'Dil nefreti'nin 'nefret dili' olarak tezahürü

Erzincan İdare Mahkemesi, Dêrsim ismi hususunda aldığı durdurma kararıyla en büyük ayartmayı yapmış oldu. Aslında ayartmada asıl yargı faili ve alınan kararın mümessili nefret duygusudur. Nefret, alınan karar üzerinden had-hudud belirleme ve bildirme vazifesi görmüştür.

Google Haberlere Abone ol

Mustafa Zengin

6 Eylül 2015 tarihinde Sedat Akbaş isimli 21 yaşındaki Kürt genci telefonda Kürtçe konuştuğu için 6 kişinin bıçaklı saldırısına uğrayarak hayatını kaybetmişti. Aynı şekilde 16 Aralık 2018 günü Sakarya iline bağlı Hendek ilçesinde oğlu ile birlikte sokakta yürürken katledilen Kadri Sakçı olayı var. Sakçı ve oğlu Kürtçe konuştuğu için silahlı saldırıya uğramış, saldırı sonucu kendisi hayatını kaybetmiş, oğlu ise ağır yaralanmıştı. Düğünlerde Kürtçe şarkı söyleyen mahalli sanatçıların gözaltına alınıp tutuklanmaları da bir başka örnek. Kürtçe dili karşıtlığını HDP/DBP'nin elinde bulunan belediyelere kayyım atanması sonrasında icra edilen uygulamalarda da sık sık gördük. Atanan kayyımlar yönetimindeki Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve bazı ilçe belediyeleri ile Ağrı iline bağlı Diyadin Belediyesi'nin Kürtçe yazılı tabelaları indirip sadece Türkçe yazılı tabela kullanmasında olduğu gibi. Hakeza bir keresinde de atanmış kayyım ile yönetilen Siirt Belediyesi'nin bu tarz bir uygulaması sosyal medyanın gündemine oturmuştu. Belediyenin kayyım başkanlığındaki yönetimi, Türkçe, Kürtçe ve Arapça olmak üzere üç dille kentin girişinde yer alan tabelayı kaldırıp yerine sadece Türkçe olarak yazılmış "Hoş Geldiniz" tabelasını koymuştu. Tabii belediye, artık klasik hâline gelmiş bir ifadeyle, "gelen tepkiler üzerine" tabelayı düzeltmişti. Şüphesiz tepkilerden dolayı düzeltme yapılsa da, Kürtçe diline dair düşmanlık temelinde duyulan nefret gerçekliği değişmiyor. Nitekim bunun en son örneğini Dêrsim ismi konusunda müşahede ettik. Dêrsim Belediye Meclisi “Tunceli” yerine “Dêrsim” isminin kullanılması kararı aldı. Bu kararla birlikte Dêrsim ismi özelinde Kürtçe diline yönelik nefret, başta ulusalcı-Kemalist güruh cephesinden gelmek üzere, bir daha kusuldu. Kürtçe dili karşıtlığına dayalı vuku bulan hadiseler, yürütülen uygulamalar ve politikaların özünde, elbette nefret duygusu var ve bu nefret de genellikle Kürtçe diline yönelik bir “dil” şeklinde ifadesini buluyor.

EGEMEN, NEFRET ETMEYE KARAR VERENDİR

Nefret dili yahut hukuk terminolojisiyle ifade etmek gerekirse, "nefret saiki" ile söylenen ve/veya yapılan şeyler, ötekileştirici ve dışlayıcı bir mahiyet arz etmesi hasebiyle sürekli tartışma mevzusu olmuştur. Fiziksel ve/veya simgesel şiddet ve baskı ile karşılıklı olarak olumlu bir ilişki içinde olan nefret dili ("nefret söylemi" de denilir), aynı zamanda fiziksel ve/veya simgesel gücün ve iktidarın göstergesi olma özelliği taşımaktadır. Nitekim birçok şey için geçerli olduğu gibi nefret de, gördüğü işlev itibarıyla göreceli de olsa ancak muktedir ve egemenin hakkı olarak varlık kazanabiliyor. Buna bilhassa göçmenler, azınlıklar, kadınlar gibi "toplumsal dezavantajlı gruplar" denilen kesimlere yönelik kullanılan nefret dili ve eylemlerde şahit olmaktayız. Denilebilir ki, ne kadar muktedir ve egemen iseniz, o kadar nefret yoğunluklu söylem ve eylemde bulunabilirsiniz ve aynı şekilde, ne kadar nefret yoğunluklu söylem ve eylemde bulunuyorsanız, o kadar muktedir ve egemensinizdir. Carl Schmitt'in "egemen, olağanüstü/istisnai duruma karar verendir" tespitinden ilhamla, “egemen ve muktedir, nefret duymaya karar verendir” demek abartı olmak bir yana, gayet makul ve makbul bir tarif olur. Zaten böylesi bir nefret halinin kendisi bir olağanüstü/istisnai hal mahiyeti taşımaktadır. Nitekim demokrasi, bireysel ve toplumsal irade ve tercih, eşitlik, kardeşlik, beraberlik vesaire gibi pozitif olarak kabul gören değerlerin askıya alınıp rafa kaldırıldığı bir süreç olmuyor mu, bu nefret duyma süreci?

Tıpkı Dêrsim Belediye Meclisi tarafından Kürtçe olan "Dêrsim" ismi kararının alınması ile başlayan süreçte olduğu gibi. Dêrsim ismi meselesi, her şeyin “normal” ve “yolunda" olduğu bir süreçte patolojik ve anomi bir durum olarak ortaya çıkıp kaideyi bozan bir istisna hali olmuştur. Durumun olağanlaşmasında ise, ironik bir teşbihle denilebilir ki, adeta bir “Kanun Hükmünde Kararname" (KHK) olarak yürürlüğe giren nefret duygusu ciddi anlamda etkili olmuştur. Tabii durumun olağanlaşması nefretin zail olduğu veya olacağı anlamı taşımıyor. Bilakis nefret, durumun olağanlaşmasına kaynaklık ederek kendi meşruiyeti ve sürekliliği için pay elde ediyor.

Nefret dilinin ve eyleminin nesnesi durumlara göre değişebiliyor. Şüphesiz bu, hedefte kimin ve neyin olduğuna bağlıdır. Yazının girizgâhında verdiğimiz örneklerde görüldüğü üzere, Türk devleti ve kamuoyu için yüz yıllardır en önemli "nefret nesnesi"nin Kürtler ve Kürtlerin aidiyet duygusu beslediği değerler olduğu aşikardır. Bu değerlerin başında da Kürtçe dili gelmektedir. Kürtçe diline yönelik nefret, kimi durumlarda katletme, işkence yapma gibi yoğun fiziksel şiddete dayalı uygulamalar şeklinde ifade bulurken, kimi durumlarda da Kürtçe yazılı tabelaların değişikliği gibi "simgesel şiddet" (Pierre Boudieu) içerikli uygulamalar üzerinden kendini gösterebiliyor. Bir de Dêrsim ismi üzerinden ortaya dökülen nefret ve bu nefretin bir neticesi niteliğindeki durdurma kararı var. Ama her halükarda "dil nefreti"nin "nefretin dili" biçiminde tezahürü söz konusudur. Failler de değişebiliyor elbette. Mesela, bazen kolektif bir bilinçaltının eylemlilik kazanması şeklinde "ferdi bir olay" olarak vuku bulabiliyor. Ama genellikle ya bir "güruh" ve "yığın"ın kolektif bir failliği neticesinde ya da devletin formel bir kurumunun uygulamaları şeklinde somutluk kazanıyor.

Hepsinin paylaştığı müşterek payda, “nefret" duygusudur. Failin kim/kimler olduğuna bakılmaksızın, Kürtçe dilinin hedef yapıldığı her söylem, eylem ve uygulamanın temelinde “nefret" duygusunun önemli bir yer edindiği inkara gelmez. Elbette hınç, öfke, hatta haset ve kıskançlık gibi duyguları da gözardı etmememiz gerekir. Fakat her ne olursa olsun, Kürt diline karşı duyulan bu duyguların da nefretten bağımsız olmadığını belirtmek yerinde olur. Kürt diline uygulanan fiziksel ve sembolik şiddetin oranı duyulan nefret duygusu ile doğru orantılıdır. Ne kadar nefret, o kadar şiddet. Elbette bu, Weberyen anlamda "meşru şidet"tir.

DÊRSİM: İSME DEĞİL DİLE DUYULAN NEFRET

Bu kısımda Dêrsim ismi bağlamında tartışılacak nefret duygusunun, özünde Kürtçe diline yönelik olduğunu bir kere daha not düşmek gerekir. Zira Kürtçe diline duyulan nefretin tezahür etmesinde Belediye Meclisi'nin Dêrsim ismi kararı sadece bir “bahane” olmuştur. Ama bu, nefret öznesi indinde gayet iyi, yeterli, makul ve meşru bir bahanedir. İşte burada da bu bahane “bahane" edilerek, Kürtçe diline duyulan nefretin bir betimlemesinin çabası verilecek.

Dêrsim Belediye Meclisi’nin belediyenin kurumsal yapısında kullanılmak üzere “Tunceli” isminin “Dêrsim" olarak değiştirilmesi kararı, girişte de ifade ettiğim gibi başta ulusalcı-Kemalist Türk cenahı olmak üzere, Türk kamuoyunda nefret yüklü bir tepkiyle karşılandı. Dêrsim Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu’nun mensubu olduğu Türkiye Komünist Partisi (TKP) bile alınan kararın “gereksizliğine” dikkat çekti. Dolayısıyla Kürtçe diline olan nefret duygusunun, Türk siyasetinin farklı ideolojik mecralarında yer alan failleri birleştirme gücü olarak rol oynadığını görüyoruz: Hem Jacques Rancier'in “Siyasalın Kıyısında” isimli eserinde hem de Sara Ahmed'in “Duyguların Kültürel Politikası” yapıtında “nefretin birleştirici gücü" mealinde dikkat çektiği durumu teyit eden bir sosyopolitik tavır.

Elbette buradaki nefret, salt nefret öznesini var kılan bir duygulanım değil. Yanısıra nefret nesnesinin zımnî bir kabulünü de barındırmaktadır. Dolayısıyla nefret nesnesi olarak Kürtlerin bu duruma kızması ve öfke duyması için bir neden görmüyorum. İlla kızılacak bir durum varsa bu, Kürtlerin neden bir nefret öznesi ol(a)madığıdır. Nefret duyulmayı nefret duymaya tercih etmeleridir. Nefret duygusundan yoksunluk fail olmanın önünde engel teşkil eden asli nedenlerdendir. Hümanistvari ahkam kesmelerle kimsenin buna itiraz yükseltmesini kabul edemem şahsen. Zira Kürtler hesabına dile getirdiğim nefret, şiddet içerikli yahut şiddete temel teşkil edecek klasik bir nefret anlayışı veya duygusu değildir. Ulusal kaygının ve bilincin şekillenmesinde rol alıp benlik ve öznelik kazandıran nefret duygusundan bahsediyorum. Nefret duygusunun Kürt ulusu için nasıl bir benlik ve özne olma kaynağı olduğunu bilemeden, düşünemeden hümanistçe ahkam kesmelerle, nasihatlerde bulunmalarla sürekli karşılaşıyoruz. Ama bunların önemli bir kısmı, Kürtler mevzusunda özcü ve kolaycı olmaktan kurtulamıyor. Daha da önemlisi mevzubahis hümanistçe ahkam kesmeler, salık vermeler, nasihatler ulus olarak Kürtlerin özne olmalarına ve Kürt kimliğinin siyasallaşmasına zarar verebiliyor. Nitekim hümanist anlayış hem birçok defa elitistlik, üstencilik ve bilgiçlik taslayan bir mahiyete sahip olabiliyor hem de bir veçhesiyle Kürtlerin var olan konumunun meşruluğuna ve idamesine katkı sunabiliyor.

Dêrsim ismi ile devam edecek olursak, Kürtçe bir isim olması hasebiyle, Dêrsim kentinin aidiyet ve sahipliğine selam çakmaktadır. Türk kamuoyunda Dêrsim ismi çerçevesinde dışa vurulan hınç, öfke, tahammülsüzlük ve nefret bu aidiyet ve sahiplik ile de ilintilidir. Çünkü arzulanan bu kentin aidiyetinin ve sahipliğinin Kürt'te olması düşüncesi ve Kürt'ün bundan aldığı haz, Türk'te haset duygusuna ve bu haset de nefret ve tahammülsüzlüğe neden olabilmektedir. Çünkü Türk, "Tunceli" isminin "Dêrsim" olarak tebdil edilmesi ile birlikte, kendi hakkı ve kendisine ait gördüğü bir kentin elinden alındığına ya da alınma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu kaygısına düşmektedir. Bu kaygı ise, “nefret” olarak dile dökülmektedir.

"Kendi hakkı" ve "kendisine ait" dedik. İşte bu noktada, nefret duygusunun Dêrsim meselesi bağlamında bir narsisist ve ayartma boyutu olduğunu da belirtmek gerekir. Narsisisttir, zira ötekine olan nefret, kendilik sevgisinden bağımsız değildir. Kendine ait olmayana ve kendinden farklı olana yönelik tahammülsüzlüğün bir neticesi olan nefret, "kendini sevmek/kabul etmek" anlamındaki narsisizmden de güç ve dayanak bulmaktadır. Mevzubahis narsisizm türü, elbette normal olmayan patolojik/zararlı narsisizmdir. Diğer bir tabirle, ben/kendilik sevgisi, güveni ve inancı mutlak bir hal almıştır. Benlik değil, bencillik temelli bir narsisizmdir. Kürtçe bir isim olarak Dêrsim, Tunceli isminin temsiliyetini sağladığı Türkçe dili özgünlüğünde Türk'ün benlik imajına ve güç istencine halel getirmektedir. Bu ise Türk'ün egemenlik arzusundan kesinlikle bağımsız değildir. Çünkü hemen her egemenlik arzusunda olduğu gibi, Türk tipi egemenlik arzusunun doğasında da benmerkezcillik ve narsisizm vardır.

Ayartma meselesine gelecek olursak, sanırım Bärbel Wardetzki'nin, "ayartma her zaman başkasının üzerinde güç kullanmaktır" ifadesi bu konuda birçok şeyi açıklamaktadır. Dêrsim meselesinde nefret öznesi olan Türk, sahip olduğu her kurumuyla bir "meşru güç" kullanarak Kürtleri ve Kürtçe dilini ayartmaya çalışıyor. Tabii ki en büyük rolü devletin önemli bir ideolojik aygıtı olan yargı kurumu oynadı. Nitekim Erzincan İdare Mahkemesi, Dêrsim ismi hususunda aldığı durdurma kararıyla en büyük ayartmayı yapmış oldu. Aslında ayartmada asıl yargı faili ve alınan kararın mümessili nefret duygusudur. Nefret, alınan karar üzerinden had-hudud belirleme ve bildirme vazifesi görmüştür. Belediye Meclisi'nin Dêrsim ismi kararı var olan had-hududun aşıldığına delâlettir ve yargı da o yüzden durdurma kararı almıştır. Kararın asıl cilvesi de, nefret duygusunun işlerlik ve meşruluk kazanmasına aracılık etmesidir. Nihayetinde had-hudud bildirme istencinin, söyleminin ve eyleminin kaynağı ve itici gücü bu nefret duygusu olmuştur. Kararın alınmasında sanırım nefret duygusunun kolektifliği de bir faktör olarak savunulabilir, ama kanaatimce asıl ve önemli etken, nefretin öznesinin Türk, nesnesinin de Kürt olmasıdır. Bu nefretin kurumsallaşmış halini ve güvence altında olduğunu gösteren bir misyonu üstlenmiş yargı, verdiği karar ile bir işlevi daha görmüştür. O da, Türk olan nefret öznesinin benlik imajı ile egemenlik ve güç arzusuna yönelik tehdit ve kaygıyı bertaraf edip bu imajı pekiştirmesi, mevzubahis arzuya da meşruluk kazandırmasıdır. Ne de olsa şeriatın kestiği parmak acımaz. Çünkü meşrudur, haklıdır. Artık söze ne hacet.

Etiketler Tunceli dersim tkp