Dersim’de bir katliam anıtı

Bu taş bize neyi hatırlatmak istiyor? Ya da diğer türlü bir ifadeyle, bu sadece bir taş mıdır? 38 Dersim Harekâtı’na katılan askerlerce kazınan bu yazı mezkûr hadiselerde meydana gelenlerin sadece bölge insanı için değil, söz konusu askerlerce de bir anısının olduğunu gösteriyor. Ya da açıkça ileriye dönük bir anı bırakılmak istendiğinin…

Google Haberlere Abone ol

Yalçın Çakmak*

İmran Gürtaş’ın sosyal medyada paylaştığı dikkat çekici bir fotoğraf, son gelişmelerle ne yazık ki temcit pilavı haline getirtilmeye çalışılan Dersim meselesine dair farklı bir tartışmanın başlatılmasını zorunlu kılıyor. Yani sonda diyeceğimi başta sorarak devam edeyim: Dersim 38 ile sadece devlet mi yüzleşmeli? Bu vesileyle Dersim’deki Sarı Saltık Dağı’ndaki türbe alanına ait duvar taşına kazılı şu ibareler doğrudan ve dolaylı olmak üzere bizlere iki yönlü bir yüzleşmenin zorunluluğunu gösteriyor: “TC. M H A Dersim Harakatı

İmran Gürtaş Arşivi’nden

Peki, bu taş bize neyi hatırlatmak istiyor? Ya da diğer türlü bir ifadeyle, bu sadece bir taş mıdır? 38 Dersim Harekâtı’na katılan askerlerce kazınan bu yazı mezkûr hadiselerde meydana gelenlerin sadece bölge insanı için değil, söz konusu askerlerce de bir anısının olduğunu gösteriyor. Ya da açıkça ileriye dönük bir anı bırakılmak istendiğinin…

Buradaki maksadın, devlet adına orada bulunanların anısını anıtlaştırmak olduğu çok aşikâr. Çünkü bu sade bir taş değil! Hakeza, ne aynı mantığı taşıyanların geride bıraktıkları fotoğraf arşivleri ne de mezarlar ile aynı şeye benziyor. Doğrudan failin, yani katilin maktulün günlük yaşamına bıraktığı bir leke! Üstelik artık oradan sökülüp atılması da mümkün olmayan “tarihi kanıt” değeri olan bir leke. Demem o ki bu farklı “bir şey”. Evet, bir anıt! Hem kendileri için hem de doğrudan mağdur ve sonraki kuşakların tenine bırakılmış kıymık niteliğinde bir belge.

Aynı zamanda bütün trajedisine rağmen, fail için fiilinden ne denli zevk alındığının pornografik bir sunumu da. “Bakın, geldim, gördüm ve sizi artık yendim” der gibi. Bu “artık” vurgusuna birazdan temas edeceğim.

Bütün bu akıştan fail ve devamcılarının nasıl bir zevk aldığı bilinir bilinmesine de Dersimlinin halinin nice olacağı pek belli değildir. Çünkü 38’de meydana gelenler, ölenlerden çok geriye kalanlar için koca bir anlam değeri bırakmışa benziyor. Zannımca bunun bir yanı da kimi Dersimliler için “patolojik” ve de “anomalik” bir raddeye evrilen Dersim 38 merkezli travmatik kimlik inşası. Yani acının biricikleştirilmesi üzerine kurulu, kök bir anlatı olarak katliam! Çoğu toplumda görülen biz bize benzerizciliğin kendine has bir yansıması.

Bu biricikliğin Dersimli için her zaman pek de hayra alamete yorulmayacak, çeşitli semptomları olmuyor değil. En azından bunu ilgili fotoğraf üzerinden okuyabilirsiniz. Bunlardan ilki, sizi biricikleştiren anı ya da hadisenin acısının sıradanlaştırılması! Diğeri de failin geriye bıraktığını kendilerindenmiş, hatta kendisinden medet umarcasına sahiplenmek. Sonuçta da insani beklentilerin tecellisi olarak dilek taşı haline getirilen türbedeki söz konusu cismin sahip olduğu janusyen ikircilik! Alevi inancının önemli bir kutsal mekânında (Sarı Saltık Türbesi) binlerce Dersimlinin ölümüne neden olanların kutsalın görüngüsüne işledikleri bir anı ve bizzat bu inanç mensuplarının da söz konusu görüngünün farkında olarak ya da olmayarak bu cismin kendisinden medet ummaları! Ne hazin bir durum!

Sarı Saltık Türbesi ve mezarından genel bir görünüm

Sırf bu nedenden de olsa Dersim Katliamı ile olan yüzleşmenin bireyselden başlayıp, toplumun tamamına sirayet edecek şekilde yaygınlaşması elzem. Bunun için önerim, aktüel ve popülist gündemlerin girdabından uzak, toplum içi bir yüzleşmedir.

Hâkim kimlik tarafından reddedilen Aleviliğin kutsalı üzerine atılan Sarı Saltık’taki bu çentikin Mustafa Kemal’e yönelik Alevi toplumu içerisindeki farklı bakış açıları ve tartışmalarla da benzer yönleri var. Tıpkı, katliamdan ötürü bazı Dersimliler için cemevlerindeki resminin kanıksanmaması, diğer bazıları içinse, genel Alevilik okuması üzerinden bir kurtarıcı olarak görülüp, sahiplenmesi gibi. Tabii burada Dersim Katliamı’nın Aleviliğin tarihsel dramlarının geri planında tutulmasının etkisi de yadsınamaz. Hele ki Alevilik cephesinde Mustafa Kemal’e duyulan tazimin kökleri, Cumhuriyetin kuruluşuna yüklenen herkese eşit sopa gösterme ve tarihte ilk defa “Sünniler ile acıda ortak olma” esprisine dayanıyorsa!

Söz konusu fotoğraf üzerinden devam edersek, özellikle bölgedeki Alevilerce kutsal kabul edilen Sarı Saltık Türbesi’nin tercih edilmesinin de bir tesadüf olmadığını belirtmek gerek. Hele ki aynı günlerde, içlerinde bir yüzbaşının da bulunduğu 32 Sarı Saltıklının maruz kaldığı toplu bir katliam da işlenmişken. Yoksa Sarı Saltık’ın popüler bir Türk dervişi olmasına duyulan sevgiden burası tercih edilmiş olmasa gerek!

Öldürülen 32 Sarı Saltıklının gömüldüğü toplu mezar alanı

Olumsuzlanan bu tabloda, Dersim meselesinin iktidarca iç siyasete her tahvil edilişinde kaş yapayım derken göz çıkartanların payı da unutulmamalı! Son örnekleri arasında, Dersim 38 Katliamı üzerine yoğunlaşan buralı bazı “amatör” araştırmacı ve tarihçilerin bütün olanları kendi açılarından sadece bir siyasi anlatı üzerinden varlık ve yokluk koşuluna indirgemeleri gelmekte. Belki de bu husustaki hassasiyetimiz bizim için özellikle bunu görünür kılmaktadır. Açık olmak gerekirse, bu kişilerin meselenin her altının ısıtılmasında ya da popülerleştirilmesinde koçbaşı görevi görüp ileri atılmaları pek hayra alamet değil. Çünkü her defasında çerçevesini muktedirin çizdiği bir oyuna davet ediliyorsunuz ve o sizi bir anda canım sıkıldı diyerek ortada bırakıyor. Tabii sonrası malum...

Devam edersek, kastettiğim bu kesimin özellikle de Dersim meselesinin her güncelleştirilmesinde takındıkları ilgi çekici bir tavır daha var: Yaşananların vahameti üzerinden kendilerini dinleyen ya da okuyanların duymak istediklerini daha vurgulu bir dille ifade etmek ve -tabirimi mazur görün lütfen- istemeyerek de olsa dramdan beslenenlere acılarını sürekli hatırlatmak. Bu elbette ki çok kötü bir şey. Burada, otoriter benlik sunumlarıyla birlikte, giderek sloganist bir dili özellikle tercih etmelerinin etkisi de var. Son örneğine, Dersim Belediye Meclisi’nin aldığı kararla Dersim tabelasının yeniden asılması üzerine celallenen tartışmalarda tanık olduk. Bu mevzuya birazdan geleceğim. Şimdilik en azından toplum ve siyaset açısından Dersim Katliamı’nın tarihselliği içerisinde görülen “makas kırma” (kim bilir belki de takiye) üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. Bir de, her defasında iç siyasete tahvil edilerek kanatılan Dersim Katliamı’ndan geriye kalan ve bilinçli ya da bilinçsizce görmezden gelinen tahribatın sonuçları yahut semptomlarına dikkatleri çekmek isterim. Bunun en olası nedenleri arasında da toplumun siyaset dışında Dersim Katliamı ve sonrasının tahribatları ile bir türlü yüzleş(e)memesi geliyor.

İÇERİDEN BİR YÜZLEŞMENİN GEREKLİLİĞİ

Yakın tarihi takip edenler, dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan tarafından dile getirilen “Dersim özrü”nden sonra meselenin artık farklı boyutlarıyla tartışmaya açıldığını pekâlâ bilir. O vakitler, devlet tarafından başlatılan yeni bir sürecin yarattığı steril alan bu hususta ziyadesiyle çeşitli fikir ve tartışmaların ifadesine zemin sunmaktaydı. Bunların en manidarları arasında, bizzat kimi bölge insanı ve Aleviler tarafından kanıksanmış “Mustafa Kemal’in Dersim Katliamı'da hiçbir rolünün olmadığı” yönlü hikâyelerin berhava edilmesi ve Dersim’de gerçekten de bir isyanın gerçekleşip-gerçekleşmediği tartışmalarıydı. İlki ile ilgili yeterince bilgi paylaşılması, mağdurun dile getirdiği her sözlü anlatının mutlak surette doğru olmayacağını gösteriyordu. Ama ikincisinde, yani Dersim’de isyan olup-olmadığı anlatısındaki mağdur cephesinde görülen ani değişiklik hâlâ aydınlatılmayı bekliyor. En azından söz konusu özür öncesinde mezkûr hadise ile ilgili kaleme alınan yazılara bakıldığında meramımın ne olduğu ziyadesiyle anlaşılacaktır.

Özetlersek, hiç de azımsanmayacak bir kesim ve özellikle de Dersim’de siyaset yürüten politik aktörlerin özür öncesi söylemleri daha çok isyanın ve isyankârlığın olumlu yönüne bir vurgu taşıyıp, siyaset ve söylemlerinde Dersim 38’i bu retorik üzerinden inşa etmeye yönelikti. Ama ne olduysa Erdoğan’ın Dersim özrü ile isyandan geriye sadece nisyanı kaldı!

O nedenle bugün yapılan da tam olarak isyandan nisyana giden bu makas kırma sürecinin farklı bir tezahürü. Yukarıda da temas ettiğim gibi buna strateji yahut takiye diyebilirsiniz. Ama özellikle Aleviler ve Dersimliler için bu kültürel konumlanış stratejilerinin istenmeyen sonuçlar doğurduğuna ve daha da vahimlerini doğuracağına dikkatleri çekmek isterim. Umarım yanılan biz oluruz!

Bu vesileyle her defasında devlete hitaben dile getirilen “Dersim Katliamı ile yüzleşilmesi” gerektiği yönlü haklı talebin tek başına yeterli olmadığını ifade edelim. Gelinen nokta ve yapılan tartışmalara bakıldığında bu yüzleşmeye bizzat hadisenin mağdurlarının da dahil olması ve devlet kadar Dersimlilerin de “38 ile yüzleşmeleri” elzem. Zira vaktiyle devlet ve adına konuşanların kendilerince “katliamın gerekliliği” adına ürettiklerinin sorgulanmasını bir yana bırakırsak, katliam sonrasının mağdurları için de bir yüzleşmeye ihtiyaç var. Üstelik mağdur olmaları hasebiyle en çok da onların buna hakkı söz konusu. Aksi, öz suyunu acıdan alan bir kimliğin katılaşması olur ki, bu da en çok bizzat muhatapları için bir takım kırılmalar meydana getirebilir. Dolayısıyla Dersim toplumu ve aydınları, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi devlet ve sözcüleriyle siyasi bir tartışmaya girmektense, içte kendi travmalarını sağaltıcı bir sürecin içerisine girseler daha da manidar olur.

Bu vesile ile derinleştirilmesi gereken ilk uğraş, Dersim’in bir Cumhuriyet meselesinden ziyade Osmanlı’dan kalma zihinsel bir sürekliliğin devamı olduğunu anlamaktan geçiyor. Bu devamlılığın yani Cumhuriyet dönemi müdahalelerinde kullanılan dilin, Osmanlı’nın bölgeye dair ürettiği kavram seti ile birebir örtüşmesi arasında yakın bir ilişki var: Vilayet-i sittenin kalbgâhında bir yara, çıban, sivilce…vb. Bunun başlıca nedeniyse, Dersim 38’in komuta kademesindeki asker ve sivil zevatın Dersim meselesinin en hararetli zamanına tekabül eden II. Abdülhamid döneminin mekteplerinde okumalarından ileri geliyor. Demem o ki Cumhuriyet kadrosunun Dersim’e yönelik katı tutumu mevcut durumla birlikte etkisi altında kaldıkları bu endoktrinasyon süreciyle de alakalıydı. Çünkü bu kadroya göre Dersim, tam da Ahmed Cevdet Paşa’nın çizdiği aynı resmin bir devamıydı: Şaki yuvası! Buna dönemin Osmanlı bürokrat ve askerlerinin dile getirdikleri “Dersim’e çok seferler oldu ama zafer olmadı” yönlü ifadelerini eklediğimizde genç Cumhuriyet kadrosu için Dersim’e, geçmişten kalma kan davasının hesabını sormak için hem öfkelerini boca etme hem de onun üzerinden rüştlerini ispatlama fırsatı doğuyordu. Gerisi malumunuz…

Dersim Osmanlı mülküne girişinden beri devlet açısından bir huzursuzluk ve asayişsizlik örneği oldu. Bu topraklardaki Türk devlet geleneği Osmanlı’da yapamadığını Cumhuriyet’in ıslah edici bir projesi olarak Dersim’de uygulamaya koydu. Sonuç olarak, Cumhuriyet ile birlikte Osmanlı’dan devralınan Dersim’in Kızılbaşlığına Kürtlüğü de dâhil edilince ortaya Dersim 37-38 gibi vahim bir sonuç çıktı. 1960 sonrasında ise bu iki K’ya politik kimlik olarak bir K (Komünist) daha eklenince devletin sert tavrı daha da katmerli bir hal aldı. Evet, Dersim artık 3 K içindeydi! Ve bu toplamın ağır sonuçları bu kez de 1990’larda yaşatılan travmalarla görüldü. Buradan da anlaşılacağı üzere toplumun belleğindeki travma izlerine bir yenisi daha ekleniyordu ve toplumda bütün bunları haklı olarak birbirinin devamı olarak algılıyordu. Hülasa bu izler de kartopu gibi büyüyüp bugüne geldi.

Özet olarak Dersim Katliamı, tek başına ne modern cumhuriyet ve salt inançsal bir mesele ne de sadece etno-politik saiklerle ele alınacak bir meseledir. Bunların hepsini içermekle birlikte zaman içinde çeşitli ideolojik bagajları da absorbe eden ve ettikçe karmaşıklaşıp yükü daha da ağırlaşan bir hal almıştır. Durum böyle olunca yüzleşilmesi de ister istemez ağırlaşan kompleks bir hüviyete evrildi. Bu açıdan özellikle de güncel ve popüler tartışmalarla harlanıp, sönümlendirilmesinin en çok da toplumsal yüzleşme açısından ciddi zararlarının olduğu ve olacağı çok aşikârdır.

POPÜLER SİYASETİN AĞINDA DERSİM TARTIŞMALARI

Mehmet Fatih Maçoğlu’nun Ovacık Belediye Başkanlığı ile başlayıp Dersim Belediye Başkanlığıyla sonuçlanan başarısında, dile getirildiği gibi ne sosyalist olduğu iddia edilen üretiminin ne de komünist düşüncesinin belirleyici faktör olduğunu düşünüyorum. Bunda özellikle, Türkiye genelindeki AKP karşıtı cephenin bir dönem içinde bulunduğu siyasetsizlik ve tükenmişlik halinin çok büyük bir etkisi oldu diyebiliriz. Bırakın solu, muhalif sağın bile övgüler dizdiği Maçoğlu’na olan rağbette Fox TV ve sunucularının etkisi de inkâr edilmez.

Son olarak, Maçoğlu ve belediye meclisinin HDP döneminde değiştirilen belediye tabelasının kayyum vali tarafından indirilmesine karşı tabelaya yeniden “Dersim” ibaresini ekleme girişimleri yeni tartışmaları beraberinde getirdi. Üstelik de Maçoğlu’nun bunun kararını, yine o tabelayı indiren dönemin kayyumu valinin rızasına sunmasına rağmen!

Bu durum karşısında MHP’nin üst düzey cenahından gelen tehditler ve en son MHP Vekili Mehmet Taytak’ın “ısrar edenlerin sonunun dedelerinin başına gelenlerden çok farklı olmayacağı” yönlü tehditleri tartışmaları daha da alevlendirdi. MHP’nin tavrının resmi devlet tavrı olduğunu düşünerek bu hususta söyleneceklere eklenecek pek bir şeyin olmadığı kanaatindeyim. Fakat özellikle Maçoğlu’na desteği ile bilinen Fatih Portakal ile Athena Gökhan’ın (Özoğuz) bu değişikliğe yönelik tepkileri, mesele Dersim ve karşısındaki blok olunca kolay bir çözülmenin yaşanacağını hemen gösterdi. Tabii burada, Kemalizm’e en ağır eleştirileri sunan bir geleneğin sürdürücüsü olan Maçoğlu ve çevresine (bildiğiniz üzere İbrahim Kaypakkaya’ya göre Kemalizm faşizmdir) sırf belediye meclis üyeliği için ismini ödünç aldığı TKP’den gelen tepkileri de eklemek gerekiyor.

Bütün bunlar da bize Dersim meselesinin, ne İslamcı ve muhafazakârların bir zamanlar kendilerini paydaş kıldıkları mağduriyet retoriğiyle ne de sosyalist ve Kemalistlerin sandığı gibi ilerlemeci bir yaklaşımla çözüleceğini göstermekte.

Türkiye’de popüler siyasetin meyvesi tatlı, posası ise ne yazık ki acı oluyor. Bu nedenle Maçoğlu ve mensubu bulunduğu siyasetin kendileri açısından Kemalist siyaset ve taraftarları ile olan ilişkileri, kendi siyasaları uyarınca bir tutarsızlık (dikkat buyurun kendileri açısından) olup, bunun turnusol işlevini de yine Dersim tartışmaları oluşturdu. Bu minval uyarınca şahsi görüşüm, eleştirilmesi gereken birileri olacaksa o da Maçoğlu’na destek sunan popüler simalardan ziyade, siyaseten gri alanların oluşturulmasından pek de hazzetmeyen Sayın Maçoğlu ve çevresidir. Bunun cevabını da başından itibaren dile getirdiğim Dersim tartışmaları bağlamında uygun gördüğüm güzel bir söz ile ifade etmek isterim: “Every lie we tell incurs a debt to the truth. Sooner or later that debt is paid (Söylediğimiz her yalan ile gerçeğe borçlanırız. [Ama] bu borç er veya geç ödenir) [Çernobil dizisinden]. Bu değerlendirmeyi Atıf Şenel tarafından yapılan şu veciz yorum daha bir değerli kılıyor: “Bir diğer deyişle entropi yaşamın temel yasalarındandır, gerçeği bozar, yalanla çürürüz. Yalanın içinden yeni gerçekler çıkar.”

Bu nedenle önce bahse konu türbedeki “katliam anıtını” adak haline getiren Dersimliler ve Alevilerin, sonrasındaysa Maçoğlu ve çevresinin popülist siyaseti bırakıp, nerede olduklarının bilincine varmaları gerekiyor! Aksi takdirde muhayyel yani hayal edilmiş Dersim’in bizzat o dağ başındaki yazının altında medfun olduğunu tarih çok acı bir şekilde kendilerine hatırlatacaktır!

(1) Dileyenler bölgedeki Sarı Saltık Ocağı üzerine gerçekleştirdiğim master tezime bakabilir (Tunceli-Hozat Bölgesinde Sarı Saltık Ocağı ve Bektaşilik: Tarih-İnanç ve Doktrin-Ritüel).

(2) Amatör adlandırmasından alınanlar olabilir. Ama en azından bunun, entelektüelliğin olmazsa olmaz niteliği ve aynı zamanda yakıtı olduğunu ifade ederek kendilerini rahatlatayım. O nedenle ne iyi amatör olabilenlere… Ama gerçekten de olabilenlere!

(3) Bkz. Yalçın Çakmak, II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı Devleti’nin Kızılbaş/Alevî Siyaseti (1876-1909), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2018. Özellikle bkz. son bölüm.

*Dr. (Munzur Üniversitesi’nde sadece kendine Alevilik çalışır)