Sultan II. Abdülhamid'in Basra’daki 'Hurma Paşaları'

Adı öne çıkanlardan üç paşa vardı: Seyit Talip, Muhammara Emiri (Prensi veya beyi) Şeyh Haz’al ve Kuveyt Hükümdarı Mubareküssabah. Şeyh Haz’al o sırada İran-Osmanlı sınırı boyunca uzanan arazilere sahip olduğundan, suç sayılabilecek faaliyetlerinden ötürü Osmanlı takibine uğrayınca İran tarafına, orada izleniyorsa Osmanlı topraklarına geçerdi.

Google Haberlere Abone ol

Faik Bulut

Son yıllarda Türkiye-Irak ilişkileri, zikzak çizerek ilerleyip geriliyor. Daha birkaç yıl öncesine kadar Türkiye, gerek Türkmenler gerekse Sünnilerin hamisi rolüne soyunmuştu. Bu çerçevede Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve dönemin en büyük Sünni partisi sayılan el Hizbi el İslami’nin başkanı Tarık Haşimi’ye siyasi sığınma sağlamıştı. Ona tahsis edilen araba ve şoförün masrafları, AKP’li başkanın yönettiği bir büyük şehir belediyesi tarafından karşılanmıştı. Şii partilerin ağırlıklı olduğu iktidarlar sırasında ise Türkiye, Irak yöneticilerine mesafeli davrandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, eski başbakan Haydar el Abadi’yle bir tartışmasında, “Sen, benim ayarımda değilsin” demişti. 2017 sonbaharında Irak Kürdistan bölgesindeki referanduma karşı tutum alan Türkiye, bu kez el Abadi’yi Ankara’da ağırlamıştı. Nisan sonlarında Bağdat’ı ziyaret eden Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, mevkidaşı el Hekim ile Türkiye ve Irak arasındaki ilişkileri ele aldıklarını ve bölgesel konularda fikir alışverişinde bulunduklarını açıkladı. Çavuşoğlu, Irak Cumhurbaşkanı Berhem Salih’in Ocak 2019’da Ankara’ya yaptığı ziyareti sonucunda alınan kararların uygulanması konusunda birlikte çalıştıklarını belirtti. Irak Başbakanı Adil Abdulmehdi’yi Türkiye’ye davet etti. Ayrıca, bu yılın sonuna doğru Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da Dördüncü Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısına katılmak için Irak'ı ziyaret edeceğini duyurdu.

Bu tür ilişkiler, Türkiye’nin her kesiminde aynı algıyı yaratmıyor. Mesela geçenlerde sosyal medya üzerinden dinlediğim genç bir kadın, kendince farklı anlamlar yükledi Türkiye-Arap ülkeleri ilişkilerine. Modern giyimli, yüksek eğitim görmüş ve ağzı laf yapan bu genç kadın, özetle şöyle diyordu: “Biz, büyük Sultan Abdülhamid’in torunlarıyız. Cumhurbaşkanı Erdoğan, onun siyasi mirasçısıdır. O yolda giderek Arap-İslam dünyasının lideri olacaktır. Bu yüzden, yabancılar ve içerideki muhalifler onu çekemiyorlar.”

Bu sözleri dinlerken, okumakta olduğunuz yazıyı yazmak geldi aklıma.

Günümüzde siyasi söylemler ve aynı düzlemde yapılan TV dizileri aracılığıyla göklere çıkarılan Osmanlı ruhunun devlet anlayışına ilişkin iç içe geçmiş iki tarihi hikâyeyi konu edinmeye çalışalım. İmparatorluğun son döneminde, Sultan II. Abdülhamid ile İttihat-Terakki iktidarı sırasındaki iki olay, Basra Körfezi’nde geçmektedir. Devlet yapısının çöküşünü, yozlaşmasını, bağlı olarak yerel önderlere peşkeş çekilen arazilere ve verilen şaşalı unvanlara dair örnekler vereceğiz. Esas kaynağımız, Padişah Vahideddin’in yaveri Tarık Mümtaz Göztepe’nin hatıralarıdır. Kitabın tam adı şöyle:

“Osmanoğulları'nın Son Padişahı Sultan Vahideddin Gurbet Cehenneminde.” Sebil Yayınevi tarafından basımı yapılmış. Yayınevinin de arasında olduğu Milli ve Dini Yayınlar Kulübü’nün Müdürü Kadir Mısırlıoğlu’nun baskı için takdim (sunuş) yazısının tarihi 1968.

Kitapta çokça kullanılan ağdalı eski Türkçe söz, deyim ve ibareleri günümüz diline göre sadeleştirip özetlemek, okuyucunun konuyu daha iyi anlayabilmesine yardımcı olacaktır. Aynı bağlamda, meselenin anlaşılabilmesi açısından kitapta izlenen sıra yerine, bazı takdim-tehir (arkadakini öne, öndekini arkaya alma tekniği) yoluna başvurmak durumundayız.

Bahsedilen olayın üç kahramanının başını çeken Basralı şahsiyet hakkında ön tanıtım bilgisi aktaralım: Seyyid Talibünnakib yani Türkçe yazımıyla Nakipzadê Talip Bey ya da kısa adıyla Seyit Talip, Basra’nın ileri gelen eşraflarından ve politik şahsiyetlerinden imiş. O bölgedeki bir aşiretin veya hatırı sayılır bir topluluğun reisi olduğundan kendisi Nakibzade unvanını da taşıyor. Meşrutiyet sırasında kurulan Meclis-i Mebusan’da Basra mebusu (milletvekili) olarak bulunmuş. Sıkı bir Osmanlıcı ve padişahlık yanlısıymış. İstanbul’daki mebusluk yıllarında çok sayıda kalburüstü dost ve kafadar edinmiş. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) yeminli bir muhalifiymiş. İTC hükümetlerini yıllarca uğraştırmış; iktidardakileri çileden çıkaracak faaliyetlerde bulunmuş. “Hayatını ve menfaatini tehlikede gördüğü zaman, tasavvur edilebilen ve edilemeyen her şeyi yapmaya müsait olan bu çok cüretli ihtiras adamı, İTC hükümetlerinin kendisine karşı amansız vaziyet aldıklarına kanaat getirince hiç tereddüt etmeden onlara karşı adeta harp ilan etmiş ve müthiş bir mücadeleye girişmiş.”

İTC’nin üçlü ekibinden Talat Paşa, Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) olur olmaz, Basra Vali Vekili Süvari Mirlivası (Tuğgenerali) Kerküklü İzzet Paşa’ya, “Nakipzade Talip’i derhal tutuklayıp İstanbul’a gönderin” şeklinde talimat vermiş. Maksat, iktidarın satvetini (şiddet ve kudretini), Seyit Talip emsali nüfuz sahiplerine karşı göstermekmiş. Bu çizgide sonuna kadar ısrarlı ve kararlı olan İTC iktidarının talimatı üzerine harekete geçen İzzet Paşa, gitmeden önce makamını Seyit Talip’e emanet etmişti. O, bu makamdan yararlanarak Talat Paşa’nın kendisi hakkında ilettiği gizli telgraftan haberdar olabilmişti. Hoş, vekâleten oturduğu makam olmasaydı bile Seyit Talip, bunu bilecekti. Çünkü has ve sadık bendeleri (bağlıları/hizmetlileri), zaten Osmanlı'nın telgraf idaresi ve muhabere (iletişim) memurlarıydılar. Oraya gizli kaydıyla gelip giden her türlü yazışmayı, anında ağalarına iletebiliyorlardı. Mahrem ve mühim (gizli ve önemli) telgrafı alan Seyit Talip, o kızgınlık ve öfkeyle Talat Paşa’ya şu cevap vermiş: “Parmağımın en küçük bir hareketiyle Irak’a İngiliz bayrağını çektirmek ve kendi başıma da bir hükümdarlık tacı geçirmek her an mümkünken, hilafet ve saltanat makamına karşı beslediğimiz sadakat ve merbutiyet (bağlılık) dolayısıyla maazallah böyle bir hareketi hıyanet ve cinayet saymaktayım. Eğer şahsıma, hayatıma ve mevkiime karşı tevcih etmekte ısrar ettiğiniz suikastlara devam ederseniz, müdafaa-i nefs (kendimi savunma) hususunda her türlü silahı kullanmakta serbest kalacağımı size son defa olarak ve memleketin selameti namına haber veriyorum.”

Olaydan sonra iyice hırslanan Seyit Talip, savaşkan Bedevilerden oluşan bir muhafız kıtası oluşturup dişlerine kadar silahlandırmıştı. Basra’ya yeni tayin edilen Miralay (Albay) Vali Ferit Bey’in ilk işi, Seyit Talip’in yedi duvarla çevrili köşküne operasyon düzenlemek olmuştu. Süvari müfrezesi, köşkün kapısına dayandı; kale gibi tahkim edilmiş köşkün birinci, ikinci ve üçüncü avlularını hadisesiz geçmiş. Fakat iç kaleye yaklaşan Osmanlı süvarileri, yüzlerce cenbiyeli (kuşağa takılan hançer) Bedevi muhafızı aniden ortaya çıkıp müfrezeyi çembere alıp saldırmışlar. Sadece köşk değil, çevre evler ve mahallenin kritik noktaları da tutulmuş olduğundan Osmanlı askerlerine dört bir yandan kurşun yağmaya başlamıştı. Ferit Bey, zor bela kuşatmayı yarmayı başarmış ama çok zayiat vermişti. Küçük operasyon ve baskınlarla Seyit Talip’i ele geçiremeyeceğini anlayan Miralay, daha büyük bir operasyon planı yapmıştı. Buna göre; Basra Körfezinin İran tarafına geçerek Gambot’a (birkaç silahı bulunan küçük savaş gemisi) yanına topçu taburuna da almak suretiyle Basra Nizamiye Fırkası (Tümen) ile ortaklaşa bir askeri harekât düzenleyecekmiş. Güya bütün Basra kuşatılıp Seyit Talip ve fedaileri kıskıvrak yakalanacakmış. Tehlikenin yaklaştığını hisseden Seyit Talip, insan azmanı Afganistanlı uşağı ve yakın korumasına buyurmuş: Yanına birkaç fedai al, baskına gelecek bu Osmanlı paşalarını ölümüne saldırın. Vali Ferit Bey ile mutasarrıf Bedii Nuri Bey tam iskeleye indirme yapacaklarken Belem’e denilen sazlık bölgelerde yüzebilen Mertiye cinsinden süslü kayıklar aracılığıyla askerlerin arasına sızan Seyit Talip’in fedaileri, vali ve komutanın kafalarını tabanca kurşunuyla doldurmuşlar. Özellikle Afganistanlı uşak, onca polis ve jandarma arasından havaya ateş açarak kaçıp efendisinin evine sığınmış. İTC yöneticileri, devletin demir yumruğuyla sindirmek istedikleri Seyit Talip’in kolay lokma olmadığını anlamış; bu darbe karşısında adeta derin bir uykudan uyanmışlardı. Onlara göre Seyit Talip, tekin bir adam değildi; belki de o tekindi ama yabancıların, özellikle İngiliz entrikalarının ardı sıra döndüğü Irak ve bilhassa Basra şehri hiç tekin değildi. Böylece İTC, Basralı bu belalı şahsiyeti bir süre için unutmuş göründü.

İTC hükümeti, Osmanlı-İran sınır çizgisini düzeltmek maksadıyla İstanbul’dan askeri bir heyeti Basra’ya göndermişti. Durumu fırsat bilen Seyit Talip, heyete şaşalı bir ziyafet düzenlemek suretiyle göz kamaştırıcı bir debdebe ve ihtişamını göstermek istedi. Binbir gece masallarını aratmayan bir ziyafet sofrası eski deyimle Maide-i Süleymani (Hz. Süleyman’ın efsanevi ikram sofrası) gibiydi. Tropikal bölgelerin envai çeşit meyveleriyle baharatlı tatlıları getirtilmişti. Kuş sütünün eksik olduğu sofradan hurma, muz ve ananas kokuları yükseliyordu. Altın kakmalı arabesk tavanlara asılmış sıra sıra ipek yelpazelerin iplerini durup dinlenmeden çeken beyaz gömlekli ve kırmızı kuşaklı Afrikalı Berberi köleler, bu muhteşem salona tatlı bir yayla rüzgârı estiriyorlardı.

Sofranın şeref konuğu sayılan Osmanlı'nın Basra Bahriye Komodoru (amiral yetkisi olan deniz komutanı) Mümtaz Bey başköşeye, hemen karşısına ise sınır tashih heyeti reisi Kurmay Albay Aziz Salih Bey oturtulmuştu. Bu zatların sağında ve solunda ise sırasıyla vilayet ve ordu erkânı ve bu arada Basra bölgesinin en zengin “Hurma Paşaları” yer almışlardı. Zenginlikleri ve toplumdaki yaygın nüfuzlarından ötürü Sultan II. Abdülhamid, kendilerine unvanlar, rütbeler ve payeler (mirilümera, mirmiran gibi) vermişti. Bu unvanlar ikinci veya üçüncü dereceden mülkiye paşalıklarını da içeriyordu. Bu nedenle bölge halkı, bu tür amirlere ve yöneticilere “Hurma Paşaları” lakabını takmıştı. Haklıydılar; çünkü Fırat ile Dicle nehirlerinin buluşup tek bir ırmak halinde körfeze aktığı Şatt-ül Arap denilen delta bölgesinin iki yakasında alabildiğine uzanan hurmalıklar, bu paşaların mülküydü. Bu paşalar, Basra-Bağdat arasında gidip gelen nehir vapur şirketlerinden birinin de sahipleriydiler. Adı öne çıkanlardan üç paşa vardı: Seyit Talip, Muhammara Emiri (Prensi veya beyi) Şeyh Haz’al ve Kuveyt Hükümdarı Mubareküssabah. Şeyh Haz’al o sırada İran-Osmanlı sınırı boyunca uzanan arazilere sahip olduğundan, suç sayılabilecek faaliyetlerinden ötürü Osmanlı takibine uğrayınca İran tarafına, orada izleniyorsa Osmanlı topraklarına geçerdi. Kendisi iki devletten hangisine kızarsa diğerinin uyruğuna girebiliyordu. Bu derebeyi, gittiği devletlerin gemileri tarafından üçer pare top atışıyla selamlanırdı. Kuveyt hükümdarı/kralı olan Mübareküssabah, malum, günümüz Kuveyt’in iktidarını tekelinde tutan ünlü el Sabah ailesinin atası sayılır. İngiltere, bir asayiş meselesini bahane ederek Kuveyt denen (Basra’ya bağlı) bu bölgeye muhtariyet (özerklik) vererek Osmanlı idaresinden ayırmıştı. Bu zat, Osmanlı yönetiminden kopmuştu ama pratikte Seyit Talip’in manevi otoritesi ve siyasi nüfuzu altındaydı..

Yemekler yenilip kahve içme faslına gelince, uzun fesli ve pala bıyıklı iri yarı bir uşağın mırra (acı Arap kahvesi) ikramında bulunduğu dikkatlerden kaçmamıştı. Meğer bu kişi, Basra iskelesine asker indirmek suretiyle Seyit Talip’i yakalama operasyonunu yöneten Osmanlı Albayı Ferit Bey ile mutasarrıf Bedii Nuri Bey’i tabancayla öldüren Afganistanlı fedai imiş. Ehlileştirilmiş bir canavar gibi muhteşem salonda misafirlere hizmet eden bu adamın gerçek kimliği orada açıklanınca, herkes dehşete düşmüştü. Misafir Osmanlı komutanları, bu açıklamayı acı bir tebessümle karşıladılar ve katili tanımazlıktan gelerek işi geçiştirdiler. Sıra nezaket konuşmalarına geldiğinde fırsattan istifade Türk komutanlar laf arasında ziyafeti veren konak sahibine şöyle demiş: “Talip Beyefendi. Şu silahlı muhafızlarla dolaşmanız ecnebilere karşı devletimizin nüfuz ve satvetini (kudretini, heybetini, itibarını) ihlal ediyor. Bunları dağıtsanız da hayat ve selametinizin muhafazasını devlet deruhte etse, daha tatlı olmaz mı?” Böyle bir fırsatı bekleyen Seyit Talip, derhal ayağa kalkarak hiddetli denebilecek bir sesle cevap vermiş: “Kumandan Beyefendiler! Hayat, her şeyden azizdir, değerlidir. Mütemadiyen benim hayatımla oynayan bu hükümet (İTC yönetimi), suikastlarına ve hakkımdaki kötü niyetine son vermedikçe silahlı muhafızlarımı dağıtmak yerine, onları akla gelmeyecek ölçüde takviye etmeyi sürdürürüm. İstanbul’daki nazır beylerin (bakanların) ve bilhassa Dâhiliye Nazırı Talat Bey’e göre, biz burada muzır (zararlı) politikalar peşinde koşan satılmış bir takım ecnebi âletleri (yabancı işbirlikçisi, oyuncağı, uşağı) konumunda kişileriz. Onlar bilmiyorlar ki, Basra’daki yabancı konsoloslarla en itibarlı Avrupalı siyasi ve askeri temsilcilerin yeri, benim şuradaki soframın kapıya yakın alt kısmıdır. Hâlbuki en itibarlı yere siz komutan beyefendileri oturtmuş ve şeref konuğu etmişizdir. Bizi, ecnebi uşağı gözüyle görenlere bu hakikati, bu mübarek vatanın selameti için bildirmenizi bilhassa rica ederim…”

Bir devlet yönetimi, otoriter rejimlerle muhalifleri arasındaki ilişkiler açısından ibretlik dersler var yukarıdaki ifadelerde.

Bu arada belirtelim: Olayın baş aktörü Seyit Talip, İTC iktidarının baskılarından ötürü olsa gerek, bir süreliğine Berlin’e gurbete gitmiş. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı yenilip İngiltere Irak’ı işgal edince, fırsatı değerlendiren Nakipzade Talip Bey, Berlin’den Kahire’ye oradan da memleketi Basra’ya dönmüş. Esas maksadı ise İngiltere’nin sayesinde Irak kralı olarak taç giyebilmek...Onun, sürgünde yaşayan Sultan Vahideddin, Arabistan (Hicaz) Kralı Hüseyin (eskiden Mekke Şerif’i Hüseyin diye bilinirdi) tarafından bir davet alınca Malta’dan Hicaz’a yolculuk yaptığı sırada Hüseyin’in kendisini Hicaz bölgesinde görkemli bir merasimle karşılayıp Cidde, Mekke ve Medine’yi gezdirmiş. Sultan’ın bir dediğini iki etmemiş. Fakat asıl niyeti, Kemalistler tarafından padişahlık ve halifelik makamından azledilen Vahideddin’in varlığından yararlanarak ve onayını alarak manevi makamını (halifelik) elde etmekmiş.. Bu noktada Seyit Talip, devreye girerek Vahideddin’e bir mektup yazmış ve kendisini uyarmış: “Aman dikkat! Hüseyin, senin sayende hilafeti eline geçirip meşrulaştırmak istiyor. Bu oyuna gelme!” Halifelik macerası, apayrı bir konudur. Uygun bir zamanda bu meseleyi irdelemek gerekir.