Zorumuza giden nedir?

Ruhumuzun üzerinde dolaşan ‘zor’ melaikeleri bizim yarattığımız yanılgıdan başka hiçbir şey değildir. Fakat yanılgılar alışkanlığa dönüştüğünde soyut bir hapishanenin müdavimleri olmaktan kurtulamıyoruz. Zor inşa edilen bir şey değildir. Her yerde vardır ve ona en iyi yaklaşanın esiri olmaktadır.

Google Haberlere Abone ol

Fırat Acar

Tarih boyunca toplumsal yaşam formları sürekli olarak bir değişim ve dönüşüm içinde oldu ve hep böyle olacak gibi görünmektedir. Kişiler, kurumlar, formlar değişti, kelimeler anlamını yitirdi, anlam dediğimiz mefhum bile yerini bu süreçte başka bir şeye bıraktı. Ne var ki hafızamızda hiç değişmeyen ve günümüze değin istikrarla güçlenerek gelen tek bir kural vardı. “Güçlü olan her zaman için kazanmıştır.” Çünkü tarih hep güçlü olanları yazdı, toplumsal hafızamızda hep kazananlar yer edindi. Medeniyet ve/veya uygarlık güçlünün çizgisinde ilerledi ve toplumsal yaşam hep güçlü olan kesim tarafından belirlendi. Güçlü olan ise tüm ihtişam ve kudretini zor kullanımına borçluydu. Zorun içinde barındırdığı, baskı şiddet ve ideolojik söylemler yolu ile gücü elinde bulundurdu. Bu yol ile tarihin her sahnesinde güçlü olanlar kendini haklı kıldı ve toplumsal süreç zor gücünü en iyi kullananın belirlediği çizgide ilerledi. Tarihin tozlarla kaplı tarafına eğilip baktığımızda medeniyetlerin dahi zora dayalı olduğu görülmektedir. Buradaki zor, içerisinde fiziksel şiddeti barındıran zor değildir. Nitekim en etkili ‘zor’ içerisinde şiddet barındırmayan zordur.

Medeniyette hal böyle iken mevcut zamanda zor nasıl kendini su yüzüne çıkartıyorsa değinirsek. Günümüzde de toplumsal düzen, bu kuralın işlerliği ile ilerliyor. Öyle ki mevcut olanı, zor ile meşru kılanların düzeni içinde yaşıyoruz ve yaşadık da. Kimin haklı veya kimin gerçekten haksız olduğuna bakılmadan sadece zoru en iyi ve en radikal şekilde kullananın ağzından çıkanı meşru ve haklı gördüğümüz bir sürecin içinde kendimizi bulmaktayız. Güçlü olanın eğriyi doğru yaptığı, afili kelimeler kullananın ise haklı görüldüğü bir çağda yaşıyoruz. Ak olanın kara, kara olanın ise ak olduğu, gerçekliğin ise bir göstergeden ibaret olduğu bir dönemde. Mevcut olanın bir türlü ötesine geçemediğimiz ve çepeçevre “normal” ile donatılmış bir düşünce ve benliğin hâkim olduğu bir toplumda yaşıyoruz.

Tablo bu kadar karamsar iken asıl sormamız gereken soru ise bizlerin böylesi yaşanan süreçte nasıl bir kimliğe bürüneceğidir. Güçlü olup mücadele ettiğimiz zor gücünü ele geçirip bir şeyleri başarmak mı, yoksa farklı bir yol izleyip zor kullanmadan yeni bir düzeni yaratmak mı? Düşünce kalıplarımız zor kullanımını meşru kıldığından başarmayı da zor ile ilintili kılmaktadır. Fakat zor ile gelen bir netice başarı sayılacak mı bizler için. Muhtemelen zorun kullanımı ile gelen bir neticede başarmış olmayacağız, sadece kazanmış olacağız. Çünkü şimdiye dek güçlü olanlar hep kazandı ve istenilene sahip oldu. Kazanmak hep başarı değildir! Zira seferden sorumlu olanlar ile zaferi tadanlar arasında kocaman bir ayrım vardır. Seferden sorumlu olanlar bir ilke stoku sunmaktadır ama zafer tasından içenler başka kişiler olmuştur. Peki, bizlerin istediği şey kazanmak veya sahip olmak mı, yoksa arzuladığımız bir biçimde başarı sağlayıp muvaffak olmak mı? Kazanmak ile şimdiye dek bir yere varılamayacağını en azından tarih bize gösterdi. O zaman tekrar hatırlamak gerekecektir. Kazanan, zoru en iyi uyguladığı oranında var olacaktır. Zoru kullanmak bir sürdürülebilirlik halidir ve sürdürülebilirlik, felsefeci Slavoj Zizek’in tanımıyla ‘öldürmeden sömürme halidir’. Bu durumda toplumsal yapı içerisinde ölmeyen fakat sömürüldüğünün de farkında olmayan bireyler olarak hangi diyalektiğe başvurmalıyız?

Ruhumuzun üzerinde dolaşan ‘zor’ melaikeleri bizim yarattığımız yanılgıdan başka hiçbir şey değildir. Fakat yanılgılar alışkanlığa dönüştüğünde soyut bir hapishanenin müdavimleri olmaktan kurtulamıyoruz. Zor inşa edilen bir şey değildir. Her yerde vardır ve ona en iyi yaklaşanın esiri olmaktadır. Yani zor tek başına efendi iken onu kullanan bir özne ortaya çıktığında köle durumuna geçer. Bu durumda bizi köleliğe mahkûm edenin başka bir köle olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Temel problemin köleler arası ve zaferi olmayan bir savaş olduğunun farkına varıyoruz. Bu bağlamda iyi ve kötü köle kavramı ortaya çıkmaktadır. Zorun kendisi ve ona direnen bireyler, bu bireyler arasında da iki kesim ortaya çıkmaktadır. Zora maruz kalıp benden bir göz komşumdan iki göz çıksın diyenler ve zora maruz kalıp ona direnenler. Bu durumda zoru kullanan biri rakip olmaktan çıkıyor ve tanrısal gözlem ile sadece savaş alanını belirtiyor. Savaşı yapanlar ise aynı gemi içerisinde olup çölde seyahat edenlerdir. Ve muhtemelen çöl sıcaklığından eşit derece yanıklarla çıkacaklardır.

*Kent Çalışmacısı