Tarihi bir fotomontaj

Bu fotoğraflar fotomontaj. Bilgisayar ortamında değil, fiziki olarak orada bulunan insanları yan yana dizerek yapılan fotomontajlar. Bu görüşüm burada dursun, ancak bu fotoğrafı/fotomontajı istemek İmamoğlu hanesine yazılacak bir goldür. Çünkü yola çıktığı ilk günden beri topluma verdiği mesajı görselleştirmesini sağlamıştır. Bizim sevdiğimiz deyimle ‘artistik bir hareket’tir.

Google Haberlere Abone ol

Ulaş Altuner*

Biz ‘Eski Türkiye’ vatandaşlarının memleket kurtaran sofralarda sıkça dile getirdiğimiz gibi, 20 yaşındaki bir seçmen, AKP’nin olmadığı bir dünyayı hiç görmedi. Muazzam bir ülkeyi ıskaladılar demiyorum ama bugün maruz kaldıkları durumu mukayese edebilecekleri bir alternatif Türkiye yok maalesef. Bugün olan biten her şeyi normalleştirmek, kanıksamak o jenerasyon için çok daha kolay. Bizim ‘yozlaşmış’ dediğimiz medya, onlar için sadece medya. Bizim ‘ilkesiz’ dediğimiz siyaset, onlar için sadece siyaset. Aradaki zaman ve bellek farkı yüzünden bildikleri dışında vuku bulan bazı gelişmeler karşısında bize abartılı gelen bir heyecan yaşıyorlar.

Ekrem İmamoğlu ve Binali Yıldırım’ın canlı yayında buluşması öncesinde her iki cenahın gençleri arasında bu karşılaşmaya dair yukarıda bahsettiğim türden bir heyecan dalgası gözlemledik. Böyle bir tartışmaya hiç tanıklık etmemiş Yeni Türkiyeli seçmenlerin bu yayını bir derbi müsabakasını temaşaya hazırlanır gibi beklediklerini gördük.

Bizimse olan biten her şeye temkinli yaklaşma refleksimiz var. ‘Cüzdan yerinde mi’ diye bilek dışıyla arka cebi kontrol etmeyi alışkanlık haline getirmiş bir neslin temsilcileriyiz. Her yeni şeyin altında bir çapanoğlu aramak, kuşku duymak için haklı nedenlerimiz bulunuyor. 'Bayram değil seyran değil, Binali Yıldırım ne demeye İmamoğlu’nun canlı yayın teklifini kabul etti' diye komplolardan komplo beğenmemiz, olası kumpas senaryoları üzerinde tepinmemiz, ‘kesin bir şeyler yapacaklar’ vesvesesi yaşamamız da bundandı.

Genel olarak kimse, bu tartışmanın çok sarsıcı sonuçlar ortaya koymasını, belli bir kesimde oy tercihi değişikliğini tetiklemesini, taşları yerinden oynatmasını, karakolda bitmesini falan beklemiyordu. Bizim meşgul olmak zorunda olduğumuz pek çok dertten azade Batı demokrasilerinde gerçekten önemli ve tarihi örneklerini gördüğümüz bu tartışmalar çoğunlukla seçmenin tercihini etkilemeye, zaman zaman son anda değiştirmeye olanak veriyor. Ya da veriyordu. Yeni medya ve yeni politikacı profilleri oralarda da bu tartışmaları sorgulanır hale getirdi. Yine de bu tür karşılaşmaların belli bir kesimi etkileme gücü olduğu söyleniyor. Çünkü Batı'daki örneklerde format gerçekten düelloyu andırıyor. Kılıçlar birbirine vuruyor. Tahrik var, sertlik var, zaman zaman yüksek tansiyon var. Hatta seyirci bile var.

Benim ve akranlarımın bu demokrasi fotoğrafı öncesindeki vakarımız, ‘bu maç uzatmaya gider’ rahatlığımız her şeyi olduğu gibi bu seçim düellosunu da Türkiyelileştirmenin, zararsızlaştırmanın, heyecansızlaştırmanın bir yolunun, yordamının bulunacağını bilmemizdi.

İletişimde sürece ve yapılan işlerin görkemine değil yarattığı etkiye odaklanırız. Bir iletişim hedefiniz vardır. Her şey sona erdiğinde bütün mesele ona erişip erişemediğinizdir. Çok göz alıcı işler yapabilir, bütün dikkatleri üzerinize çekebilir, medyada ‘cayır cayır’ görünürlük elde edebilir, rekor tıklanabilir, günlerce konuşulabilirsiniz. Bütün bunlar geçer gider. İnsanlar üzerinde bıraktığınız etki, algılarında yarattığınız değişim kalır. Hiçbir şey değişmemişse ya da çok az şey değişmişse bütün cephaneyi boşa harcamışsınızdır.

Bu açıdan bakınca şu soruyu sormak gerekiyor: Bu ‘tarihi buluşma’ kime ne fayda sağladı? Adayların ikisine de elle tutulur bir getirisi olmadığı aşikar. Hakim görüş, demokrasimize katkısı oldu, bu fotoğraf iyi bir mesaj oldu’ şeklinde. Gerçekten öyle mi?

Türkiye’nin ‘Kürt kökenli Türkiye âşığı’ ve ‘kadını kadından daha iyi yansıtan’ erkek moderatörü İsmail Küçükkaya, iki adayı bir arada ağırladığı yayını açarken bu karşılaşmayı ‘tarihi buluşma’ diye niteledi. Küçükkaya’ya göre demokrasimiz açısından özlediğimiz, ihtiyaç duyduğumuz bir tablo vardı kendisinin ve Türkiye’nin karşısında.

İhtiyacımız olan tablo, ‘çoğulcu ve kurumsallaşmış bir demokrasi mi yoksa onun bütün kılçıklarından ayıklanmış bir demonstrasyonu mu’ sorusu kafa kurcalamaya devam ededursun, bu manzaranın haber değerini yadsımak mümkün değildi. Nihayet, tevellüdü elveren seçmenin belleğindeki son düello Kemal Kılıçdaroğlu ile Melih Gökçek arasında, bundan 11 sene önce gerçekleşmişti. Üstelik ikisi aynı kentin yönetimine talip değildi. Neresinden tutarsanız tutun İmamoğlu-Yıldırım karşılaşmasından çok daha tarihi ve tatmin edici nitelikteydi.

Velhasıl sert müdahaleler, kemik sesleri, havada uçuşan kartlar bekleyen ‘derbi izleyicisi’ sukut-u hayale uğradı. 80’li yılların sonundaymışız hissi veren bir dekor, liseler arası münazarayı andıran bir format, masanın üzerindeki satranç saatinin düğmesine çıt çıt basaraktan sadece süreyi değil tartışmayı, tartışanları hatta kendini bile dizginleyen, konuyu derinleştirecek soruları (istese de) soramayan bir moderatör gördük. Öyle sıkıcı bir yayındı ki pek çok izleyen yayının ilk yarısı bitmeden Netflix’e geçip tartışmayı Twitter’dan takip etti.

Bu formatın İsmail Küçükkaya dahil hiçbir televizyoncu tarafından önerileceğini, tercih edileceğini sanmıyorum. Belli ki her iki adayın kendilerini mümkün olduğunca sağlama almaya çalışan kurmayları tarafından dizayn edilmiş bir güvenli alan olarak görüldü. Bunun doğal sonucu olarak şiş de kebap da yanmadı. Seçmenler yeni bir laf işitmedi. Programdan sonra iki cenah da zafer naraları attı. Bana göre tek bir oy bile bir taraftan diğerine geçmedi.

Formatın yatıştırıcı özelliği sayesinde her iki aday da birkaç gaf dışında rüzgarı tersine çevirecek büyük bir falsoya imza atmadı. Zaten her ikisi de orada bulunmaktan aşırı memnun bir görüntü vermiyordu. Oyunu değiştirmesi muhtemel bıçak sırtı konularda bile zülfü yâre dokunmamaya gayret ettiler. Dokunmadılar diyemeyiz.

Mesela Binali Yıldırım, Suriyeli mülteciler konusundaki yaklaşımını anlatırken “Fırat’ın doğusu” göndermesiyle, partisinin bir süredir Kürt seçmenlerin gönlünü kazanmaya çalışan kadrolarının keyfini kaçırdı.

Ekrem İmamoğlu’nun durup dururken yaptığı “alkollü içki satışımız yoktur” açıklaması ve hemen akabinde ortaya bırakıverdiği “havuz problemi” de bilinen hasletler yüzünden CHP’ye oy verirken eli biraz titreyen seçmen kitlesinin yüzünü ekşitmesine sebep oldu. Programın tam o anında yüz binlerce seküler, elini ‘ya sabır’ dercesine alnına götüren kadın emojisine dönüştü.

Yayın sonrasında sosyal medyada bu talihsiz beyanatlara dair serzenişler görüldüyse de rey sahiplerinin her iki adayın yayın esnasındaki günahlarını sineye çektiğini, ‘şimdi sırası değil’ dediğini görüyoruz.

Bu programın oy verme kararı açısından hiçbir şeyi değiştirmeyeceği yönündeki iddiam tümüyle sübjektif bir iç görüden ibaret. İletişim yönetimi bağlamında her iki hatibin artılarını bir yana eksilerini diğer yana yazarak oluşan izlenimimi aktarıyorum. Türkiye’de siyasette her şeyin anlık değiştiği bilgisini hiç hesaba katmadan yapıyorum bunu. İki aday da düelloyu ben kazandım diyebilir. İkisinin de kaybettiği iddia edilebilir.

Bütün bunları bir tarafa itip ille de bir galip açıklanacaksa benim elini havaya kaldıracağım kişi Ekrem İmamoğlu olur. Sadece bu yayının gerçekleşmiş olması bile yola çıktığı ilk günden beri ‘hodri meydan’ diyerek rakibini mindere çıkmak zorunda bırakan İmamoğlu’nun puan hanesine yazılabilir. Ekrem İmamoğlu, bu sayede isminin bile tabu olduğu, çok gerekiyorsa “Cehape adayı” şeklinde anıldığı kanallarda adıyla, endamıyla zuhur edip kendini anlatma fırsatı da bulmuş oldu. Daha doğrusu bu fırsatı yarattı.

Yayının üzerinden henüz 24 saat bile geçmemişken bir süredir ortalarda görünmeyen ve süreçle arasında mesafe bırakmaya çalışan Cumhurbaşkanı’nın yeniden seçim sahnesinde arz-ı endam etmesi de AKP’nin programdan beklediği etkiyi alamadığının göstergesi.

Diğer taraftan bu yayın ve devamındaki tepkiler aynı zamanda, hem CHP ve Ekrem İmamoğlu hem de onları destekleyen muhalif kesimce, iptal edilen seçimin geride kaldığının, yeni ve meşru bir seçim sürecinde bulunduğumuzun ikrarı gibi de okunabilir. ‘Seçim iptal edilirse yeni seçim muhalefetçe boykot edilmeli, sine-i millete dönülmeli’ çıkışlarından sadece iki ay sonra her şey herkes için normalleşmiş görünüyor. Bunu da AKP’nin pek çok vakada gündemi baştan başa değiştirme ve yeni durumu en sert muhaliflere bile bir şekilde benimsetme serisine yeni bir halka olarak ekleyebiliriz.

Ekrem İmamoğlu’nu galip ilan etmemiz için bir diğer argümansa, sadece bu yayında değil katıldığı başka canlı yayınlarda da gözlemlediğimiz, anlattığı konulara hakimiyet ve içeriği çerçeveleme becerisi. Yani bir sözcüde en çok aradığımız özelliklerden ikisi... Ekrem İmamoğlu’nun ekibi dokümantasyon ve sorulara hazırlık konusunda çok iyi bir performans sergiliyor. Daha da önemlisi, belli ki İmamoğlu bu içeriklere satır satır çalışıyor ve benimsen stratejiye sadık kalıyor. Bunu lafı geçtiği anda Sayıştay raporunu şak diye çıkarmasından anlıyoruz.

Bu benim gibi uzun yıllar boyunca onlarca farklı sözcüyle çalışmış biri için hayranlık verici. Altı tane konuşma kartını aynı sırada tutmayı beceremeyen, yerini kaybedince sağına soluna bakan, iki saat konuşup asıl anlatacağını anlatmayı unutan sözcülere danışmanlık yapmış tüm meslektaşlarım bu duruma duyduğum hayranlığı anlayışla karşılayacaktır.

Elbette Ekrem İmamoğlu bir sözcü olarak hiç yaş tahtaya basmıyor değil. İyi yaptığı şeyler kadar yanlış yaptıkları da var. Bana göre en fazla göze batan hatası basit anlatma becerisi olduğu ve bu kişisel marka konumlandırmasıyla örtüştüğü halde hemen her şeyi rakamlara, gereksiz bilgilere boğarak uzun uzun anlatmaya çalışması. Hakkındaki her ipe sapa gelmez iddiaya cevap yetiştirmeye çalışmasına da anlam veremiyorum. Bazı şeylere gülüp geçmek bile verilecek yanıtlardan, sunulacak kanıtlardan daha güçlü bir etki yaratabilir. Örneğin, bir zarftaki dört pusuladan birinin geçersiz sayılması garabetini cüzdanından çıkardığı 20 lirayla anlatması tam aranan basitlikte, üstelik her mahallede karşılığı olan bir yöntem. Bunu siyasi tarihimizin pek çok aktörü kullandı. Yakın zamanda Muharrem İnce’nin mazot bidonlarıyla yaptığını da hatırlıyoruz.

İmamoğlu’nun yayının sonunda birlik-beraberlik fotoğrafı talebi de bir goldür. Bunun neden gol olduğunu açmadan önce bu tür hareketleri çok sakil ve sahte bulduğumu söyleyeyim. Her şeyi konuşalım, tartışalım, kucaklaşalım, birlikte fotoğraf çektirelim… Türkiye’nin buna ihtiyacı var. Türkiye’nin daima buna ihtiyacı vardır. Böyle suni bir ihtiyaç hep pompalanmıştır. Aramızda hiçbir sorun yokmuş gibi yan yana durmalar, büyük abiler tarafından zorla öpüştürülüp barıştırılmalar, kanlı bıçaklı maçlardan önce takım kaptanlarının ‘aslında dostuz’ fotoğrafları, vesaire. Zaman zaman iş dünyasında da verilir bu pozlar. Rakipler bir araya gelip “Birlikte daha güçlüyüz” mesajı verirler. Şu meşhur “aynı gemideyiz” sakızı çiğnenir ama aslında hepsinin ayrı teknesi vardır. Bu fotoğraflar fotomontaj. Bilgisayar ortamında değil, fiziki olarak orada bulunan insanları yan yana dizerek yapılan fotomontajlar.

Bu görüşüm burada dursun, ancak bu fotoğrafı/fotomontajı istemek İmamoğlu hanesine yazılacak bir goldür. Çünkü yola çıktığı ilk günden beri topluma verdiği mesajı görselleştirmesini sağlamıştır. Bizim sevdiğimiz deyimle ‘artistik bir hareket’tir.

Binali Yıldırım’ın sürecin başından beri konumlandırması konusunda ciddi sıkıntılar var. Bilmediği sularda çırpınmak zorunda bırakıldığını düşünüyorum. Sırf sesi karşı mahalleye ulaşsın diye kendisiyle, vaadiyle ve siyasi kariyeriyle örtüşmeyen; tutarsız bir kimlik dikilmiş gibi. Üzerinde emanet duruyor. Rakibin güçlü yönlerinin karşısına ‘bu konuda biz de iyiyiz’ iddiasıyla çıkmak genelde iyi sonuç vermez. Binali Yıldırım’ın ‘gençlerin kankası’ ya da ‘mahallemizin abisi’ olarak değil Başbakanlık dahil bir çok makamda görev yapmış, devleti, devlet işlerini bilen, racon kesen, rakibi de dahil herkesin büyüğü, yol gösterini gibi konumlanması daha iyi sonuç verebilirdi. O kulvardan gidilseydi, söylemlerine her nedense sonradan dahil edilen ‘birleştirici olma’ rolü de bir parça inandırıcılık kazanabilirdi.

Kampanya süresince, muhtemelen doğrudan kendi kontrolünde olmayan ve sürekli değişen mesaj setleri Binali Bey’in kafasını biraz karıştırmış gibi. Bu kafa karışıklığı yayındaki performansına ve yüz ifadesine de ziyadesiyle yansıdı. Rakibinin aksine anlattığı şeylere ve beraberinde getirdiği belgelere pek hakim bir görüntü çizmedi. Spiralli dosyasından gösterdiği sayfalarda gördüğümüz “İzmir” ibaresinden, sadece Sayıştay raporunu değil belge olarak sunduğu şeyleri de tam olarak okumadığını, onu geçtim, belgeyi hazırlayanların ve gözden geçirenlerin de okumadıklarını anladık.

Bunların tümü telafisi olan şeyler. Ancak program özelinde en önemli sıkıntı Binali Yıldırım'ın bir ritm yakalayamaması oldu. Bunda formatın da etkisi olmuştur. Tonunu yükseltmesi gereken yerde sakin kaldı, sakin olması gereken yerde sinirlendi. ‘FETÖ taktikleri’ tarzı kontra atak girişimleri kendi kalesinde tehlikeyle sonuçlandı. Lafı sürekli daha iyi bildiğini iddia ettiği konulara çekme eğilimindeydi. O yüzden anlattıklarını özeti zihnimizde ‘yol yaptık, su getirdik, metrobüsü icat ettik” şeklinde kaldı.

Benim yaptığım işi yapanlar, Binali Yıldırım’ın programda sarf ettiği “Teknolojiyle aram iyidir” ve “Ulaşım benim işim” gibi cümlelerin önceden yazılmış ve söylemesi tavsiye edilmiş cümleler olduğunu bilirler. Sırf Ulaştırma Bakanlığı yaptığı için Binali Yıldırım’a bunları söylemesi tavsiye edenlerin bu cümlelerin sosyal medyada gif olacağını da bilmeleri gerekir. Herhalde biliyorlardır.

Yayında Binali Yıldırım’ın, iktidar temsilcilerinin tartışma biçiminin ayrılmaz (ve bilinçli) bir parçası olduğunu bildiğimiz söz kesme girişimlerine de tanık olduk. Rakibinin ve moderatörün uyarıları sonrasında bu tutumu fazla üstelemedi. İyi de etti. Ortamın sükunetine uyum sağlamasının kendisi açısından daha iyi sonuç verdiğini düşünüyorum. İpler biraz gerilse beklentinin aksine masadan daha fazla puan kaybıyla ayrılabilirdi.

Ezcümle, seçimden seçim iptaline ve yeniden seçime açılan bir yelpazede vaatler, tartışmalar, itiş kakışlar, bel altı vuruşlar derken bir canlı yayın vesilesiyle demokrasinin fotoğrafını çekmeyi başardık. Daha doğrusu ihtiyacımız olan tabloyu fotomontajladık. 23 Haziran’da ve sonrasında bu demokrasi nam zat arkadaşın kendisiyle de kucaklaşırız inşallah.

*İletişim Uzmanı