Av partisindeki patrik

Patrik Mesrob Mutafyan’ın hikâyesi, onun kişisel parıltısı, ihtirasları, salt Agos’a ve Hrant Dink’e karşı tavrında bile görülebilen ve hiç de İncil öğretilerine uygunmuş gibi görünmeyen kıyıcılığı, hakkındaki suikast planları, devlet tarafından sözde korunmaya alınması, hastalığı, hasta bedeninin dahi belli amaçlarla kullanılması ve tüm bunların sonucunda gelen ölümü bana bir av partisini hatırlatıyor. Yüce devletimizin, onun günümüzdeki pirüpak iktidarının, onlarla yan yana gelmek için can atan Ermeni seçkinlerinin ve din adamlarının buluştuğu bir av partisini...

Google Haberlere Abone ol

Rober Koptaş

İstanbul Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan’ın sessiz ve hissiz bir ıstırapla geçen yılların ardından gelen ölümü üzerine çok şey söylenebilir, söylenmeli. Çok şey değil ama bir şeyler söyleniyor ve fakat başka bir şeyler fazlasıyla eksik kalıyor. Söylenenlerin ezici çoğunluğu bu ağır kaybın yeri doldurulamazlığı, patriğin parlak kişiliği, engin birikimi ve vizyonu üstüne. Yanlış değil bunlar, yanlışlar diyemeyiz, elbette ki doğrular. Ancak gerçek bunlarla sınırlı değil. Ölümün, cenazenin, yasın olduğu ortamda ağızlar başka şeylerden söz etmeye, kalemler eleştirel cümleler yazmaya varmıyor, evet. Oysa söylenmeli, yazılmalı. Ölen 558 yıllık tarihi bir kurumun en tepesindeki ruhaniyse, “ölünün arkasından konuşulmaz” düsturu anlamını yitiriyor. Hele hele son bulan hayat, Ermeniler, Türkler, Patrikhane, cemaat, devlet, din, demokrasi hercümercinin orta yerinde aktörleşmiş, çatışmaların ve uzlaşmaların, sözlü ve sözsüz akitlerin öznesi olmuşsa. Hele hele sağlığında tartışmaların, polemiklerin, iktidar ve güç kavgalarının tarafı olarak rol oynamışsa. Hele hele hastalığı ve ölümü gizemli, şüpheli, tartışmalıysa. Hele hele Patriğin hasta bedeni ve bilincini yitirmiş zihni arkasına gizlenen birileri yıllarca devranları kendileri için döndürdüyse. Yazılmalı, salt kişisel olan elbette kişisel alana kalsın, ancak sosyopolitik alana dair söylenmesi gerekenleri ölüm de, yas da, cenaze de engelleyemez ve kamusal alanda söz söyleyip kalem oynatanların sorumluluğu en çok böyle günler içindir. Ölümün ardından on gün kadar bekledikten ve yazılanları, özellikle Ermeni toplumunun yayınlarını takip ettikten sonra, tam da cenazenin ertesinde yayımlanmak üzere, bu yazının başına oturdum. Çünkü, Patrik Mesrob Mutafyan, onun hayatı ve patriklik dönemi, tarihsel, toplumsal, siyasal bağlamına oturtulmalı. Günahı ve sevabı, hataları ve doğrularıyla. Hiç değilse not düşmek adına.

Patrik Mutafyan

Türkiye’nin kadim ve ağır yaralı Ermeni toplumunun parlak, iyi donanımlı ve genç ruhani önderinin, Fronto-temporal demans diye anılan bir zihinsel rahatsızlık sonucunda yatağa hapsolup yıllarca bilinçsiz bir halde ölümü veya onu yaşama döndürecek bir mucizeyi bekler halde kalakalması, salt bir hastalık, fiziksel bir rahatsız olarak görülebilir mi? Meselenin asapla, sinirle, dolayısıyla ruhla, ruhsallıkla, ruh sağlığıyla ilgili boyutu göz ardı edilemez ve tüm bunlar da memleket ahvalinden, Patriğin yaşadığı ve çevrelendiği koşullardan bağımsız düşünülemez. Hele, söz konusu kişinin hayatının en önemli kararı, genç yaşta din adamlığını tercih edişi, yine ruhsal bir sarsıntının ardından gelmişse.

1956’da İstanbul’da doğan, ilk ve ortaöğrenimini Türkiye ve Almanya’da gözde okullarda alan Minas Mutafyan, ABD’deki üniversite öğrenimi sırasında geçirdiği ve çok yakın bir arkadaşını kaybettiği trajik bir trafik kazası sonrasında, derin bir kedere savrulduğu dönemde din adamı olmaya karar verdi. Seçtiği yol, kendini Tanrı’ya adamaktı ve aile kurmasını, evlenmesini, çocuk sahibi olmasını yasaklayan rahiplik yoluna adımı bu büyük çöküntünün ardından attı. Felsefe ve Teoloji öğreniminin ardından Mesrob adıyla ruhanilik takdisi yapıldı; çalışkanlığı, zekâsı, hitabet yeteneği ve özellikle gençleri kiliseye çeken karizmatik kişiliğiyle cemaatinin sevgisini kazandı. 1915’ten sonra eski günlerdeki nüfuzundan çok şey yitiren İstanbul Ermeni Patrikliği’nin son onyıllarda yetiştirdiği en parlak din adamı olarak genç yaşında önemli görevler üstlendi, zamanla Patriklik makamı için en çok adı geçen aday haline geldi.

Türkiye’de devlet, Patriklik makamında kimin oturacağını ve onun kiliseye ve Ermeni cemaatine nasıl riyaset edeceğini daima denetimi altında tutmak istemiştir. Bu, hikmet-i hükümet mantığı açısından, gerek patriğin devlet politikalarına uygun hareket etmesinin güvence altına alınması için, gerekse zaten bir avuç kalmış olan Ermeni toplumunun dirayetli bir patriğin önderliğinde belini doğrultamaması, gelişip serpilmemesi için elzemdi. Soykırım öncesinde siyasi partileri, yönetim organları ve sivil kurumlarıyla değişip dönüşmekte olan Ermeni “millet”inin, kolu kanadı kırılmış ve salt Patrikhane çevresinde örgütlü bir dini azınlık “cemaat”ine dönüştürülmesi sürecinde Patriğin rolü daha merkezi hale geldi. Böylece Patrikhane’nin ve Patriğin kontrol altında tutulması da, devlet bakış açısıyla, cemaatin denetlenmesini sağlayacak kilit önemi haiz bir strateji oldu. Bu yaklaşımın doğal bir sonucu olarak, bu genç ve aktif din adamı hükümetler nezdinden önce şüpheyle, sonra düşmanlıkla karşılandı. Mesrob’un, Ermeni milliyetçi ideallerinin aktif bir militanı olduğu propagandası devlet medyası kanallarıyla yayıldı, hakkında bir karalama kampanyası başlatıldı, hatta 1990’da yapılacak olan patrik seçiminde aday olması türlü ayak oyunlarıyla engellendi.

O seçime katılamayan Mutafyan, 1998’deki bir sonraki seçimde, yine devletin desteğini almış olan rakibine karşı halkın büyük çoğunluğunun oyuyla makama getirildi. Bu teveccüh, eğer Mutafyan seçilirse devletin seçimi iptal edeceği imalarına, aba altından sopa gösterme yollu mesajlara ve tehditlere rağmen 18 bin gibi kendi demografik gerçekliğinde rekor bir sayıyla sandık başına giden ve istediği adayın seçilmesini sağlayan Ermeni toplumunun devlete kafa tutması anlamına geliyordu. Seçim sürecinde Mesrob’a en büyük desteği Hrant Dink ve iki yıl önce kurulmuş gazetesi Agos’un vermesi ise tesadüf değildi. Biri dini, diğeri seküler alandaki iki önemli şahsiyet, nüfusu azalmış olsa da, Ermeni meselesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi bağlamında simgesel bir önem taşıyan Türkiye Ermeni toplumunun kamusal sözcüleri ve liderleri olarak beliriyordu. Ermenileri binlerce yıllık tarihi yurtlarında yaşayan iki milyonluk bir halk olmaktan İstanbul’a sıkışmış küçük bir cemaat olmaya doğru eksilten tarihsel süreç, Kilise’yi tek iktidar odağı haline getirmişti. Bu yüzden de, halkın yeni patrikten temel beklentisi, cemaat işlerinde sivillerin alanını genişletmesiydi. Patriklik makamına oturmadan önce çizdiği açık fikirli din adamı portresiyle Mutafyan, bunu yapmaya en uygun ve muktedir adaydı. Ancak makama oturmasıyla birlikte güç ve yetkilerini daha önce verdiği sözlerle bağdaşmaz şekillerde kullandı ve böylece başta Dink olmak üzere önceki destekçilerinden bir kısmının tepkisini toplamaya başladı.

Mutafyan, Patrik seçildikten hemen sonra, daha önceki dönemlerde ve özellikle patriklik seçimi sürecinde kendisine hasım olan muhafazakâr ve tutucu çevrelerle uzlaştı. Ermeni cemaatinin yok oluşa direnebilmesi için elzem olan değişimlere ve buna yönelik taleplere kulak tıkayarak kendi iktidarını perçinleyecek adımlar attı. Kendisinden önceki kimi patriklerin yaptığı gibi cemaatin varlıklı kesimiyle sıkı fıkı oldu ve onların bağışlarıyla giriştiği Patrikhane binasının restorasyonu gibi işlerin sonucunda, cemaatinin halk tabanından ziyade varlıklı seçkinlerinin tercihlerine duyarlı hale geldi. Cemaat meselelerinde, dini olmayan, eğitim, kültür gibi konularda ve maddi yapılanmayla ilgili konularda tek yetkili kendisiymiş gibi davranmaya başladı. Ayrıca, Ermeni sorununda, özellikle uluslararası zeminde devletin tezleriyle uyumlu sesler çıkarmayı ve Türkiye’de geleneksel olarak şeytanlaştırılan diasporayla ilgili öfkeli mesajlar vermeyi de ihmal etmedi. Bu gidişat, Hrant Dink ve Agos tarafından giderek daha sert bir şekilde eleştirildi. Ermeni basını, ta 1880’lerden bu yana din adamlarına ve dini kurumlara yönelik eleştirilere yer veriyordu ve bu, sağlıklı bir toplumsal yaşamın gereği olarak kabul ediliyordu. Oysa Mutafyan bu tür eleştirileri doğrudan kendisine yapılan saldırılar olarak değerlendirdi. Bu tutumunu, cemaat kurumlarının Jamanak ve Agos gazetelerine ilan vermesini yasaklayan bir bildirge yayımlamaya kadar vardırdı. Bu, yaşamak için Ermeni toplumundan gelecek ilanlara ihtiyaç duyan bu iki gazete için taammüden imzalanmış bir katil fermanıydı. Şu cümlenin ağırlığının altını bilhassa çizmek isterim. Hrant Dink 19 Ocak 2007’de öldürüldüğünde, gazetesi Agos Patrikhane tarafından “yasaklı” gazete ilan edilmiş haldeydi ve hiçbir Ermeni kurumundan, yani okullardan, vakıflardan, kiliselerden ve hastanelerden ilan alamıyordu.

Kaderin cilvesine bakın ki, cinayetten beş gün sonra, 23 Ocak’ta düzenlenen cenaze töreninde Hrant Dink’in tabutu önünde verdiği vaazla onu uğurlayan, üstelik konuşmasını yaparken gözyaşlarına boğulan, bu yasağı koyan patriğin kendisiydi. Pişmanlık mıydı, timsah gözyaşları mıydı, yoksa kendisi de ölüm tehditlerine muhatap olmaktan kaynaklı korkunun eseri miydi? Kim bilir. Ancak bilinen bir şey var ki, Patrik Mutafyan’ın sonunun başlangıcında Hrant Dink’in öldürülmesi önemli bir rol oynadı. Cenaze çıkışında, Dink’i planlı bir şekilde öldürdüğü daha ilk günden çok açık olan devlet mekanizmasının temsilcilerini iki yanına alarak Patriklik binasının önünde poz vermek zorunda kalması patriğin sıkışmışlığının ve çaresizliğinin bir göstergesiydi. Hassas güç ilişkilerinin ortasında oynamak zorunda kaldığı oyun, belki de omuzlarına artık ağır geliyordu. Koyduğu ilan yasağında ve türlü olaylar karşısında sakınmadığı öfkesinde hep bu yükü taşıyamıyor olmasının izleri vardı belki de.

Mutafyan’ın hastalığı etrafında şayialar eksik olmadı. Ermeni cemaatinin “sokaktaki adam”ının fikrini sorsanız, büyük bir çoğunluğun Patriğin zehirlendiği için hastalandığına inandığını görürsünüz. Gerçeklik böyle olmasa dahi algı budur ve bu algıya göre, Ermeni toplumunun fiili sivil lideri silahla susturulurken, ruhani lideri de “zehirlenerek” devre dışı bırakılmıştır. Bu teoriye itibar etmesek bile, Mutafyan’ın, akıl sağlığını, etrafındaki giderek daralan siyasi cendere ve güvenlik kaygısı nedeniyle yitirdiği, tehditlere karşı kendisine tahsis edilen ve zaman içinde giderek yakınlaşıp yanından ayırmaz hale getirdiği koruma polisi –muhtemelen işinin ehli bir istihbarat görevlisiydi– tarafından psikolojik baskı altına alınmış olabileceği ihtimali bana hiç de uzak görünmüyor. Doğrusu, Mutafyan ölüm tehditleri alıyordu veya buna inandırılıyordu ve bir dönem çok yakın olduğu Hrant Dink’in sistemli bir kampanya ile hedef haline getirilerek öldürülmesini pek çoğumuz gibi adeta canlı yayında izlemişti. Neticede, özellikle onun hassas ruhsal dengesini göz önünde bulundurduğumuzda, bu atmosferin hastalığını tetiklediğine şüphe yoktur.

Patriğin hastalığının ardından İstanbul Ermeni Patrikliği berbat bir sınav verdi. İlk dönemde, durum fark edilmesine rağmen hastalık basından ve halktan gizlendi. Teşhisin resmen duyurulmasından sonra ise, kilise gelenekleri son derece açık olmasına rağmen, yeni bir patrik seçimi düzenlemek yerine, Patrikhane’deki statükonun sürdürülmesi ve cemaatteki güç dengelerinin değişmemesi amacıyla bir soğutma ve oyalama süreci başladı. Bu sürecin temel tutunma noktaları, hasta patriğin patrik olmaktan gelen haklarının bu şekilde korunduğu iddiası ve “Bizler Hıristiyanız, mucizelere inanıyor, patriğimizin iyileşmesi için dua ediyoruz” savunmasıydı. Bunun sonucunda, sürece başından beri dahil olan devletle danışıklı olarak “patrik genel vekilliği” adında, gelenekte var olmayan bir unvan yaratıldı ve Kilise Başepiskopos Aram Ateşyan tarafından “vekaleten” –buna artık “kayyımla” demek gerekir– yönetilir hale geldi. Bu süreçte, yeni bir patrik seçilmesi durumunda özellikle yurt dışından gelecek adayların siyasi konularda nasıl tavır alacağını kestiremeyen devletin, risk almak yerine, Patrikhane’nin yönetimini fiilen elinde tutan ve para ve mevki gibi kadim yöntemlerle elde tutulması son derece kolay olan kifayetsiz ve de muhteris din adamı Ateşyan’la yola devam etmeyi tercih etmesinin önemli rol oynadığını söylemek yanlış sayılmaz. Böylece, halk yeni bir seçim ve yeni bir patrik istediği halde, hükümetle işbirliği içindeki patrikhane yönetimi ve onunla birlikte hareket eden varlıklı Ermeniler, mevcut güç ilişkilerini korumak adına patriğin hasta bedeni arkasına gizlendi ve böylece yaklaşık on yıl sürecek bir “Patriksiz Patrikhane” dönemi başladı. Bu dönemi, sadece hasta patrik için değil, tüm Ermeni toplumu için bir arafta kalma hali olarak tanımlamak yanlış olmaz. “Patrik ömür boyu seçildiğine göre ölene dek yenisi seçilemez” formülü en basit tabirle yalandı, çünkü kilisenin gelenekleri ve bu arada 1863’ten beri yönetsel işlerde temel referans metni olan Ermeni Milleti Nizamnamesi, patriğin iş göremez olduğu durumlarda yeni bir patrik seçilmesini öngörüyordu. Kaldı ki, İstanbul Ermeni Patrikliği tarihinin hiçbir döneminde iç ve dış etkilerden bağımsız olmamış, pek çok patrik, kimi zaman sudan sayılabilecek nedenlerle görevden ayrılmış veya misal nüfuzlu bir Ermeni’nin veya bir paşanın isteğiyle istifa etmiş, yerlerine yenisi seçilmişti. Mutafyan’a kadar seçilmiş olan 83 patrikten yalnızca 12’sinin makamda iken hayatını kaybettiği gerçeği, “Patrik ölmedikçe yenisi seçilemez” yalanının yalanlığını ortaya koymaya fazlasıyla yeter.

Burada, 1915’te soykırım başladığında önce aydınları tutuklanıp öldürülen bir halkın bakiyesinin, neredeyse yüz yıl sonra yine aklından, yine beyninden, yine düşünenlerinden vurulmuş olmasının çağrıştırdıklarına işaret etmeden geçmeyeceğim. Patrik Mutafyan’ın yaşamla ölüm arasındaki bilinçsiz hali bir tür arafa benziyordu. Arapça “urf” kökünün çoğulu olan araf, “Tanıma, bilme, basiret, feraset, eğriyi doğrudan ayırt edebilme yetisi” anlamına geliyor ve doğu geleneğindeki kullanımında “Bu yetiye sahip olup da olumlu ya da olumsuz yönde kullanamayanları” kast ediyor. Şu halde, sağlığında urf yetisine fazlasıyla sahip olan patriğin herhalde yaşadıklarının etkisiyle geçtiği arafın tıp dilinde karşılığının Fronto-temporal demans olduğu söylenebilir. Front-temporal demans, beynin ön lobundaki sinir hücrelerinin uğradığı hasar sonucunda özellikle kişilikte, davranışlarda ve dilde meydana gelen değişiklik ve bozukluklara verilen isim. Kendisinden pek hazzetmeyenlerin bile parlak zekâsını daima takdir ettiği bir kilise önderinin bu tür bir rahatsızlığa uğraması ile 24 Nisan 1915 tarihi arasındaki bağı görmezden gelmek de mümkün değil. Bu tarihte, İstanbul’da İttihat ve Terakki yönetimi, Osmanlı Ermenilerinin fikirsel yaratıcıları olan 235 kadar aydını tutuklamış ve onları sonunda ölümün olduğu sürgün yolculuğuna çıkarmıştı. Soykırım’ın en büyük simgelerinden olan ve bu sürgünden sağ olarak İstanbul’a dönen Rahip Gomidas’ın gördüklerinin etkisiyle akıl sağlığını yitirmesi ve 1916 yılından, öldüğü tarih olan 1935’e dek bilinçsiz ve sözsüz bir araf haline mahkûm olmasını hatırlamak, akıl, zihin, beyin, düşünce, bilinç, hafıza arasında nice çağrışımlara kapı aralıyor.

Tüm bu bağlantılara ilk dikkat çekense bir sanatçı olmuştu. 2016’da Galata Rum Okulu’nda açtığı Günden Güne başlıklı sergisinde ressam Aret Gıcır, Patrik Mutafyan’a ve hastalığına odaklanan resimlerine yer verdi. Gıcır, sergide yer alan ve tamamı patriğin kaderi etrafındaki sis bulutunu dağıtmaya yönelen tablolarında, Mutafyan’ın şahsında, bir halkın beyninin hasara uğratılmasına gönderme yaparken, demans, sadece Patriğin değil, tüm Ermenilerin çektiği ıstırabın billurlaşmış hali olarak beliriyordu.

.

Gıcır’ın, hasta patriği, onun beyin filmlerini, günden güne yaklaşmakta olduğu ölümü, devlet adamlarıyla arasındaki gerilimli yakınlığı resmettiği tabloları arasında ilk anda bağlamsız gibi görünen bir küçükbaş hayvan başı tasviri, patriğin yaşadıkları ile halkının yaşadıklarını birbirine bağlıyordu. Bu tablo, 1915’te Anadolu’nun dağ ve bayırlarında, Suriye çöllerinde can verenlerin sıkça karşısına çıkan bir görüntünün yeniden üretimi olarak okunabileceği gibi, Hıristiyan öğretisindeki iyi çoban, yani ruhani önder ile sürüsü, yani kilise cemaati alegorisini, ayrıca, İsa’nın Tanrı’nın kuzusu, yani kusursuz kurban olma özelliğini de anımsatıyordu. Çobanın kim, kurbanın, kuzunun kim olduğu sorularını havada asılı bırakarak.

.

Patrik Mesrob Mutafyan’ın hikâyesi, onun kişisel parıltısı, ihtirasları, salt Agos’a ve Hrant Dink’e karşı tavrında bile görülebilen ve hiç de İncil öğretilerine uygunmuş gibi görünmeyen kıyıcılığı, hakkındaki suikast planları, devlet tarafından sözde korunmaya alınması, hastalığı, hasta bedeninin dahi belli amaçlarla kullanılması ve tüm bunların sonucunda gelen ölümü bana bir av partisini hatırlatıyor. Yüce devletimizin, onun günümüzdeki pirüpak iktidarının, onlarla yan yana gelmek için can atan Ermeni seçkinlerinin ve din adamlarının buluştuğu bir av partisini. Bu partide kimin avcı, kimin av olduğu da, kaybedecek olanın kim olduğu da daima bellidir. İş asla şansa bırakılmaz. Patrikler gelir, patrikler gider, ancak parti durmaksızın devam eder.