Siz hiç annenizin açlığına tanık oldunuz mu?

Annem her şeye rağmen inanmayı hiç bırakmadı, beni ayakta tutan da buydu. “Yasal bir talebim var” diyordu sürekli ama hemen ardından da ekliyordu “Gerekirse ölürüm.” Annem ve beyaz tülbentli anneler aynı dili konuşuyorlardı, barış için, gencecik bedenlerin toprağa düşmemesi için gerekirse ölürlerdi.

Google Haberlere Abone ol

Soğuk bir duruşma salonundaydım. Annem kelepçe dayatılmazsa gelecekti duruşma salonuna. SEGBİS ile katılmayacağını söylemişti bana açık görüşte. “Kelepçe takmadan götürmeyiz” demişler, haber geldi. Tahliye edilmeyecek diye düşündüm o an. Fakat bir şeyler oluyordu. Annem SEGBİS ile duruşma salonundaki ekranda belirdi. Şaşkındım. Mahkeme heyetine adil yargılanmadığını anlatıyordu. Milletvekili olduğunu, yasama dokunulmazlığını, hakkı, hukuku bir bir... Hakimlere, savcılara... Sonra “tecrit” dedi, “Kime uygulanırsa uygulansın insanlık suçudur.” Soluksuz dinliyordum, annemi tanıyordum çünkü. Bir şey diyecekti. Birden “süresiz dönüşümsüz açlık grevine başlıyorum” kelimeleri dökülüverdi ağzından, öylece.. “Süresiz dönüşümsüz”... Tutukluluğunun devamına karar verildi annemin. Duruşmadan çıkarken insanlar beni teselli etmeye çalışıyordu ama herkes buz kesmişti. Benimse kafamın içinde hep aynı iki kelime; “süresiz dönüşümsüz!”

O günden sonra artık ne hayatım ne de ben eskisi gibi olacaktık. Annemin görüşüne gittim hemen, gözlerine baktım. Kararını vermişti. Kafam patlayacaktı, belirsiz ama en çok da kötü biteceğine dair kaygılardan. Evime döndüğümde günlerce kendimi teskin edecek bir kelime, bir duygu bulamadım. “Annem ölecek mi?” diye soruyordum herkese, ağzıma zor aldığım o kelime kolumu kanadımı kırmıştı. O benim sadece annem değildi ki! Onu kaybetmek... Yok, olmaz! Neden hayattayım diye sorduğumda en net, en güzel cevabımdı o benim. Manam...

Ayağa kalk!

Beni bu sürecin içinde olmaya götüren şey elbette annemi yaşatma çabasıydı. Ağlayıp sızlamayı bırakıp annemin sesini duyurmalıydım. Yasal bir talebi vardı. Günler, aylar geçerken beni en çok öfkelendiren de iktidarın insanların ölmesi pahasına yasaları uygulamamasıydı. Zorluklar da giderek katmerleniyordu. Babasını daha önceki tutukluluğu döneminde kaybetmişti annem ve işte şimdi de annesi. Kızına hasret gözlerini yummuştu. Annem açlıkla anne acısını bir arada taşıyordu bu kez. O içeride ben dışarıda sızlıyordum.

Annemin durumu giderek kötüleşiyordu. Artık görüşe çıkamamaya başladığında yeniden sarsılmıştım. Bir de kağıt imzalatmışlardı anneme “kendi isteğiyle görüşe çıkmıyor” diye. Kızının görüşüne! Canımı daha da acıtmaya çalışıyorlardı sanki. Bir yandan açlık grevleri artık bütün cezaevlerine yayılmıştı, artık tek endişeli aile ben değildim. Onlar nasıl dayanıyor acaba diyordum, lokmaları ağızlarında büyüyor mu onların da.

Açlık grevinin 79'uncu gününde annem tahliye edildi. Sabırsızlıkla beklediğim o an gelmişti işte ama buruktum. Bu kez de anne açlığını her gün her saat omuzlarımda taşıyacaktım. Mutfakta yemeğimi yerken ona sıvısını götürüp yediğim her lokmaya lanet edecek, ona belli etmeden gizli gizli gözyaşları dökecektim. Hep gülmeye çalışacaktım içim yangın yeriyken. Dayanışma ziyaretlerine gelen herkese gülümseyecek, umudumu diri tutacaktım. Çünkü bana “güçlü olmak” dışında bir seçenek bırakılmamıştı. Biraz boynumu bükecek olsam hemen “senden güç alıyoruz, yapma” diyorlardı bana. Başkalarına da güç olmam gerekiyordu bu kez.

Annem mi? Annem eriyordu. Cezaevlerinden ölüm haberleri geldikçe kanayan yüreğiyle eriyen bedeni konuşuyordu sadece. Hayatını kaybeden gençlerin anneleri geliyordu evimize. Söz yoktu pek, gözleriyle hem konuşup hem teselli ediyorlardı birbirlerini. O güçlü kadınları tanımak hem çok ağır hem de çok öğreticiydi benim için. Bugüne kadar küçük şeyleri dert edip durmuştum hayatımda. Kendime dair en büyük acım ayrılık acısıydı galiba. -Keşke tek derdimiz de bu olsa ya- Oysa beyaz tülbentli anneler “çocuklarımız ölüyor” diye sokaklarda itilip kakılıyordu her gün. Ama onların bedenleri değil ciğerleri dağlanıyordu. “En çok ölürüz, tutuklanırız” diyorlardı bir de! Yani benim hatta birçok insanın hayattaki en büyük iki korkusu ölüm ve tutuklanmak. Umut nasıl perçinleniyordu her geçen gün bilmiyorum. Tek bildiğim annelerin direnişinden aldığım güçtü. Sessizliğe pirüpak, kocaman bir meydan okuma. Olağanüstü bir irade ve haklılığın mağrurluğu.

Ölüm oruçları başladığında artık söz hükmünü yitirmişti benim açımdan. Konuşmadım. Ne denirdi ki? Aklım almıyordu ama bir yandan şaşkın da değildim iktidarın tavrı karşısında. İnsanlar ölümün eşiğine gelmişti ve izliyorlardı. Vicdanlarına seslenmeyi denedim zaman zaman ama duvara çarpıyordu çığlıklarım. Annem her şeye rağmen inanmayı hiç bırakmadı, beni ayakta tutan da buydu. “Yasal bir talebim var” diyordu sürekli ama hemen ardından da ekliyordu “Gerekirse ölürüm.” Annem ve beyaz tülbentli anneler aynı dili konuşuyorlardı, barış için, gencecik bedenlerin toprağa düşmemesi için gerekirse ölürlerdi.

Artık eski hayatımı hatırlamıyordum sanki. Öyle ki hep böyle etimi parça parça eden bir acının içinde yaşamış gibi hissediyordum. Ama her şey, annemin açlığı bile normalleşiyordu adeta. Bu korkunç bir duygu. Sonra “hayır” diyordum “düzelecek her şey.” Yeniden annemle gözlerimizden yaşlar akıncaya kadar güleceğimiz günleri hayal ediyordum. Ve hiç durmadan ama hiç aralıksız yürüyordum. Düşersem kalkamazdım, dimdik yürümeliydim. Soluksuz yürüdüm. Sessizliğe, annemin ve yoldaşlarının ölmesini isteyenlere, annemin üzerinden bana saldıranlara hiçbir şeye hiçbirine aldırmadan yürüdüm. Tek bir derdim vardı, yaşatmak!

O gün geldi işte. Ama nasıl? Dokuz gencecik insan canını feda etti, annem 200 gün açlık grevi yaptı, binlerce kişinin açlık grevi kritik eşikteydi ve 30 kişi ölüm orucundaydı. Neden? Yasal ve nihayetinde görüldüğü gibi derhal yerine getirilebilir bir talep için.

İşte bunun acısı şimdi çıkıyor bedenimden, ruhumdan. Yorgun düşmüş yüreğim, şimdi hissediyorum. Aklıma geldikçe yaşadığımız süreç boğazım düğümleniyor, karnımda bir sıcaklık hissediyorum, içim kalkıyor sanki. Şimdi herkes bitti, geçti diyor. Bitti mi gerçekten? Geçiyor mu? Dilerim artık hiç kimse böyle süreçler yaşamaz, anne açlığını, evlat açlığını omuzlarında taşımaz. Dilerim artık açlık bir direniş biçimi olmaz. Dilerim barış artık bir temenni değil gerçek olur.