortamı değildi. Kendisine nasıl yaşaması gerektiği, eşitsizliklere neden tahammül etmesi gerektiği söylenen yaşam alanları elinden alınan kent sakinlerinin bu vandalca dönüştürülen ve tamamen ticari bir meta haline getirilen yeni mekânlara mecbur bırakan bir muktedire cepheden bir karşı duruştu Gezi Direnişi. İşte bu direniş siyasetin her şeyden önce neden antagonizmalar üzerinden yürümesi gerektiğini bize çok iyi anlatır. Bir siyasal öznenin kendi varlığını öncelikle kendisine tahakküm eden karşı özneye hissettirmesi gerekir. Zira politik bir özne ancak mücadele ve antagonistik ilişki sürecinde varlık bulabilir.

İmamoğlu da zannedildiği gibi sadece “sevgi pıtırcığı” olduğu için değil, muktedirin ayrıştırıcı diline kendi kurduğu ısrarla hukuk, adalet, eşitlik, huzur talep eden bir dille direndiği için kazandı. Bu direnişin popülist olmadığını söylemek, ya da bazı sol çevrelerin iddia ettiği gibi popülist olduğu için muarızından çok da farklı olmadığını iddia etmek çok yanıltıcı olur. Ancak tam da bu analizde yanılmamak için bu gelişmenin ve taleplerin sadece İmamoğlu’nun talepleri olmadığını hiç unutmamak gerekir. İmamoğlu’nun başarısı da işte buradadır. Kendisi ısrarla “biz istiyoruz, biz kuracağız, biz İstanbul’u hep beraber yöneteceğiz” diyerek bu demokrasi ve hukuka dair “sonsuz talep”i eşdeğerlilikler zinciriyle biriktirerek bir kitlesel mobilizasyona işaret ediyor. İşte tam da bu retorik üzerinden anayasal yurttaşlık talep eden, demokratik katılımı önceleyen, hukukun sınırlarını hukuksuz bir biçimde genişletmeyen bir hukuka dayanan, ırkçı ve düşmanlaştırıcı olmayan yeni bir popülizmin sınırları zorlanmaya başlamış durumdadır. Dünyada bunun örnekleri var ve belki de Türkiye’den bu örnek güçlü bir biçimde yaygınlaşacak gibi görünüyor. Ancak popülizmin en temel arızalarından birisi de, mobilize olan kitlenin demokrasiye ulaştığına inandığı anda, halkı bünyesinde temsil ettiğine inandığı lidere siyaseti havale etmektir. İşte o anda liderin demokrasi arzusu, muktedir olma arzusuna yenik düşer. Bu uğrakta popülizm kendisine içkin olan aklını kaybeder ve toplum siyasetten uzaklaşır. İşte yeni bir kısır döngüyle karşılaştığımız andır.

İMAMOĞLU'NA NOTLAR

1- Siyaset sadece bütün kitleleri kucaklama ve sevgiyle yaklaşma sanatı değildir. Kuşkusuz bütün ahlaki ve hukuki normları berhava olmuş, adalet terazisi altüst edilmiş, gelir eşitsizliği dayanılır olmaktan çıkmış bir toplumda bu kucaklama söylemi derlenip toparlanmak için işe yarayabilir. Ancak uzun vadede olması gereken, neoliberal cenderenin yarattığı vahşet ve kakafoniyi ortadan kaldırmak için öncelikle emekçi sınıfların taleplerine kulak vererek yeni ve eşit yurttaşlık ilkesine dayalı bir toplum tahayyülü etrafında tüm toplumun taleplerini eşdeğerlilikler zinciriyle bir araya getirebilmektir.

2- AKP’nin 17 yıldır kurmaya çalıştığı şey, üzerine din sosu dökülmüş bir neoliberal heyuladır. Bu heyulaya cepheden karşı çıkmak için, belki seçim sürecinde nispeten pragmatik gerekçelerle kullandığınız din sosundan bir an önce kurtulup, inancın kamusal temaşa nesnesi olarak kullanılmasını ortadan kaldırmanız gerekiyor. Yani kısaca dinsel taassubun panzehiri, inancın da garantisi olarak değerlendirilebilecek laiklik ilkesine hakkıyla riayet etmeniz gerekiyor.

3- Eğer derdimiz anayasal eşit yurttaşlık ilkesine dayalı yeni bir toplum kurmaksa, yine neoliberalizmin en etkili tuzaklarından birisi olan göçmen düşmanlığı tuzağına düşmemek gerekir. Son zamanlarda yeni seçilen bazı CHP belediye başkanlarının dile getirdiği bu “Suriyeliler” düşmanlığından uzaklaşıp, her insanın dünyanın neresinde olursa olsun eşit haklara sahip olduğu gerçeğini asla akıldan çıkarmamak gerekir.

(1) Bu saptamayı Eric Fassin şu kaynakta yapıyor: http://heretik.com.tr/kitap/populizm-buyuk-hinc/

(2)  Bu kitap üzerine yıllar önce yazdığım bir kitap değerlendirmesi için şu linke başvurulabilir: https://www.academia.edu/9211808/K%C4%B0tap_Ele%C5%9Ftirisi_Pop%C3%BClist_Ak%C4%B1l_%C3%9Czerine

(3) Bu konuda detaylı bilgi için şu kaynağa başvurulabilir: http://dipnotkitap.com/kitaplar.php?kitap_id=197

*Barış Akademisyeni, um:ag Genel Yayın Yönetmeni