Yalan ve gerçeğe dair

Yalan endüstriyel ve ideolojik bir ürün haline gelmişse; sistemin gerçeği tersinden sunarak kendi özgün kurulumunu gerçekleştirmesinin bir aracı olmuşsa orada gerçeğe ilgi gösterilmez. Ayrıca neredeyse hayatın her alanıyla ilgili anlamsal kodlamalar en baştan gerçekte olan yerine ideolojik ve kültürel olarak üretilmiş olan yalana göre yerleştirilmişse orada olup biteni artık yalan sözcüğü ile açıklamak da mümkün olmaz.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet İlhan

Murat Sevinç, 18 Haziran, 2019 tarihinde “Bir ‘tercih’ olarak, yalana inanmak...” başlığıyla Gazete Duvar'a nefis bir yazı yazmış. Sevinç, “Yalan, yalnızca bir muhite, herhangi bir ideolojiye ya da kültüre, mesleğe özgülenemeyecek bir davranış biçimi.” diyor ve iktidar partisinin tabanını başa koyarak ulusalcılar vs. diğer parti ve düşünce alanlarına da değinerek toplumun-bireyin bile isteye yalan olana inanmayı niçin seçtiğini örnekler de vererek irdeliyor. Bireyin, günün olağan akışı içinde yalan söylemesinin doğal olduğunu ama bilinçli bir şekilde üretilen tehlikeli politik yalanların hiç de normal olmadığını söylüyor. Sevinç bunu, “Apaçık gerçekler dâhil, kendisini, kendisine benzemeyen herkes ve her şeye kapatmak... Belli bir dünya görüşü ve günlük alışkanlıklarda donup kalmak.” olarak tanımlıyor. Ancak bu donup kalmayı belli bir kesim için değil de her kesim için düşündüğümüzde yalanın tercih edilmesi konusunda başka bir irdeleme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Murat Sevinç, ardından da apaçık belirmiş olan somut gerçeğe inanmayı istemeyen birine karşı gerçeği sunmaya çalışan birinin içine düştüğü çaresizliği betimliyor. Bir talebe dönüşemeyen gerçeğin bir değere de dönüşmediğini düşünüp dolayısıyla toplumun gerçeğe karşı ilgisizliğinin nedenlerini sorguluyor. Levent Gültekin de 16 Haziran tarihli Diken'de “Yalanı, iftirayı, hakareti mubah gören dindarlık” başlığıyla 'yalan' konusunda eski mahallesini hedef alan bir yazı yazmış. Mahallenin fetva makamındaki önemli kalemlerinden biri olduğunu düşündüğü Hayrettin Karaman'ın gerçekler sizin davanıza zarar verecekse yalan söyleyebilirsiniz mealindeki ve doğruları söylerken “Kimin işine yarayıp yaramayacağına bakılması gerekiyor” biçimindeki bir sözünden yola çıkarak inancın özünün nasıl olup da belli çıkarlar için göz ardı edilip bozulabildiğini sorgulamış.

Gerçeklikten bahsedildiğinde elbette ki her şeyin görünür, sarih, şeffaf ve anlamlı olduğu ya da açıklaması, çözümlemesi yapılmamış hiçbir şeyin kalmamış olduğu bir dünya kastedilmez. Ancak modernizmle birlikte başlayan sürecin sonunda geldiğimiz yer, kadim ve temel referans ve anlam alanlarının yok olması ve bunun sonucunda da çevremizde olup biten her şeyin istendiği an değiştirilebilen teknik bir gerçeklik algısı içinde sunulmasıdır. Baudrillard, “gerçekliği ne pahasına olursa olsun bir referans olarak yaşatmaya çalışmak mantıksız bir şeydir, çünkü bu gerçekliği ayakta tutan ilke ölmüştür.” der. Burada imlendiğini düşündüğümüz şeylerden biri, insanların ilk ihtiyacının gerçeklik olmayabileceği, daha acil gereksinimleri için gerçekliğin göz ardı edilebileceği iken bir diğeri de gerçeklerin üzerinde yapılandırılacağı ilkesel zemin kaybolmuşsa eğer, gerçek denen şeyin araçsallaşacağı ve temel değerini kaybedeceğidir. Nesnel gerçekliğe olan ihtiyaç ortadan kalktığına göre de meydanı her tür ihtiyaca göre düzenlenen sanal gerçeklik ele geçirir ve artık her şey gerçeklik etiketiyle sunulabilir.

İnsanlar nesnel gerçekliği belli normlar dâhilinde anlamlandırabilirler, ancak bu normlar artık yoksa gerçeğin içine yerleştirilebileceği bir anlam dizgesi de yoktur. Sanal gerçeklik belli bir ilkeye dayanmadığı için de sonsuz bir olasılık içinde belirme yeteneğine sahip olur ve bir anlam haritasına da ihtiyaç duymaz. Oysa günümüz insanı, somut gerçekliğe ulaşmak için geçmişe nazaran çok çeşitli ve oldukça gelişmiş birçok araca sahiptir. Öyleyse niçin tercihini gerçek yerine yalandan yana yapar, sorusunun cevabı merak edilir, bu durumda. Bunun, gündelik sohbetlerin içeriğinde rastlandığı gibi muhatabın “akılsızlığı, aptallığı, cahilliği, koyunluğu vs. “ türünde bir yaftalama ile ilgisi olmadığı açıktır. Bu, daha çok neye ihtiyaç duyulduğu ve neyin daha işlevsel olduğuyla ilgilidir. Gerçek denilen şey ihtiyacınıza denk gelmiyorsa ve ihtiyacınız da daha genel ve büyük bir yalanın hâkim olduğu bir dünyada şekilleniyorsa, gerçek sizin umurunuzda olmaz.

Bu anlamda bize özgü olan şey şudur: Yalan endüstriyel ve ideolojik bir ürün haline gelmişse; sistemin gerçeği tersinden sunarak kendi özgün kurulumunu gerçekleştirmesinin bir aracı olmuşsa orada gerçeğe ilgi gösterilmez. Ayrıca neredeyse hayatın her alanıyla ilgili anlamsal kodlamalar en baştan gerçekte olan yerine ideolojik ve kültürel olarak üretilmiş olan yalana göre yerleştirilmişse orada olup biteni artık yalan sözcüğü ile açıklamak da mümkün olmaz. Yani söz konusu olan belli bir konudaki gerçeği çarpıtarak o konuyla ilgili, kişiyi yanılgıya taşıyan bir yanlış bilgi ortaya atmak değildir. Bizzat hayatın ve ona ait bütün algı ve anlam dünyasının ters yüz edilmesidir. Bu, yalanı oldukça aşan bir durum olsa gerek. Yalanın da ötesinde gerçeğin bir bütün olarak hayatın dışına sürülmesi ve gerçeğe ait kodlamaların, işaretlerin hafızadan silinmesi demek olur.

Ancak bizim özgün yapımızı aşan ve insanlığın genelini işaret eden daha kötü bir başka senaryo da şudur: Belki de gerçeklik doyum noktasına ulaşmıştır. Dinlerin, ideolojilerin, geleneksel yaşam biçimlerinin ve nihayetinde bilimin yüzyıllarca büyük ve dayanılmaz bir tazyikle ‘gerçek’ denileni insanların ruhlarına zerk etmesinden bıkılmıştır ve bu katı gerçeklik zemini düşe, hayale, tasavvura, arzuya imkân bırakmamıştır. Gerçeklik artık irite edici olmuştur. Gerçeklikle çok fazla karşı karşıya olmak da ondan kaçmak için bir sebebe dönüşmüştür. Sonuçlarıyla baş edilemeyecek bir gerçekliğin ezici ağırlığı yerine bir sorumluluk yüklemeyen yalanın hafif yükü tercih edilmiştir. İçinde çözümü de barındırmayan gerçeklik sunumları bir tercih olarak yalana sapmayı kolaylaştırmıştır. Adorno’dan yola çıkarak rasyonalizm ve pozitivizmin somut gerçek ve düşünce arasındaki aralığı ortadan kaldırmaya çalışması düşüncenin ve gerçeğin birbirine tahammülünü iyice azaltmıştır da diyebiliriz. Zira Adorno, düşüncenin olgusal gerçekliğe dair bir kısaltma işaretine dönüşmesi, düşüncenin gerçeklik karşısındaki özerkliğini ve ona nüfuz etme gücünü yitirmesi demektir, demektedir. Somut gerçeklik kendi kendinin yerini aldığında düşünceyle bağı kopar ve işlevselliğini kaybeder, ardından da anlam dünyasındaki dolanımını yitirir ve yerini kurgusal gerçekliğe bırakır.

Gerçekliğin yaşadığı krizlerden bir de insanların artık ne teolojiye ne de ideolojiye sığmasıdır. İnsanoğlu her ikisine olan inancını büyük anlamda kaybetmiş ve hayale, düşe, arzuya, ideale ve hatta ütopya ve distopyaya yer bırakmayan somut dünyaya çakılı kalmıştır. Somut ve çıplak dünyada yalan da gerçek de içinde şekillendiği her şeyle birlikte ait olduğu yeri yitirmiştir. Bu nedenle günümüzde hızlanmış bir zaman algısının yarattığı diskroni içinde yalnızca eylemlilik anını mutlaklaştıran insan, şimdiyi ve geleceği üzerinde kurabileceği nesnel bir gerçeklik algısına ihtiyaç duymaz. Yaşam, anlamlı bir sürdürüşün ve bitmişliğin bilgi ve duygusundan yoksun bir biçimde yönsüz, hedefsiz bir savruluşa boyun eğmiştir. Burada bildiğimiz anlamda yalana da gerçeğe de yer yoktur.

Sonuç olarak geçmiş ve gelecek tarafından tamamlanmayan bir ‘şimdi’ ye mahkûm olan insanın yaşamı, bir bütünlüğe ve sona erişmez ve insan sonu gelmez başlangıçlara takılı kalır. Yaşam hikâyesi ‘gerçek ve yalan’ın anlam alanının dışına, anlamsız bir boşluğa sürüklenir. Yalan ve gerçeğe dair bize özgü olanın bütün bunlardan daha fazlasına yaslandığını bilerek son söz olarak Nietzsche’nin şu sözünü not düşebiliriz: ”Gerçek dünyayı bertaraf ettiğimize göre geriye kalana ne dememiz gerekiyor? Görünümler dünyası mı? Kesinlikle hayır! Çünkü hakiki dünyayla birlikte görünümler dünyasını da yok ettik.”