Türkiye’de bir kültür mozaiği yansıması: 'Bir Karanlık İstila' çizgi roman dizisi

Macera tanıdık sokaklar, tanıdık binalar arasında, tanıdık çatılarda, tanıdık bir göğün altında geçiyor ve doğa üstü güçler binlerce yıllık görkemleriyle mücadele ederken yıldızlarımıza parlaklık katıyorlar. Ve onlardan bağımsız olmamız mümkün değil, Ortadoğu'nun kadim tanrıları günümüzdeki vahşetlerdeki rollerini kabulleniyorlar boyutlar arası yolculuk yaparak.

Google Haberlere Abone ol

Ümit Kireççi – [email protected]

Zahiri Yayıncılık, ülkemizde hasretle beklenen serüven kurgulu bir çizgi romanın ev sahipliğini yaparak büyük bir heyecan başlatıyor: KARANLIK İSTİLA. Üstelik bu projeyi sosyal medya üzerinden örgütlediği okur kitlesinin yanı sıra birçok sanatçıyı da inandırarak başlatıyor. Ve muhafazakâr anlayıştan uzak, kısacık bir döneme sıkışmadan, Anadolu’nun zengin binlerce yıllık tarihine yaslanarak yapıyor bunu.

.

Yıllar öncesiydi, hatırlıyorum. Takriben 1996 yıllarıydı. Arkeoloji, mitoloji ve tarih meraklısı bir genç, toy, acemi yazardım. Ama biraz geriye gitmem gerecek az sonra okuyacağınız bağlantıyı açıklayabilmem için. Çocukluğum Almanya’da okumaya başladığım Batmanlerle yön kazanmış, Conanlarla zirveye tırmanmış, comics alemine daldıkça da zenginleşmişti. Bu süreçte rahat durmayan dimağım o comicslerde karşıma çıkan her kahramanın adını, kostümünü, kültürünü, gücünü, hikayesini, tanrılarını tarihte aramıştı. Sonra hızını alamayan zihnim dünya gündem modasına, popüler kültürüne, siyasetine, politikasına zıplamıştı. Artık popüler kültürün dönüştürme ve yeniden kullanma kurgusuna aşina olmuştum. Haliyle de hayal kurabilen biri olarak bunu kullanmanın yolunu aramaya başlamıştım.

İşte böyle böyle sene 1996 yılına ulaştığında Ankara Ü. DTCF’de tarih ve arkeoloji bölümlerinin sunumlarına katılmış, ülkemizde yokken Viking mitolojisini kendim için Türkçeleştirmiş, klasik arkeolojide öğrenim gören kız arkadaşımla diğer tarih bölümlerinde öğrenim gören arkadaşlarını sömürmeye başlamıştım. Ek olarak etnoloji başta olmak üzere birçok bölümden de ek ders almıştım. Bu da yetmezmiş gibi önce Alman filolojisinde sonra tiyatro bölümünde metin okuma, parçalama, dramaturgi, göstergebilim yöntemleriyle tanışmıştım. Ve bütün bunların peşinden de artık dünyaya haykırmak istediğim hikayemin çizgilere aktarılmasının peşine düşebilmiştim.

1996 yılı yazar ve editör olarak çizgi romana adım attığım yıl olmuştu. Sekiz sayı süren, Anadolu mitolojisi ve kültürü temel alınarak günümüzde yaşanan maceranın okurla buluştuğu dört senelik dönemdi bu.

.

O döneme kadar ülkemizde ortaya çıkmış olan kısır ve tekrarlardan ibaret, hamaset kokulu, az milliyetçi soslu, kadın, kız, zamparalık salatalı, biat mezeli, propaganda tatlılı işlerden değildi yazdıklarım. Üç sayı süren ve “Sürgün” adıyla başlayan macera daha sonra farklı bölümlerden oluşan beş sayıyla son buluyor, okuru binlerce yıllık Anadolu tarihinden günümüze köprüler kurmaya zorluyordu.

Elbette bu benim tarih duvarlarını yıkan hikayem ilk değildi. Ancak hatırlıyorum da çok satmıştı. O dönemden günümüze yüzlerce okur arkadaşla tanıştım. Ancak kimleri nasıl etkiledi bu macera, bugün kimler bu etkiyle neler yapıyor bilemem.

Yalnız şunu söyleyebilirim: Kim neyden etkilenirse etkilensin, evrensel olabilecek bir anlayışı yakalayabilen ve mahalle baskısından korkmadan üretebilen herkese sonsuz saygı duyuyor, ayakta alkışlıyorum.

BİLİYORUM TEPKİLER YAĞACAK

Bir dönem sanatçılarımıza ve eserlerine sert çıkmış olduğum farkındayım. Ancak altını çizerek belirtmek isterim ki bunlar o dönem sanatçı ve eserlerine bir saldırı değil durum tespitidir. Tıpkı, bu kirli bir masadır, bu bacağı kırık bir sandalye, bu yarısı dolu bir bardak gibi... Yapacak bir şey yok, bir dönem çizgi roman eserlerimiz azgın, seks meraklısı, maço, geleneksel zihniyetli, milliyetçi, dindar erkek kısmına sesleniyormuş.

Üstelik de bunu tam da iki yüzlüce bir tavra yaslanarak yapmışlar. Maceralarda bizim(!) köylere giren düşman “istilacı” olurken biz onların köylerine girince “fatih” olmuşuz örneğin. Onlar bizim(!) kadınlarımıza ilişince adı “tecavüz” olmuş ve ama fakat lakin biz onların kraliçelerinden hizmetçilerine kadar hepsinin hakkından gelince adına “çapkınlık” demişiz ya hani. Sonra biz işgale karşı çıkınca “bağımsızlık mücadelesi” onlar karşı çıkınca “ihanet” olmuş ya adı eylemin… İşte böylesi iki yüzlülüklerden bahsediyorum. Bir dönem tarih dokulu çizgi romanlarımız o dönemlerin gereğine uygun olarak bu içeriklerle ortaya çıkmış. Ve haliyle de ne evrenselleşebilmiş ne de yeni kuşaklara aktarılmış. Siyasi anlayış ve sosyal yaşam değiştikçe “o” içerikler gözden düşmüş, eserler ve sanatçıları unutulmuş, kenara itilivermiş.

Ve, evet, bu sözlerim için tepki alacağımı biliyorum ama durum tespiti yapmakta fayda var… Ki, aslında o eserlerin sahipleri de farkında işin. Mesela bir gün eskilerden bir usta aramıştı beni numaramı nereden bulmuşsa: “Neden ben yeterince saygı görmüyorum?” diye soruyordu bir nedenden ötürü ara ara hakaretamiz sözcükler kullanarak ve beni hedef alarak. O zamanlar dilimin ucuna kadar geldiği halde diyemedim “Çizdiğin şeyler başka bir çizgi romandan kare kare kopya, nasıl saygı göresin ki?” diye. Ama röportaj yapmak istedim kendisiyle ve soru gönderdim. Şöyle sorular vardı: “Türk çizgi romanına özgün çizgilerle örnek olduğunuza inanıyor musunuz?

Yanıt… Sizlere aktaramıyorum çünkü yanıt hiç gelmedi.

KÜLTÜR MOZAİĞİ ANADOLU

Bundan sonrasında okuyacaklarınız 1990’lı yıllarda okuduğum araştırma kitaplarından izler taşıyacaktır çoğunlukla. Ya da duyduklarımdan.

Bir zamanlar bir siyasi büyük bir enerjiyle ve tek taraflı bakış açısıyla şöyle bir şey diyordu “Kültür mozaiği Anadolu” tezine karşılık olarak: Türk milleti mozaik değildir!

Değil midir?

İskender Ohri’nin kitabına bakalım. “Anadolu’nun Öyküsü”ne…

Bilgi Yayın Evince basılmış olan kitabın 1987 yılı dördüncü baskısı var elimde. Kitabın ön sayfalarında “Genel Kurmay izniyle askeri kütüphanelerde bulunabilir” ibaresi taşıyor.

Halikarnas Balıkçısı gibi, Azra Erhat gibi Anadolu kültürünün peşinden giden, Ohri, kitabında büyük bir iddiada bulunuyor ve bunu haklı çıkarmak için onlarca örnek gösteriyor.

Araştırmacıya göre Anadolu kültürü öyle bir kültürdür ki binlerce yıl öncesinden günümüze bu topraklara yerleşen her toplumu istediği gibi şekillendirmiş, hepsini aynı kılmıştır.

Örneğin; Hititler Anadolu’ya geldiklerinde hiçbir dini inanışa dokunmamışlardır. Tam bir hoşgörü hakimdir. Bu da bize antik çağlardan Osmanlı'ya oradan da Cumhuriyete aktarılan binlerce yıllık bir gelenektir diyor yazar (s. 25).

Şehirlerin isimlerini de değiştirmediklerini söyler araştırmacı. Eskilere saygı duymuş çoğunu oldukları gibi bırakmışlardır.

Sonra Hititler bölümünde “At”ın sosyal ve askeri hayat içerisindeki önemine dikkat çekmektedir. At bakımı, terbiyesi, biniciliğe dair tekniklerin ne kadar önemsendiğine dikkat çekmektedir.

Sonra ay, yıldız ve çift başlı kartal sembollerinin Anadolu’da binlerce yıl önce de kutsal sayıldığını ekliyor araştırmacı. Daha sonraları bunların bayraklarda yer aldığını vurguluyor (s. 29).

Hititlerin egemenliğinin tıpkı Osmanlı gibi 600 yüz yıl sürdüğüne de işaret ediyor (s. 31).

Sayfa 38’de demokrasiyi icat edenlerin Likyalılar, yani Anadolulular olduğunu anlatıyor. Öte yandan da 1920’lere gönderme yapıyor.

Ve daha birçok örnekle birlikte binlerce yıla yayılan Anadolu kültür mozaiğini şu sözlerle özetliyor İskender Ohri:

Ne hikmetse Anadolu, kendisini fethedenleri, asıl o, fethedip eritirdi. En eski çağlardan beri bu, hep böyle olagelmiştir. O, hem sihirli bir pota, hem de bir okuldur, eriterek yetiştirir. Hani uygarlık sanki toprağına, suyuna ve havasına sinmiş; gelen barbarlar uygarlaşır. Hele bir yeteneklisi çıkarsa, öğretmenini de geçer (s. 41).

İskender Ohri izinden ilerlediği araştırmacıların söylemlerini, gözlemlediğim kadarıyla, daha coşkun ve romantik bir dille getirmiş kitabında. Yer yer tekrara düşmüş ancak Anadolu kültürünü oluşturan binlerce yıllık tarihe olan aşkından olacak sözlerini yinelemekten hiç de sıkılmamış.

Tıpkı hocam olduğu için gurur duyduğum sayın Nurhan Karadağ’ın köy köy gezerek geleneksel köy oyunlarının binlerce yıllık geçmişini araştırması ve onları izleyicilerle buluşturmaktan sıkılmaması gibi. “Köy Seyirlik Oyunları”nın bugün anlamını yitirmiş geleneksel oyunlar olarak varlığını nasıl sürdürdüğünü araştıran sayın hocamız onların geçmişe dönük izlerini sürmüş, bizlere ve geleceğe miras olarak “Köy Seyirlik Oyunları” adlı kitabını bırakmıştır.

Ve elbette unutursam kendime kızarım, İsmet Zeki Eyüboğlu var araştırmalarını okumaktan zevk aldığım. Özellikle “Anadolu İnançları, Anadolu Mitologisi, İnanç-Söylence Bağlantısı” kitabı bir dönem başucu kitabım olmuştur.

Bugün kültürümüzde yer alan ağaca çaput bağlamadan muskaya, nazardan hortlaklara, baykuşun uğursuzluğundan yedinin sırlarına kadar onlarca konuya parmak basar araştırmacı ve binlerce yıllık bir mirasın günümüze nasıl ulaştırıldığını anlatır büyük bir keyifle kitabında.

Özetle demem o ki, biraz geniş bakmak gerek kültürümüze. Dar bir bakış açısıyla nereye gidilir bilinmez. Daha doğrusu bilinir ya bilinmezden gelinir.

Uzatıyorum biliyorum ama bir örnekle tamamlamak isterim sözlerimi: Şehir isimleri.

Ülkemizdeki şehir isimleri neresinden baksak yeni değildir ve dar bakış açılı bir “bize” ait değildir. Amasya, Yunan kökenlidir ve aslı Amaseia’dır. Ankara’nın aslı Hititçedir ve Ankyra’dır. Bayburt’un aslı Ermenicedir ve Baydbert’den gelmektedir. Bitlis adı Büyük İskender’in komutanı Bedlis’den gelmektedir. Antep adı Hititçe’den, Kral yolu anlamına gelen Aintap’tan gelmektedir. Böyle uzar gider. Gerçekleri görmezden gelmek ne yarar sağlar bilmem ama insanları güldürür o bir gerçek. Tıpkı Evliya Çelebi’nin mizah yüklü eğlenceli Kastamonu ismi hikayesi gibi olur o zaman. Hani işte, Rum Kumandanın kızı Türk beyine aşık olup kalenin kapılarını açar. Baba kızını surlardan atarken “Kastın neydi Moni?” diye haykırır. Bu da zamanla Kastamonu'ya dönüşür ya hani… Gülünç duruma düşme durumu işte bu hikâyeye olduğu gibi inanılıp “Rum beyi kızıyla neden Türkçe konuşmuş ki?” sorusu sorulmadığında ortaya çıkar. (Not: Kastamonu'nun adı aslında Yunancadan geliyormuş ve aslı “Komnenos’un Şatosu” anlamı taşıyan “Kastra Komnenon” imiş.)

Bugün, günümüzde, halen, durduğu yerin sadece kendisi orada durduğu için var olduğunu zannedenler var biliyorum. Sadece kendisi ve kendi kabul ettiği bir geçmişin bu durduğu yeri var ettiğini sanan var, onu da biliyorum. Oysa, durum biraz farklı. Burada durabiliyor, durabiliyoruz, duruyoruz çünkü bu noktayı var eden muhteşem, sağlam bir kültür mozaiği temelinde yer alıyor ve bizleri devrilmeyecek şekilde ayakta tutuyor.

KARANLIK İSTİLA

Size bahsedeceğim “Karanlık İstila” bir çizgi roman dizisinin adı. Muhtemelen daha sonra bölümlere ayrılacak olan bir dizinin üst başlığı veya giriş öyküsü. İlk sayıda yazar olarak Hamdullah Şahin adını görüyoruz. Çizer olarak da Bulgaristan’da yaşayan çizgisini sevdiğim, bir arkadaş, bir sanatçı Ayhan Hayrula adını görüyoruz. Renklendirme Zahiri Stüdyosunca yapılırken kaligrafi Alperen Yavaşcan’ın elinden çıkmış.

Zahiri Comics yayınlarınca okura sunulan eserin yayın yönetmeni Emre Çıldır, grup editörü Emrah Çıldır. Ki; her ikisi de saygı duyduğum, daha önce onların editörlüklerinde yazmaktan keyif aldığım dergilerin yayıncıları ve benim “Kelebek, Bir Başka Dünyanın Efsanesi” çizgi romanımın çizerleridir, okurları bol olsun.

Eserde dizi editörü Can Sungur, yardımcı editör Gizem Çıldır isimlerinin yanı sıra Mehmet Özen, Ömer Tunç, Görkem Demir, Ardian Syaf, Thomas Mason isimleri varyant kapak çizerleri olarak anılıyor.

Macerada…

Yok, uzun uzun özet aktarmayacağım. Sadece şunu açıklamak istiyorum: Macera tanıdık sokaklar, tanıdık binalar arasında, tanıdık çatılarda, tanıdık bir göğün altında geçiyor ve doğa üstü güçler binlerce yıllık görkemleriyle mücadele ederken yıldızlarımıza parlaklık katıyorlar. Ve onlardan bağımsız olmamız mümkün değil, Ortadoğu'nun kadim tanrıları günümüzdeki vahşetlerdeki rollerini kabulleniyorlar boyutlar arası yolculuk yaparak.

.

Başka…

Başkası şu ki, binlerce yıllık kültür tarihi adeta on-yirmi sayfanın arasına sıkışmış gibi şimdilik. Hem de hangi tarih diliminin daha önemli olduğunu umursamadan. Veya hepsini kutsayarak…

Cennetin Krallığı” (Yönetmen: Ridley Scott, 2005) filmindeki şu sözler size yol göstersin, çizgi romanı edinin, okuyun, devamını takip edin, sonra oturup tekrar yazışalım:

Şövalye - Kudüs nedir? Sizin kutsal tapınaklarınız Romalıların yıktığı Yahudi tapınaklarının üstüne kurulmuş. Müslümanların tapınakları sizinkilerin üstünde yer alıyor. Hangisi daha kutsal? Duvar mı? Kilise mi? Mezarlar mı? Kim sahibiyim diyebilir? Hiç kimseye ait değil. Burası hepimize ait!

Rahip - Bu küfür demektir!

Yaver - Sessiz ol!