Neolitik devrimin koşulları

Neolitik devrimci, konuşmaya başlayan insandı. Maddî koşullar, onu konuşmaya, konuşma ise refleksif düşünme süreçlerini ortaklaştırmaya ve bu süreçlere gitgide hakim olmaya götürdü. Düşünme süreçlerine hakim oldukça da devrimci bir karakter kazandı. Artık kendi yeni maddî koşullarını belirlemesine ramak kalmıştı.

Google Haberlere Abone ol

Tolga Yıldız

Yaklaşık 10 bin sene önce insanlık ani bir sıçrama geçirmiştir. Bilindik somut kanıtlar bunu kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde doğrular. Beş bin sene önce yazının icadıyla (yani “tarih”in başlangıcıyla) bu somut kanıtlar iyice çarpıcı hale gelir. On bin sene önce Bereketli Hilal’de tarımın icat edilmesi sonucunda insan davranışlarının şimdiki şeklini aldığı düşünülür.

Sırasıyla: Tarımın başlaması, dolayısıyla toprağa bağlı yerleşik hayata adım atılması, bunun üzerine boş zamanın artmasıyla birlikte soyutlama becerilerinin gelişmesi, dinin ortaya çıkışı ve böylece hem maddî hem de ideolojik şartların oluşması sonucu şehirlerin doğuşu. Bu silsileye kimsenin pek bir itirazı olduğunu sanmam. Ama benim var!

Şimdi anlatacağım hikâye, akademik çalışmalar ve yeni bulgulara dayanan bir bilimkurgu. Yani bilimde her zaman olduğu gibi, tam anlamıyla kesin değil, ama bugün için geçerli olan son bilgilerimizin genel bir tanıtımı ve yorumu buradan sonrası.

İKİ YÜZ BİN SENE ÖNCE

Homo sapiens, yani sizler ve ben, kuyruksuz maymunlar içindeki onlarca insan türünden hayatta kalmış tek türüz. Halbuki 200 bin yıl önce, o zamanlar yaklaşık 2 milyon yıldır dünya üzerinde dolaşan güneyli yaşlı kuzenimiz Homo erectus (yani iki ayağı üzerinde dik duran ilk insan) ve yaşam sahnesine bizden biraz önce çıkıp bir anda ortadan kaybolan kuzeyli genç kuzenimiz Homo neanderthalensis ile karşılaşabiliyorduk.

Homo sapiens ile Homo neanderthalensis cinsel ilişki de yaşamış, boy boy çocukları olmuştu. Bu çocuklar, siyah derili olmayan tüm insanların ataları şimdi. Günümüzde Homo sapiens’i genetik olarak en iyi temsil edenler siyah derili insanlar (çünkü insan Afrika’dan çıktıktan sonra Homo neanderthalensis ile karşılaştı, Afrikalılar karşılaşmadı). Diğerlerimiz meleziz.

Bugün büyük insansı maymunlar ailesinin üyeleri şunlar: Orangutan, goril, bayağı şempanze, bonobo ve insan. Bu akraba türlerden bayağı şempanzeler ve bonobolardan sonra (yüzde 98,5 oranında benzerlik, fare ve sıçan arasındaki benzerlikten de çok) en yakın genetik ortaklığımızın olduğu gorillerin (yüzde 95 oranında benzerlik) nesli tükenmek üzere. Biz Homo sapiens’ler ise son 200 bin sene içinde toplam üye sayısı iki binlere kadar düşerek iki defa yok olma tehlikesi atlatmışız. Peki geceleri mağaralarda dinlenerek geçirirken, sadece taş aletler yapabilirken, gündüzleri genellikle bitki toplayarak, rastgelirse hayvan avlayarak karnımızı günübirlik doyururken nasıl oldu da hayatta kaldık?

TÜR İÇİ ALT GRUPLAR

Biz bir sürü hayvanıyız, sosyal bir hayvanız. Az sayıda (genellikle 150’den az) üyesi olan gruplar içinde yaşıyorduk. İnsanların kimisi bu grup içi dinamiklere, sosyal uyaranlara, normlara daha uyumlu olabiliyordu. Kimisi ise daha somut çevresel şartlara uyumluydu. Sosyalliği baskın olanlar daha ahenkli grup davranışları gösteriyordu. Bu ahenk, o grubun üyelerinin hepsinin birden hayatta kalmasını garantileyecek en ilkel sosyal becerilerimizin seçilime uğramasına neden oldu: İşbirliği ve yardımlaşma.

İşbirliği becerisine sahip insanlar gruplar oluşturdu. İki ayağımız üzerine kalkmamız ve karın boşluğumuzun bu yüzden daralması nedeniyle dünyaya tam gelişmemiş olarak gelen insan yavruları bu grupların içine doğuyordu. İşbirliği becerisine sahip olan cinsel partnerler; hamileliğinin sonuna doğru toplayıcı-avcı üretim faaliyetinden geçici olarak çekilen ve bebeği sütten kesilip yürüyene kadar üretim faaliyetine randımanlı şekilde geri dönemeyen anneler ve grubun diğer üyeleriyle birlikte topladığı/avladığı yiyeceklerini eşiyle her zaman paylaşmaya gönüllü olan babalar, bu genetik özelliklerini yeni kuşaklara da başarıyla aktarıyordu.

İşbirliği becerisine sahip olmayan insanlar ise yavrularına ebeveynlik yapacak becerilerden de yoksundu. Dolayısıyla “bencil genler” yiyecek paylaşımı, fizikî koruma, duygusal yakınlık, yüksek empati ve bakım verme süreçlerine muhtaç olarak dünyaya gelen yavrularını hayatta tutacak davranışlar sergileyemedikleri için türümüzün gen havuzunda oyun dışı kalıp azaldılar.

İNSAN KÜLTÜRÜ

Bir sonraki kuşağa biyolojik yollar dışında aktarılan her şeye kültür diyoruz. Kültür, yerelliği ve çeşitliliği içeren evrensel bir olgudur. İnsan grupları arasında farklılaştığı gibi, sadece insana özgü de değildir. Birçok türde gözlenir. Özellikle de şempanzelerde. Aynı türün bireylerinin farklı bölgelerde yaşayan sürülerde farklı davranışlar sergileyebildiği bilinen bir şey. Homo sapiens de Doğu Afrika’dan dünyaya yayılırken karşılaştığı çevresel sorunlara çözümler bulmuş ve bu çözümler sosyal taklit becerileri yüksek olan çocukları tarafından gözlenerek öğrenilmiş ve sürdürülmüştür.

Bu öğrenme ve aktarma becerileri, insan davranışlarının çevresel şartlara uyarlanmasında biyolojik adaptasyonu desteklemiştir. Yaklaşık 2,5 milyon yıldır alet kullanarak, 750 bin yıldır da ateşi kontrol ederek toplayıcılık ve avcılık yapan insanların, bu gibi düşünme ve el becerilerini daha çok üyeyle paylaşıp kolektif olarak daha hızlı geliştirebildikleri büyük grup hayatları, öncüllerine göre daha büyük bir beyne sahip olan Homo sapiens’lerin devrine denk gelmişti. Son 200 bin yıldır insan bedeninde makro bir değişim olmasa da, bu bedenin sergilediği davranış çeşitliliği diğer türleri sollayarak kümülatif olarak arttı. Bunun en önemli sebebi, farklı bireylerin farklı dikkat odaklarını paylaşılan bir niyet çerçevesinde ortaklaştırabilmesi ve kolektif çözümleri ortak dikkat becerisi gösterebilen çocuklarına aktarabilmesiydi.

GRUP SORUNU

Homo sapiens’in dünyaya yayılmasının sebebi şiddetli iklim değişiklikleriydi. İnsan, daha iyi şartlar aramak için değil, kötüleşen şartlardan çıkmak için daha önce gitmediği yerlere gitmek zorunda kalmıştı. İnsan, hayatta kalmak için çılgınlar gibi çabalayan bir tür değildi. Hiçbir tür böyle değildir. Canlılık, bir denge durumudur. Hayattaysanız işler sizin için yaver gitmiş demektir. Yoksa “hayatta kalmak için canımı dişime taktım” gibi bir “şartlara rağmen var olma” mantığı işlemez doğada.

İnsanı çözümler bulmaya zorlayan şey yeme-içme değildi. Bu kadar erken bir dönemde cidden böyle bir derdi olsaydı, bu sorunu çözecek bir şansı olmaz, tükenir giderdi büyük ihtimalle. İnsanın derdi, hayatî önemi tüm üyeleri (özellikle yaşlıları, çocukları, hastaları ve engellileri) için ortada olan ve bu nedenle gittikçe kalabalıklaşan grup hayatını sürdürmekti.

TIMAR ÇÖZÜMÜ

Tam teşekküllü dil öncesinde, yani son 100 bin seneden evvel de insanlar arasında iletişim vardı. İşbirliği süreçlerine dayanan iletişim; mesela parmak ve gözle işaret etme, ses ve yüz ifadesi taklidi, insanların gayet karmaşık iletişim davranışlarındandı. Ancak sosyal etkileşim hâlâ tımara dayanıyordu. Diğer primatların tümünde gözlediğimiz tımar; bireylerin birbirlerinin bitlerini ayıklaması, birbirlerini kaşıması, karşılıklı olarak kılları ve deriyi temizlemesi davranışıdır. Tımar, sürünün bireylerini duygusal olarak birbirine bağlayan, yakınlığı pekiştiren dokunsal bir iyi niyet etkileşimidir. Grup, dayanışmanın huzurunu böyle paylaşır; üyeler aidiyet hissini tazeler.

İnsanın gün içinde yeme-içme için harcadığı zamanla uyku ve tımar için ayırdığı zaman dengeli olmalıydı. Ancak grupların üye sayıları 150’ye varınca işin rengi değişmeye başladı. Tüm gruba tımar yapmak için zaman yoktu, ama grup ahenginin sürdürülmesi, grup üyelerinin birbirini tanımaya devam edebilmesi için tımar da vazgeçilmezdi.

O sıralarda insan DNA’sında küçük bir mutasyon oldu. Gırtlak, ses telleri ve üst solunum yolumuzu düzenleyen ve başka türlerde de görülen FOXP2 gen sırasında ufacık bir değişiklik oldu. Bu, tımar sırasında çıkardığımız huzur verici “hammm” sesinden başka sesler çıkarabilmemizi sağladı. Tımar yerine bu sesleri koydu insan. Belki de ilk şarkılarımız o dönemde söylendi. Grup yan yana gelince sesinin bu yeni özelliklerini kullanıyordu artık.

İLK MİTLER

Mit, geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi demektir. Grup arkadaşlarıyla başat olarak sesini kullanarak etkileşime girmeye başlayan insanlar, boş zamanlarında grup üyelerinin zihninde artık algılanamaz olan ölü atalarını ortak bir şekilde temsil etmeye yarayacak bir şey buldu: Dil. Tam teşekküllü dil ile ilk mitler arasında yumurta-tavuk ilişkisi vardır. Yani dil, somut çevre için değil soyut (anısal) geçmişle temas için icat edildi. Dil gelişip karmaşıklaştıkça da mitler karmaşıklaşıp öyküleşti.

Tımar yerine geçen melodik sesler manalı seslere dönmeye başlamıştı. İlk mitler, şarkı ve şiir formuna yakındı. Mitler söylenip dinlenirken grup üyeleri birbirinin yüzünü görsün ve herkes birbirine iyice aşina olsun diye halka şeklinde dizilip tüm bir grup olarak aynı anda sosyal etkileşime girmeye başladılar. İlk sembolik hareketler (danslar), bu halkanın içinde yeni ses ve eski davranışsal taklit becerilerinin müzik ile birleşmesiyle doğmuştu. Daha doğrusu müzik, dil ve dans birbirinden ayrılmıyordu.

Büyük ihtimalle dil, avlanma ya da toplayıcılık veya başka günlük işler sırasında mit deyişi sırasındaki kadar kullanılmıyordu. Her ikimizin görebildiği şeye işaret etsek yeter, neden “ağaç” ya da “kaya” diyelim ki? Ama artık kimsenin görmediği ya da çocuklarımızın haberi bile olmadığı ölü atalarımızı, ailenin geçmiş deneyimlerini, grup içi yakın akrabalık ağını kavramsal olarak tekrar yaratıp bugün olanların geçmişte olup bitenlerle bağını yineleyen ritmik (belki gramerin kökeni olan) ilk melodik seslere monte ederek zihinlerimizde canlandırabilirdik.

İnsan gündüz toplayıcılık yapar ve avlanır. İnsan beynine yüzde 50 oranında egemen olan görsel duyum ve algı sistemi aydınlık ortamlara uyumludur. Karanlıkta meyvenin rengini iyi seçemez, avını sağlıklı süremez. Gündüz çalışılmalıydı. İnsanın boş zaman uğraşları ve uykusu ise gece olurdu. Mitler de geceleri anlatılıyordu. Grup geceleri yan yana gelip halka oluşturuyor ve grubun yaşlı bireyleri mitler söylerken gençler dansları ile totemleri canlandırıyordu. Ancak bu gece etkinliğine ışık gerekmekteydi. Hem de grubun üyelerinin birbirlerini görmeleri elzemdi. Bu soruna çözüm ateş oldu. Sadece yemek pişirmek amacıyla kullanılan ateş artık gece toplantılarında grubun oluşturduğu halkanın ortasında da yakılıyordu. Sembolik ritüeller, yemek ve ateşin kutsal yakınlığı bu denli kadim işte.

ZİHİNSEL TEMSİLLER

Evrimimiz bu sefer biyolojik değil tür içinde davranışsal bir çark yaptı. Üretim ve tüketim tarzımız değişmeden ideolojik bir değişim geçiriyorduk. “Somutun tutsaklığından kurtuluyorduk.” Birbirimizle kurduğumuz sosyal ilişkilerde ortak bir geçmiş inşa ettiğimiz gibi, geciktirilmiş hediyeleşme ile bir gelecek de öngörmeye başlamıştık. Takastan çok önce yapmaya başladığımız bu hediyeleşme, bir üyenin başka bir üyeye iyi niyetini göstermek için kendisi açısından değerli bir malzemeyi hediye olarak sunması ve fakat karşı tarafın buna karşılık hemen bir şey vermemesiydi. Karşılık ne kadar gecikirse o kadar makbuldü. Bu, birbirine (aslen gruba) bağlılığın ifadesiydi.

Çok geçmişte olmuş ve çok gelecekte olacak olanları zihninde tutmaya başlayan insan, an’dan zaman’a geçiş yapıyordu. Bu yeni temsil becerisini zamanla somut varlıklara ve avcılık gibi grup organizasyonlarına da uygulamaya başlayan insan, bir nesneye veya olaya nasıl müdahale ederse bir sonraki adımda (hatta bir dizi adım sonunda) ne olabileceğini deneme yanılma yapmadan zihninde doğru temsil ve tahmin etmeye başladı.

Somut olanın da soyutlanarak zihinsel bir resme dönüştürülmesinin en güzel dışavurumu 30 bin yıl önce yapılan ilk mağara resimleridir. Bir nesne ya da olayı tanımlayan özelliklerin seçilerek sadece bunların ön plana alınıp diğer ayrıntıların bastırılabilmesi sonucu insan düşüncesi, gündelik süreçler için de kavramsal (soyut, fikrî) nitelikler kazanmaya başladı. İnsan düşüncesi, tarımdan çok önce bu yolla sembolikleşmeye başlamıştı bile.

ÇOK DİLLİLİK

İlk mağara resimlerinin karakteristiği, av hayvanının gerçekte olduğu gibi insandan daha büyük olmasıdır. Yani insan, kendisini diğer unsurlarla birlikte paralel bir doğa ilişkisi içinde resmetmiştir. Fakat insanın başından beri farkında olduğu, hayata tutunuşunu sağlayan bir vasfı vardı: Sosyalliği. İnsan karşılaştığı sorunları grup olarak davrandığı için çözdüğünün başından beri farkındaydı.

O dönemdeki insan zekâsı ile bugün bizlerin zekâsı arasında bir fark yoktur. On binlerce yıl önce insanların aklını kurcalayan ilk kuramlar akrabalık sistemleriydi. Bu sistemler, gruplar arasında farklılık göstermekteydi. Farklı akrabalık sistemleri farklı mitler doğurmuştu. Bu mitler, genellikle aynı grup içindeki bireyleri belirli kuş totemleriyle damgalamakta ve öyküler aracılığıyla ilişkilendirmekteydi. Kimin kimle evlenebileceği, kimin kime nasıl davranması gerektiği kurallara bağlanıyordu artık.

Akrabalık sistemlerinin farklı gruplarda farklı biçimler almasıyla diller de çeşitleniyordu. Bugün dillerin evrensel biçimsel yapıları olmasına rağmen bir yabancı için çözülemez görülen yerelleşmiş anlam ve kullanım düzenlerinin olmasının altında yatan mekanizma bu olabilir. Araştırmalar, Avrupalı sömürgecilerin Avustralya’ya ilk vardıklarında tuttukları kayıtlara bakılırsa, dünyanın en küçük kıtasında o dönem yaşayan yerlilerin birbirinden tümüyle farklı 200 civarında dil ve 600 kadar lehçe kullandıklarını gösteriyor. Daha ilginci, bir Avustralya yerlisinin en az üçü anadili olmak üzere 56 dili akıcı şekilde konuşabilmesiydi.

İnsan, evrimsel macerası itibariyle doğal olarak çok dilli sosyal bir türdür. Çünkü ensest en köklü tabudur. Ensest tabusu, gen havuzundaki olası bir arızanın tekrarlanmasını ve ilkel aile rollerinin bozulmasını engeller. Bu nedenle farklı akrabalık sistemleri olan soylar birbirleriyle zorunlu bir etkileşim halindedir. Doğduğun kabilenin dili, annenin kabilesinin dili, babanın

annesinin kabilesinin dili, o annelerin annelerinin dilleri v.s. şeklinde bir gruplar arası dil ağı bireyleri kuşatmaktaydı.

İNSANIN YÜCELİŞİ

Biyolojik bir dönüşüm geçirmemiş olan bu son 60-120 bin yıllık modern insanı tanımlamak için kullanılan Homo sapiens sapiens terimi “bildiğini bilen insan” demektir. İnsan, çevresinde olup bitenlerle zihninde olup bitenler arasında bir fark olduğunu, zihninde olup bitenlerinse ufkunun olmadığını keşfettiği andan itibaren doğaya bir hiyerarşi atfedip kendisini bu hiyerarşinin tepesine yerleştirdi. Atalar (rüyalar, ruhlar) dünyasının mutlak hakimi oydu.

Son buzul çağının bitmesinden hemen sonra, yani 12 bin sene önce, Bereketli Hilal boyunca toplayıcılık ve avcılık yapan insanlar göç döngülerinin belirli bir noktasında bu “bildiğini bilen insan”ı dişi ve eril şeklinde temsil eden iki koca yekpare kaya oydular ve tonlarca ağırlıktaki bu kayalar üzerine totemlerini çizip onları ayağa diktiler

T biçimindeki bu kayaların çevresine halka şeklinde 12 küçük T biçimli kaya daha diktiler. Bu sayı, gökyüzünden geliyordu. Çünkü insan, göç yollarında gökyüzünü gözleyerek yolunu buluyordu. İnsana karanlıklar içinde yol gösteren 12 yıldız takımıydı bunlar.

İnsanın ikamet etmek için kendi elleriyle yaptığı bir evi henüz yokken, mağaralarda ve ağaç kovuklarında yaşıyorken, ilk mimarî eserini her göç döngüsünde oradan bir kere geçerken kullanmak üzere göç yolu üzerindeki bir alana inşa ediyordu. Burası Urfa şehir merkezine 15 km. uzaklıktaki Göbeklitepe idi: 12 Hitit, Olimpos tanrısının; 12 Buda öğrencisinin; Yakup’un 12 oğlunun; 12 havarinin; 12 imamın; 12 büyük gök cisminin; 12 ayın ilk formuydu Göbeklitepe.

GÖBEKLİTEPE

Göbeklitepe

Bugün tüm tek tanrılı ve kitaplı dinlerin ortak peygamberi olan İbrahim’in Urfa’da yaşadığına inanılır. Hindu dinindeki Brahma’nın da o olduğu düşünülür. İbrahim, kitlesel dinlerde tekrar eden ortak bir figürdür. İbrahim ismi “yüceltilmişlerin babası” demektir. İslam’a göre, dünya üzerinde yapılan ilk ev olan ve insanlık tarihinde ev ile birlikte ortaya çıkan tüm değerleri temsil ettiği düşünülen Mekke’deki kutsal Kabe’nin mimarı da İbrahim’dir.

Göbeklitepe bir açık hava tapınağı olmasına rağmen zemini sıvı geçirmezdir. Büyük ihtimalle ayinlerde sıvı kullanılıyordu. Bu sıvının kan olması muhtemel. Tapınağın halka şeklinde dizilmiş olan taşları içinde ateş yakılan bir ocak da bulunuyor. Fakat Göbeklitepe ve çevresinde insan değil hayvan kemikleri bulunmuş. Yani yılın belirli bir döneminde insanlar oradan geçerken avlanan hayvanlar Göbeklitepe’de “kurban edilip” hep birlikte büyük ziyafetler çekilmiş olabilir. Bugünün yaygın inanışına göreyse kurban, çaresizlik içinde oğlunu boğazlamak üzere olan İbrahim’e müjdelenmişti. Göbeklitepe ile İbrahim Peygamber, Kabe ve kurban arasındaki bu benzerlikler çarpıcıdır.

Tarımdan ve yerleşik hayattan iki bin yıl evvel yapılmış olduğu anlaşılan bu yapı ile Mısır piramitleri arasında yedi bin sene var. Bugün bir bilgisayar kullanarak bu yazıyı hazırlayan benimle Mısır piramitleri arasında ise beş bin sene var. Mısır piramitleri ile Göbeklitepe arasındaki teknoloji farkı, internet kullanan benimle Mısır piramitlerini yapan insanlar arasındaki teknoloji farkı kadar. İnsanlar, sadece taşı taşla kırarak her dönemin en büyük tapınağını inşa etmişler. Bu tapınağın, insanın dünya üzerindeki ilk mimarî eseri olması ise akıllara durgunluk vericidir.

Göbeklitepe

'ÖNCE SÖZ VARDI'

Yuhanna İncili’nin ilk ayeti, “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı” ifadeleridir. Bu ifadeler yukarıdaki hikâyeden sonra okunduğunda sizin için de net bir anlam kazanıyor mu, bilemem. İnsan, kendi tecrübelerini ve deneyimlerini fark edip kutsallaştıracak kadar zeki bir tür. En çok da söyleme, anlatma kabiliyetini.

Göbeklitepe’nin ilginç yönlerinden biri de insan biçimli T dikilitaşlarının hiçbirinin ağızlarının olmaması. Dışsallaştırılmış olan tanrısal insan ile ortaklaşılmamış tek nitelik konuşmadır sanki. Konuşma hâlâ insana, bu dünyaya aittir. Belki de ideal seviyede tasarlanan Tanrı’nın düşünmesi ile ifadesi arasında fark yokken, insan için düşünme ile konuşma arasında bir fark vardır. Düşünme türe ait bir yetiyken, konuşma ilkin grubun, sonra bireyin içselleştirilmiş etkileşimsel bir ortak üretimidir.

Ben bir gelişim bilimciyim. Özellikle 3-7 yaş insan yavrularının düşünme ve konuşma süreçlerinin gelişimini kavram oluşumu üzerinden araştırıyorum. İlgilendiğim bu alanda, küçük çocukların gelişim sürecinde bugüne kadar tanımlanıp ölçülebilmiş olan tüm sosyal ve bilişsel yetilerin zayıflığı genellikle dille ilişkili görülmez. Temel bilişsel yapıların biyolojik olarak henüz olgunlaşmamış olması, bu yetilerin gözlemlenemiyor oluşunu açıklıyor gibi durur. Fakat çocuk büyüdükçe bu yetilerin neredeyse hepsindeki ustalaşma, dil kazanımıyla ilişkili bulunur.

İşin tuhaf yönü, araştırmacıların çoğu için dil bir mesele değil, çoğu zaman kontrol edilen bir şeydir. Sabit tutulur, etkisi susturulur. Çünkü dil, psikoloji için halen düşüncenin gürültülü, kirli bir dışavurumundan ibarettir. Oysa tam teşekküllü ele alındığında "dil varlığın evidir." Varlığın şahidi insanın da. Bu şahitliğin vesikasıdır dil. O, bacağına dokunduğum şeyin aslında bir fil olabileceğini, görmesem de tüm bir filin neye benziyor olabileceği hayalini bana aktaran şeydir. Hatta ortada gerçekten bir fil olmasa bile.

NEOLİTİK DEVRİMCİ KİMDİR?

Neolitik devrimci, konuşmaya başlayan insandı. Maddî koşullar, onu konuşmaya, konuşma ise refleksif düşünme süreçlerini ortaklaştırmaya ve bu süreçlere gitgide hakim olmaya götürdü. Düşünme süreçlerine hakim oldukça da devrimci bir karakter kazandı. Artık kendi yeni maddî koşullarını belirlemesine ramak kalmıştı. O yeni maddî koşul tarımdı. En başta dediğim gibi, tarım pek de rastlantısal olmayan bir sonuçtu tarihimizin bu noktasında.

*Bu yazı ilk olarak Academia'da yayınlanmıştır.