2019 ve sonrası: Ekmek, hürriyet, adalet

Son dönemlerde yapılan farklı kamuoyu araştırmaları Türkiye’de toplumun ülkenin en önemli sorunu olarak ekonomi ve ekonomi ile ilişkili sorunları kabul ettiğini gösteriyor. Uzayıp giden tanzim satış kuyrukları ise bunun somut bir göstergesi. Dünya eşitsizlik raporuna göre Türkiye’de en zengin yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay 2014’ten sonra dünya ortalamasının üzerinde seyir gösteriyor.

Google Haberlere Abone ol

Seren Selvin Korkmaz*

Yerel seçimler yaklaşırken Türkiye’de herkes sonuçları bilinen bir piyesin oyuncusu gibi adeta. Bir tarafta birbirini tekrar eden seçim kampanyaları, artık dolmakta bile zorlanan miting meydanları, isteksizce sallanan parti bayrakları, halkın umudunu kestiği siyasi liderler, “kazanacağız” nidaları.... Diğer tarafta uzayıp giden tanzim satış kuyrukları, kabaran kredi borçları, ürününü yok pahasına satan çiftçiler, yeni mezun işsizler, geleceğini öngöremeyen ay sonunu getiremeyen milyonlar... Kurumlara güvenin zedelendiği, halkın emeğinin karşılığını alamadığı, herkesin ötekileştirildiği, kutuplaşmış bir toplum.

Tüm bu tabloda halk “mutlu” demek 1918’de işgal altındaki Osmanlı topraklarında “ama halk ‘padişahım çok yaşa’ diyor”, demek gibi bir şey. Türkiye siyasi tarihi çalkantıların, darbelerin, çatışmaların tarihi olmakla birlikte umudun, her seferinde karanlıktan çıkışın, aydınlanmanın da tarihidir aynı zamanda. Sokaklarından işçilerin, köylülerin, kadınların, öğrencilerin, askerlerin, dindarların, laiklerin, Kürtlerin, Türk milliyetçilerinin yürüdüğü bir ülke... Ne hak mücadelesi ne de iktidar mücadelesi bitti bu topraklarda. Bugün kurtuluşun ve kuruluşun başlangıç tarihi olan 1919’dan 100 yıl sonra ülke adeta yine bir çıkmaz sokakta ve bugünün Türkiye’sinin talepleri 1908 Meşrutiyetinin taleplerinden farklı değil. Fransız İhtilali’nin “hürriyet, müsavat, uhuvvet” (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) taleplerine meşrutiyet yanlıları adaleti de eklemiştir. Çünkü, “adalet” bu toprakların daimi arayışıdır. Bugün ise dünyanın pek çok ülkesinde “adalet” talebi giderek daha da yüksek sesle dile getirilmeye başlanıyor. Bu talep derinleşen eşitsizliklerle birlikte “ekmek” talebi ile birleşiyor. Türkiye gibi demokratikleşmenin gerilediği ülkelerde ise adalet talebi ekmek ile birlikte hürriyet talebini de kucaklıyor.

Türkiye tarihi koşulları itibariyle geriye gidişi yaşarken, Türkiye’de ve dünyada ilericiler daha adil bir dünya hayali için alternatif arayışındalar. Çünkü mevcut kurumlar ve politikalar toplumdaki siyasal ve ekonomik eşitsizlikleri tamir etmek yerine bunların derinleşmesine hizmet ediyor. Mevcut tablodan çıkışın yolu ise halkın taleplerini yani “ekmek, hürriyet ve adalet” talebini siyasallaştırmaktan geçiyor.

Son dönemlerde yapılan farklı kamuoyu araştırmaları Türkiye’de toplumun ülkenin en önemli sorunu olarak ekonomi ve ekonomi ile ilişkili sorunları kabul ettiğini gösteriyor. Uzayıp giden tanzim satış kuyrukları ise bunun somut bir göstergesi. Dünya eşitsizlik raporuna göre Türkiye’de en zengin yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay 2014’ten sonra dünya ortalamasının üzerinde seyir gösteriyor. Bugün toplumun geniş kesimini “güvencesizler” oluşturuyor. Kazandığı gelirden bağımsız olarak istihdam, iş, gelir, çalışma, vasıfların yeniden üretimi ve temsil güvenliğinden yoksun insanlar... Buna gittikçe kırılganlaşan ekonomik koşullar ve hayat pahalılığı de eklenince, yurttaşlar gündelik hayatta “ekmek” derdini daha derinden yaşıyorlar. Bugün ne kazandığından daha önemlisi ise yarın mevcut koşullarını sürdürüp sürdüremeyeceğinin tamamen belirsiz ve kişinin geleceğinin şirketlerin, yöneticilerin, siyasi iktidarların keyfi kararları ile yakından ilişkili olması. Bugün, 1950’lerde doğan birine kıyasla sınıf atlamak daha zor. Kültürel kutuplaşma gibi küresel ekonomik koşullar da bizi kendi mahallelerimize hapsetmeye meyilli.

Freedom House’un Dünya Özgürlükler Raporu’na göre Türkiye 2019’da da “özgür olmayan” ülkeler kategorisinde yer alıyor. Siyasi temsilin seçim sandıklarına indirgendiği, fikirlerin rahatlıkla ifade edilemediği bir toplumda hürriyet talebinin kapsayıcı bir şekilde siyasallaştırılması ise çıkışın bir başka ayağını oluşturuyor. Bu taleplere hiç değinmeden teğet geçerek siyaset yapmak sadece günü kurtarır. Bu talepleri geniş tabanlara seslenecek şekilde dile getirmemek de sadece var olan pozisyonları sağlamlaştırır. Oysa ekmek gibi hürriyet talebi de bu toprakların ortak derdi.

Adalet kavramını ise basitçe haklar, fırsatlar ve kaynakların adil dağılımı olarak yorumlayabiliriz. Bu noktada adalet hem hürriyet hem de ekmek talebini kucaklıyor. Meslektaşım Alphan Telek ile uzun zamandır adaletin ikili yönü üzerinde duruyoruz: siyasal ve toplumsal adalet. İlki siyasi karar alım mekanizmalarına adil bir şekilde katılımı esas alıyor, yani siyasete katılımı sandığa hapsetmeyen bir yaklaşım. Yerel seçim süreci bize Türkiye’nin siyasal adalet konusunda oldukça geride kaldığını bir kez daha gösterdi. Aday listelerinin belirlenmesi liderlerin ve siyasi çarkları işgal edenlerin iki dudağı arasında kaldı. 21'inci yüzyılda hâlâ, insanların yaşadığı kentin yönetimine daha çok katılacağı mekanizmaları değil de kişilerin oldukça bireysel, kente dair vaatlerini izliyoruz. Sivil toplumun, ilgili konunun uzmanlarının ve kentsel politikalardan etkilenen kent sakinlerinin yönetime katılması hikayesi partilerin/adayların ajandasında pek de yer bulmuş değil. Şeffaf ve kamuya açık bir yönetim anlayışı, çoğulculuk esaslı kapsayıcı söylemler ise cılız sesler olarak yer alıyor birkaç adayın kampanyasında. Cinsiyet eşitsizliği ise bu seçimin en çok tartışılan konularından biri oldu. Kadın Koalisyonu’nun derlediği verilere göre, yerel seçimlerde belediye başkan adaylarının 8 bin 263 adayın sadece 652’si kadın yani sadece yüzde 7,89’u. Kadınların temsili konusunda da önemli bir geriye gidiş ve adaletsizlik söz konusu.

Adaletin ikinci bileşeni olan toplumsal adalet ise kaynakların adil dağılımı ile ilişkili. Bu yurttaşların gündelik hayatta onurlu bir yaşam sürebilmesinin de ön koşulu. Toplumsal adaleti gündelik yaşamdan birkaç örnekle anlatabiliriz. Örneğin, Konda’nın 2017 Aralık verilerine göre Türkiye’de vatandaşların yüzde 51’i faturalarını ödemekte zorlanıyor. Geçen iki yılda ekonominin gidişatına ve zamlara bakacak olursak bu oranın son durumu merak konusu. Adil bir toplumda, vatandaşın ihtiyacı olan hane içi enerji tüketimi yasal bir hak olmalı. Yani düşük gelirli olmasından ötürü faturalarını ödeyemeyen hiçbir vatandaşın evinde gaz, elektrik kesilmemeli. Suya erişim de bir insan hakkıdır ve kent politikalarının en önemli bileşenlerinden biri olmalıdır. Her vatandaşın temel su ihtiyacını karşılayacak miktarda su, devlet tarafından sağlanabilmelidir. Adil bir toplumda emekliler hak ettikleri onurlu yaşamı sürebilmelidirler. Ulaşım pahalılığı kent içi hareketliliğin önünde engel olmamalı, herkesi kendi mahallesine hapseden başka bir mekanizmaya dönüşmemelidir. Sağlık, eğitim gibi temel haklardan herkes adil bir biçimde yararlanabilmeli.

Tüm bu tablonun bize gösterdiği Türkiye’de ekonomi, siyaset, kent politikaları topyekun herkesi kendi mahallesine hapseden bir yönde şekilleniyor. Bu mahallenin sınırları bazen ait olduğunuz gelir grubu ile çizilirken, bazen yaşam tarzı bazen de kültürel kodlar, etnik kimliğiniz ve dini inanışınız ile çizilebiliyor. Oysa Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan yeniden Türkiye’yi ortak evimiz yapabilecek bir ütopyayı çizmek. Bunun ise mevcut siyasi aktörlerle olamayacağı aşikar.

“Çamura saplanmış bir arabanın doğru yönde hareket etmesini istiyorsanız, izlenecek en iyi yol, herkesin tekerleklerin altına yatmasını ya da arkadan itmesini sağlamak değildir. Bazı kişilerin biraz önden ipleri çekmesi, bazılarının da ilerideki yolları araştırması gerekir.” (Philippe Van Parijs) Adeta çamura saplanmış Türkiye siyasetini de içinde bulunduğu sıkışmışlıktan kurtaracak, Türkiye’nin ilericilerinin arayışıdır. Türkiye’nin taleplerini dünyanın adalet arayışı ile birleştirecek, uluslararası ilerici hareketlerle diyalog kurabilecek yeni siyasi aktörler ve siyasal bir çıkış vizyonuna ihtiyacı var Türkiye’nin. Bu ise bütün hikayeye kuş bakışı ile mümkün.

Türkiye, aksi bir durum olmazsa 2019 ve sonrasında bir süre seçimsiz bir döneme giriyor. Belki de kurtuluşun 100'üncü yılından Cumhuriyet’in 100'üncü yılına giden süreçte Türkiye toplumu ortak iyiyi, toplumsal huzuru ve adaleti yeniden tesis edebileceği bir hikayeyi yeniden yazar. Bugünün dünyasındaki gelişmelere de, Türkiye tarihine de dönersek çıkışın mümkün olduğunu göreceğiz. Yeter ki bu ülkenin her bir ferdinin sahiplenebileceği daha iyi bir Türkiye hayalini inşa edebilelim. Bu da siyasetsizlikten değil talepleri siyasallaştırmaktan geçiyor. Çıkış, ilkesiz ittifaklar, sayısal hesaplar, vizyonsuz ve “siyasetsiz”, kadını, gençliği yok sayan siyasette değil “ekmek, hürriyet, adalet” talebi ile ortaya çıkacak yeni küresel siyasetle mümkün.

*Siyaset Bilimci, İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (IstanPol) Genel Direktörü, Stockholm Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Enstitüsünde Doktora Araştırmacısı