İnsanın 'kıyamet günü' itirazı

Şehirler artık insanların insanlarla ve yine insanların insan olmayan canlılarla birlikte yaşadığı mekânlar değildir ve bugünün modernizmi karşısında böyle bir şey mümkün de değildir. Şehirler soylulaştırılırken asıl ahalileri ile birlikte insan olmayan canlılar da ya daha periferiye gönderilmekte ya da kamplara, barınaklara kapatılmaktadır.

Google Haberlere Abone ol

Musa Yazıcı

“Her canlı türü kendi biricik hikâyesini yaşamak için dünyaya gelir!”

Ömer Faruk

“Hayvanlığın trajedisi imkânsız bir felaketin her an gerçekleşiyor olmasıdır. Hayvan uzun süre beklediği mutluluğu elde edemeden, keder ve sefalet içinde ölür; insan da yasla baş başa kalır.

Oxana Timofeeva

“Şehirde insan olmayan canlılar nasıl yaşar ve bunun hem onlara hem de insanlara dönük sonuçları nedir, neler olabilir?” sorusuna daha çok büyük şehirleri ve yerleşim birimlerini önceleyerek verecek olduğumuz yanıt herhangi bir olay ve durum karşısında tavrımızı belirlememizi de sağlayacaktır. Sözünü ettiğimiz tartışmanın insan olmayan canlılar içinde kediler ama ondan çok insana yakınlıklarından dolayı köpekleri kendine merkez alması gerektiği bellidir.

Şehrin devlet ve müteahhitler eliyle dikey ve otoriter bir modernleşmeye teslim edildiği bir düzlemde bildik anlamda bir köpek hayatı ister sokakta ister her hangi bir evde, apartman katında yaşanıyor olsun artık pek söz konusu değildir. Kaldı ki sokak köpeği, kedisi tabirinin de bu dünyanın ürünü olduğunu da burada bir daha hatırlamamız gerekse de şehrin otoriter modernizminin sokaklarını büyük ölçüde ortadan kaldırdığı ve cadde haline getirdiği düşünüldüğünde yeni bir tanımlama bile gerekebilir.

Kuşkusuz sahiplenilmiş ya da insanlarla birlikte yaşayan kediler, köpekler ve başka insan olmayan canlılar ve onların hayatı burada başka bir sorun ve tartışma konusu olarak değerlendirilmek zorundadır. Otoriter ve dikey modernleşme ve onun oluşturduğu beton ada/larda asıl sorun böyle bir dünyada ev ve barınaklar dışında insansal, teknolojik ve doğasal (yağmur, kar, dolu, fırtına, sel, soğuk başta olmak üzere) her türlü tehdit ve şiddet altında sokakta/caddede yani bulduğu yerde, insan tarafından atıldığı yol kenarlarında, ormanlarda, çöplüklerde ve çoğunlukla hayvanseverlerin, hayvan hakları savunucularının ve iyilikseverlerin bu temeldeki örgütlenmelerin yetersiz gıda, bakım, tedavi desteğiyle yaşamaya çalışan çoğu insanın her geçen gün daha da çoğalan şiddet ve zulüm biçimleri ile köpeklerin, kedilerin, atların, eşeklerin, katırların genç yaşta ölmeleri, öldürülmeleridir.

Bu durum özellikle onlara bakarak insanlarla yaşamayı tercih etmiş insan olmayan canlılar için insanın insan merkezliliği karşısında halli mümkün olmayan önemli sorunlardan biridir. Kaldı ki bu yaşamanın baskı ve kalıcılaşmış şiddet, öldürme ve onun korkusu altında sürdürülmeye çalışıldığı kesinlikle ve bir daha unutulmamalıdır. Yanı sıra yalnızca üremeyi yani çoğalmayı engelliyor gibi görünen kısırlaştırmanın (yeni bir hayvan ve köpek türü yarattığını ve bunun da insanın türcülüğüne yeni bir örnek olduğunu hatırımızda tutarak) onları obezleştirmesi ve dünya karşısında duygularını daha da köreltmesinden bağlı olarak etkisizleştirmesinden yani pasifleştirmesinden dolayı yine insan ve insan olmayan canlılara yönelik olarak savunmasız bırakması, kaçamaz ve kendini savunamaz etmesi de burada konuyla ilgili göz önünde bulundurmamız gereken başka bir sorun ve durumdur.

Kediler köpekler başta olmak üzere epey bir hayvan insanlarla yaşamayı ve birlikte olmayı tercih etmiş ve benimsemiş canlılar olmalarına rağmen her zaman ötekileştirildiği ve dışlandığı, bu yüzden de onlara dönük çoğu şeyin bu temelde bir insaniyetsizlik biçimi olarak ortaya çıktığını yasa ve hukuk haline getirildiğini ve yargılama, cezalandırma, infaz etme biçimi olarak uygulandığını bunun ne yazık ki Aristoteles’den, Descartes’tan, Platon’dan Hegel’e, Aldo Leopold’a, Jose Ortage Y. Gasset’e, Mahmut Özer’e ve Zeynep Direk’e kadar felsefenin insan merkezli olmasının da bir sonucu olarak düzenli olarak insan olmayan canlıların aleyhine bir düşüncenin ve onun oluşturduğu pratiklerin gelişip bugüne kadar geldiğini ve dünyayı belirlemeyi ve etkilemeyi sürdürdüğünü yazabiliriz.

Burada insan olmayan canlıların insanlara zarar vermesinden, saldırmasından çok hatta daha fazla her geçen gün daha otoriterleşen ve sterilleşen şehirlerde yaşıyor olmalarını insanın ve onun insan merkezli düzeninin her türden ötekine yönelik yaptığı gibi kökten çözmeyi ve bu temelde önlem almayı ve ihlal etmeyi istemeleri sorundur ve bundan dolayı da ötekileştirilen insan dâhil her canlı gibi periferiye hatta daha dışarıya sürülmüş, ölsünler diye kapatılmış, en sonunda da yaşama hakkı ihlal edilerek bir biçimde öldürülmüş ve bunun yasa, yargılama ve cezayı infaz etme koşulları oluşturulmuştur. Bunun kendini baştan beri tekrar eden, yenileyen ve geliştiren felsefeden de güç alan faşizan bir türcülük ve hatta faşizm olduğunu söyleyebiliriz.

Bu noktada günümüzün otoriter modernizmi ve onun dikey dünyasının insana ve insan olmayan canlılara dönük oluşturduklarını ve yol açtıklarını çoğu zaman dışta tutarak yapılan tartışma ve düşünce karşılaştırmaları insan merkezliliğin sonuçlarını göstermesi açısından fazlasıyla önemlidir. İnsan merkezlilik Kayseri’nin Hacılar ilçesinde on beş yaşındaki bir çocuğun bağ ve bahçelerde yaşamaya çalışan (iki çocuğun orada ne yaptığı ve neden bulunduğu köpekleri kışkırtıp kışkırtmadıkları, taciz edip etmedikleri sorusu hâlâ yanıtsız ve belirsizdir) köpeklerin saldırısından dolayı ölmesi tam olarak nedenleri ve nasıl olduğu ortaya konmamış olduğu halde felsefecilerin insan olmayan canlılara yönelik dışlama ve ötekileştirme, ihlal etme duygularını (olayın ertesinde şehir içi kasaba, köy ve dağ başı neredelerse, nerede varsalar, yaşamaya çalışıyorsalar, yavru köpekler dahil dokuz yüze -sayıyla 900- yakın büyük küçük köpeğin ağır kış koşullarında toplanıp kötü koşullarda tek bir barınağa doldurulduğunu belirtelim) Zeynep Direk örneğinde olduğu gibi bir kez daha ortaya çıkardı ve tam bir erillikle azdırdı.

Zeynep Direk Hacılar olayından hareketle bir kez daha alıntılarsamEğer bir hayvan vahşileşmişse ve başka evcil hayvanların ve insanların hayatına zarar verme ihtimali varsa, onun bunu yapmasına engel olmak gerekir. Birlikte yaşadığımız başka hayvanları korumak adına, doğal güdüleriyle şiddet davranışı gösteren hayvanların haklarının ihlal edilmesi zorunluluk haline gelebilir. Sonuç olarak, intikam almadan vahşileşmiş hayvanların yol açtıkları tehlikelere karşı önlem almak insan sorumluluğudur.” diyor. (Gazete Duvar, Forum, 14 Ocak 2018)

Bu konuda felsefenin baştan beri ve Aristoteles’den, Descartes’tan Hegel’den bu tarafa bugünün dünyasıyla ve tabii insanı ve insan olmayan canlısıyla karşılaştırılması mümkün ve doğru olmayan tabii daha çok insan merkezli, bu yüzden de insan olmayan canlıları ayıran ve ötekileştiren, duygusuz “otomat” olarak gören insanın lehine insan olmayan canlıların aleyhine bir tartışma yürüttüğünü oluşturduğuyla insan olmayan canlılara dönük çoğunlukla şiddete dönüşen, hatta baştan şiddet olan muamele ve uygulamalarıyla her zaman buna düşünsel zemin hazırladığını yazabiliriz.

Bu da daha çok hayvandan özellikle felsefenin ne anladığı ve nasıl tanımladığı ile ilgili bir durumdur, oradan bugüne gelmiştir. Oxana Timofeeva bunu şöyle açıklıyor: “Hayvanı gerçek duyumlara sahip olmayan, ne arzulayan ne de acı çeken, kemik kas ve organlardan oluşan karmaşık bir otomat (Bu Descartes’ın hayvanıdır. M. Yazıcı) gibi tepki vermekle yetinen bir makine olarak açıklayarak davranışlarını da kolayca izah etmeye, faaliyetinin (iyi bilindiği takdirde) öngörülebilir olduğunu varsaymaya, böylece kendisini ani bir ihlal etme veya doğrudan ve kendiliğinden bir saldırganlığa karşı korumaya ya da bir saldırganlığı bertaraf etmeye kalkışmak da mümkündür.” (Hayvanların Tarihi, Çeviri: Barış Engin Aksoy, Kolektif, Kasım 2018, İstanbul) Hal böyle olunca hayvanların acı duyduğunu hemen geçip Descartes’ın otomat hayvanının hâlâ felsefe için belirleyici olduğunu söylemek kolaylaşıyor. Benzer bir değerlendirmeleri Jose Ortage Y. Gasset’in avcılıkla ilgili kitabında tekrar ettiği ve avcılığı böylelikle olumladığını, insan ama daha çok insan olmayan canlılar için “büyülü” bir şey haline getirdiğini biliyoruz. (Avcılık Üstüne, Çeviri: Derin Türkömer, YKY, Eylül 1997) Aynı felsefecinin “Sevgi Üstüne” adlı kitabı olduğuna ve bunun pornografisine hiç girmiyorum. (Çeviri: Yurdanur Salman, YKY, Haziran 19995)

Bu tartışmanın geçmişten ve onun özgül koşullarından kalkınarak bugün de insan olmayan canlıları tartışma ve değerlendirme bir yandan da onların saldırısına- oysa dünya aynı zamanda insanın insan olmayan canlılara dönük kalıcı zulmünün tarihidir-karşı insanlar için güvenlikli bir dünya oluşturma gibi açık gizli bir amacı bünyesinde bulundurduğunu, geçmişin ilkel ve vahşi hayatına bağlı olarak bundan çıkardıkları sonuç ve aldıkları önlemler tartışmaya ve reddedilmeye sonuna kadar açık olsa da haklı olduklarını düşünebiliriz. Tom Regan bunu, arkasından gelen ama ironiyi bile geçmiş durumu, bir örnekle şöyle açıklıyor:

Filozofların Serengeti Yaylası’nda aslanların saldırısına uğradığını varsayıyoruz. Filozoflar şu argümanı öne sürüyor: Eğer aslanlar haklara sahipse o zaman ötekiler (filozoflar) aslanların haklarını ihlal etmeksizin kendilerini korumak için bir şey yapamazlar. Daha da kötüsü, aynı durum genelde geçerli olmak zorunda. Sıçan zararlılarının Paris’in dört bir yanına hıyarcıklı veba yaydıklarını farz edin. Onların haklarına saygı göstereceksek, elbette bunu yapmalarına izin vermek zorundayız. O halde, kendimizi hayvanlara karşı koruyamazsak bize ne olur? Tabii ki, Serengeti’deki filozoflar gibi yok olur gideriz.” Dedikten sonra şunları da ekliyor:

“Buna da kıyamet günü itirazı diyorum. Bir hiciv olarak etkili olabilir belki, ama hiçbir mantıksal temeli yok. Tutarlı hiçbir insan hakları savunucusu, yaşamlarımıza, bedenlerimize ya da özgürlüğümüze yönelik her saldırı karşısında susup oturmamız gerektiğini savunmaz. Tam tersine, tutarlı her insan hakları savunucusu, görecelilik (yani daha az güç kullanmak yeterliyken daha fazla güç kullanmamak da) dâhil başka unsurlarla ılımlılaştırılmış bir kendini savunma hakkını teslim eder. Dolayısıyla, haklarımızı ihlal eden ve bize ciddi bedensel zarar vermekle tehdit eden bir saldırganı yaralayacak kadar güç kullanmakla asla haklarımızın sınırını aşmış olmayız.”

Tom Regan konuyu da “Ahlaken bir insan yerine bir hayvanın bize saldırması hiç de farklı bir durum oluşturmaz. Tutarlı hiçbir hayvan hakları savunucusu, örneğin filozofların aslanların saldırısı karşısında kendilerini savunmak için parmağını bile oynatmaması gerektiğini düşünmez ve düşünmemelidir de.” diye bağlıyor.” (Kafesler Boşalsın, Tom Regan, (2006) çeviri: Serpil Çağlayan, 2007, İstanbul)

Eğer bugün de dünyanın o günden bugüne hiç değişmeden aynı kaldığını söyleyebilirsek insan olmayan canlıların insana ve insan olmayan canlılara yönelik saldırısı karşısında kendimizi savunup savunmayacağımızı, bu konuda bir önem alıp almayacağımızı tartışmamız bile gerekmeyebilir. Ama dünyanın insan dâhil bütün canlıların uzun zamandır insanın tehdidi ve uzun sürmesi mümkün bütün sınırları aşmış/geçmiş şiddeti altında olduğunu yaşıyor ve biliyoruz.

Bir kere bizim yaşadığımız dünyada vahşi hayat ve onun insana ve insan olmayan canlılara dönük bir saldırısı söz konusu bile değildir. Bu dediğimiz dünyanın çok az bir yeri için geçerlidir. Bugünün şehrinde özellikle kedi ve köpeklerin tek tek en fazla eşi ve yavrularıyla birlikte ve çoğunun kısır olarak ancak yaşamasına izin verildiği düşünülürse bundan insana yönelik ciddi bir tehdit çıkarılamaz. Burada, altı yılı geçkin zamandır on beşe yakın azalan çoğalan çoğu kısırlaştırılmış çeşitli ırktan köpekleri aynı bölgede beslediğimi ve herhangi bir hayvan saldırısına maruz kalmadığımı, tersine beni görünce bağıra bağıra hemen kaçtıklarını daha sonra karınlarını doyurmak için geri geldiklerini de özellikle belirtirim. Yanı sıra günümüzde özellikle büyük şehirlerde yaşayan köpeklerin çok olduğunu düşünenlerden değilim. Çünkü köpeklerin binlercesi çoğunluğu özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde çoktan sürüldüler ya barınaklara kapatıldılar ya da yol kenarlarında, çöplüklerde, ormanlarda hayatta kalmaya çalışmakla cezalandırıldılar. Çünkü “Sorun yaratan her neyse sınır dışına atılmalıdır.” (Oxana Timofeeva Hayvanların Tarihi)

Onlar hayvanseverler, iyilikseverler ve hayvan hakları savunucuları onları hayatta tutmaya çalışırlarken insanın her türden saldırısına ve şiddetine maruz kalıyorlar. Benzer şekilde Ortadoğu’dan ya da başka ülkelerden göç etmek zorunda bırakılmış insanlar da kenar mahallelerde, terk edilmiş binalarda ve kamplarda yaşamaya çalışmakta, saldırıya uğramakta ve linç edilerek cezalandırılmaktadır.

Özetle insan ve insan olmayan canlılar insanın sürme, uzaklaştırma, kapatma, şiddet uygulama, cezalandırma, öldürme ile kendini gerçekleştiren neredeyse devlet ve şehir düzeni haline gelmiş saldırısı ve ihlali altındadır, şiddetine maruzdur. Şehirler artık insanların insanlarla ve yine insanların insan olmayan canlılarla birlikte yaşadığı mekânlar değildir ve bugünün modernizmi karşısında böyle bir şey mümkün de değildir. Şehirler soylulaştırılırken asıl ahalileri ile birlikte insan olmayan canlılar da ya daha periferiye gönderilmekte ya da kamplara, barınaklara kapatılmaktadır.

Ötekileştirilmiş insanlar ve insan olmayan canlılar ya da genel olarak öteki (özellikle köpek, at, eşek, katırlar) periferiye sürülürken bir yandan da kuşların, ayıların, kurtların, tilkilerin, domuzların ve daha başka insan olmayan canlıların yaşama alanları insanlığa ve modernizme kazandırılmakta, onlar da insan ve araçlarının zulmüne maruz kalarak ölmekte ya da barınaklara kapatılmakta, büyük çoğunluğu da daha uzaklara gönderilmektedir, gitmektedir. Bunun karşısında insan olmayan canlıların insan olmayan canlılara ve özellikle insanlara yönelik saldırısının karşılaştırılamayacak ve kıyas edilmeyecek düzeyde ve tekten örneklerle sınırlı olduğunu altını bir daha çizmeliyiz.

Buna rağmen onların periferide yaşıyor olmalarının da sorun olarak kabul edildiğini ve benzer yöntemlerle bunun da hallinin arzulandığını, istendiğini söyleyebiliriz. İnsanın ya da insan olmayan canlıların tekten saldırılar ve hatta yaşıyor olmaları bahane edilerek, öteki sorununun nihai olarak halli hak olarak talep edilip dünya genelinde güvenlik konusu olarak tartışılır, önlem ve ihlaller yasa haline getirilip uygulanırken, insan merkezli felsefe çoktan bu ihlal ve önlemlerin Zeynep Direk örneğinde olduğu gibi taraflarından ve azmettiricilerinden biri olmuştur.

Bu noktada asıl tartışmamız gereken otoriter modernizm ve onun felsefeyle güçlendirilmeye çalışılan düzeni karşısında insanın ötekileştirdiği, ayırdığı ve tehlike olarak gördüğü insan ve insan olmayan canlılarla birlikte yaşamayı sağlamak için ne yapabileceği ve bunun nasıl birlikte yaşamaya dönüştürüleceği, bunun hukukunun nasıl oluşturulacağı ve adaletin nasıl sağlanacağıdır.

“Ya diğer canlı türleriyle kendimizi eşdeğer görür, onlara saygılı davranırız ya da hem kendi türümüze hem de diğer canlı türlerine” hınçla yaklaşmayı sürdürür (Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, Ömer Faruk, 6.45, Şubat 2019, İstanbul) hayvanların keder ve sefalet içinde ölmesine ve öldürülmesine rıza gösterir, yaşadığımız müddetçe eğer gerçekten insansak Oxana Timofeeva’nın sözünü ettiği yasla baş başa kalırız.