Tehlikede olan yalnızca Erdoğan ve Bahçeli’nin bekası mı?

Beka konusunda muhalefet tarafından üretilen söyleme bakılırsa ortada rejimin kaderi ile ilgili bir sorun yok gibi. İddialı olacak ama yanılıyor olabilirler. Belki de beka sorunu yalnızca iktidar blokundaki kişilerle ilgili değildir. Beka sorunu gerçekten devletin ve rejimin sorunu olabilir. Bu kez Bahçeli haklı olabilir.

Google Haberlere Abone ol

Hasan Durkal

Müjdeyi web sitesinden verdiler. Türkiye siyasi hayatına yeni bir “Merkez Sağ Parti” giriş yapmaya hazırlanıyor. Ne mutlu, ne iyi bir haber bu… Halkın önüne yeterince sağcı parti dizmemiş olacaklar ki, var olanlara bir yenisini ekleme ihtiyacı hissetmişler demek ki.

Ciddi olmamız gerekirse, bu parti sonuç itibariyle birileri tarafından, gökten yere indirilmiyor. Önemli bir ihtiyaç hissediliyor olmalı. Bu ihtiyaç, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu toplumsal, siyasal, ekonomik açmazlardan doğuyor.

Kendisi de bir restorasyon projesi olarak yola çıkan AKP ilk dönemlerinde tahribata uğramış kimi yapıları onararak, küresel ekonomik sisteme entegrasyon politikaları bir bir yaşama geçirdi. Neoliberalizmin dünyadaki en başarılı (!) örneklerinden birisi oldu.

Ancak hepimizin gözü önünde cereyan eden olaylar dizisi ki burada özetlenemeyecek kadar çoklar, AKP’nin 16 yıllık macerasında bir dizi dönüşümlere yol açtı. Erdoğan’ın kendine has bir iktidar alanı inşa etme çabası, bunu yaparken işleri yüzüne gözüne bulaştırması ama sonuçta küçümsenmeyecek bir sert rejim inşa etmesi, bu politikalar sonucunda toplumsal statükonun dağılması, cinin şişeden çıkması, devlet ve rejim krizlerinin belirmesi, Erdoğan’ın meşruiyet krizine girmesi, son olarak da ekonomik kriz her bir şeyi alt üst etti. Artık “pürüzleri” rıza yoluyla içererek değil, çıplak şiddete dayalı, kendi yasalarına sığmayan bir şekilde gitmek zorunda.

Yasaların çiğnenmesi konusunda birikmiş yüzlerce örnek sayılabilir ama bize tek bir çarpıcı örnek yeter. 16 Nisan’daki referandumla yaşama geçirdikleri yeni anayasal düzeni çiğnemeleri için yalnızca altı ayın geçmesi yetti. Binali Yıldırım’ın istifa etmemesi olayından bahsediyoruz evet.

Gayrimeşruluk ve illegallik, baskı ve şiddet batağına saplanarak yol almayı zorunlu hale getirdi. Bir kere yapıldı mı, devamı gelmek zorunda kaldı. Zaten kriz dinamikleri yaratarak kurulan ve bu krizlere sürekli çözümsüzlük dayatarak yol alan AKP öncesi rejim ile şimdi inşa edilmekte olan yeni rejim aynı krizler konusunda aynı politikaları sürdürdü ve artık tıkanma noktasına geldi. İster önceki dönem olsun, ister yaşadığımız dönem olsun, rejimlerin ideolojik motivasyonları farklı olsa da nitelikleri çok da değişmedi. Samir Amin’in aydınlanmış despotizm olarak nitelendirdiği Kemalizm gücünü kurduğu bürokratik askeri baskı aygıtından almakta, demokratik ya da yasallık bir yana tıkandığı her seferde kontrolü baskı ve şiddet yolu ile sağlıyordu. Şu anda melez bir durumda olan (Kemalizm ile İslamcılık yeni rejime ideolojik motivasyon vermek için yarışıyorlar) yeni rejim de sonuç itibariyle gücünü meşruluğundan ya da yasallığından değil, baskıdan almakta.

Yeni rejime devletin hangi kanadının ideoloji üreteceği konusundaki kriz, rejimin aşınmış ve meşruiyetlerini yitirmiş kurumlarının yarattığı meşruiyet krizi, ekonomik kriz gibi krizler üst üste binerek, kurulu düzenin tıkanmasına yol açtı. Bu tıkanma için devreye yeni güçler sokulması gerekiyordu.

Anlaşılan kuruluşu müjdelenen yeni düzen partisi (hatta birden çok parti olabileceği söyleniyor), herhalde bu tıkanmalara çare üretme niyetiyle kuruluyor.

KİMİN BEKASI TEHLİKEDE?

Çok katmanlı kriz dinamikleri yerel seçimlerin hiç de yerel olmayan bir havada gerçekleşmesine yol açıyor. Seçim söylemleri çoğu zaman “devletin ve milletin bekası” etrafında ve buna karşı üretilen argümanlarla şekilleniyor. Özellikle Bahçeli, her fırsatta bekaya vurgu yapmayı ihmal etmiyor.

Öte yandan, beka konusunda muhalefet tarafından üretilen söyleme bakılırsa ortada rejimin kaderi ile ilgili bir sorun yok gibi. Muharrem İnce bunu “Beka değil zekâ sorunu” ile ifade ederken, Meral Akşener ise beka sorununun yalnızca Bahçeli’nin kendisiyle ilgili olduğunu belirtti. Akşener’e göre tehlikede olan tek şey Bahçeli’nin koltuğu.

İddialı olacak ama yanılıyor olabilirler. Belki de beka sorunu yalnızca iktidar blokundaki kişilerle ilgili değildir. Beka sorunu gerçekten devletin ve rejimin sorunu olabilir. Bu kez Bahçeli haklı olabilir.

Özellikle Gezi sonrası rejim ciddi hasarlar aldı. Hatta sebep olduğu etki devlet içindeki güçlerin de çatallaşmasına yol açtı. Gezi isyanı, içeriği itibariyle büyük oranda rejimin üzerine yükseldiği kriz dinamiklerinden besleniyordu. Bu büyük halkçı demokratik hareketten, siyasal bir program ve özne çıkmamış olsa da, hareket yok olup gitmedi ve halen akacak bir mecra bulmak için bekliyor.

Rejim kriz dinamiklerine (Kürtlere, kadınlara, Alevilere, demokratik muhalefete, Gezi güçlerine vs.) yaklaşım konusunda yaşanan ayrılık ve ardından küresel düzendeki konumlanma biçimi konusunda yaşanan ayrılık ve ardından devletin hangi kritik noktalarını hangi gücün eline geçireceğine yönelik anlaşmazlık 15 Temmuz’a giden süreci yarattı. Rejim kriz dinamikleri ile devlet krizi iç içe geçmiş bir şekilde masada duruyordu.

Çok da gizlenemeyen kriz, devleti oluşturan çeşitli fraksiyonların birlerine karşı sürdürdükleri ve şimdilik kısa vadede hiçbirinin kazanması çok da mümkün olmayan bir iktidar mücadelesine yol açıyor.

İtiş kakış, kimi zaman İslam, andımız ve laiklik; kimi zaman türban ve ordu; kimi zaman cemaatler ve ordu gibi karşı karşıya gelişler şeklinde tezahür ediyor. Bu da kurumların hırpalanmalarına yol açıyor.

Düzeni oluşturan yapıların, teker teker hırpalanmaları, düzenin bütünsel yapısında niteliksel değişikliklere yol açtı. Düzenin bütününün çehresi değişti. Artık yasallık yok, herkesin her kesimin yasallık yerine keyfilikle davrandığı, rıza üreten kurumlara karşı güvenin oldukça azaldığı bir durum açığa çıktı. Mahkemelere ülkede kaç kişi güveniyor, meclisin kitleler açısından herhangi bir işlevi var mı ve yasaların adaleti sağladığına kaç kişi inanıyor?

Sorular çoğaltılabilir. Ama sonuç itibariyle milyonların sahip oldukları psikoloji son derece yıkıcı bir potansiyel taşıyor. 250 yıllık değişme, gelişme, Batılılaşma sancısı köklü bir devrimle buluşamıyor. Egemen güçler halkın inisiyatifini arttıracak bir demokratik devrimin önünü sürekli kesiyorlar. Karşı devrim modern ülke tarihi içerisinde çeşitli biçimlerde ortaya çıktı ve bu siyasal müdahaleler sonucunda dondurulmuş bir tarihsel kesit içerisinde hapsedilmiş bir şekilde yaşadığımızı hissediyoruz.

Kimi zaman askeri darbeleri, kimi zaman sivil darbeleri, kimi zaman faşizan yapılanmaları, kimi zaman başka yolları denediler. Bir şekilde düzeni ayakta tutmayı başardılar.

Bugün karşı karşıya olduğumuz karşı devrimci durum iki yoldan aynı anda (ve birbirleriyle çelişerek) ilerliyor. Birincisi daha büyük yıkımlar yaratılabilecek kapasitede inşa edilmeye çalışılan Türkiye tipi faşizm. İkincisi ise yazının giriş kısmında değinilen restorasyon olasılığı.

Bu iki olasılığı dışlayan, ama hareketinin içinden henüz siyasal bir program ve özne çıkaramayan, tam da bu yüzden faşizme ya da restorasyona dolgu malzemesi olarak savrulma tehlikesi yaşayan halk güçleri ise, nesnel olarak bu iki gidişin en azından çıkar olarak zıddında yer alıyorlar. Bu çıkarların siyasal bir özne tarafından bir programla buluşturulması devrimci bir olasılığı ortaya çıkaracaktır.

Evet, siyasal alanda birbirlerine zıt olarak giden farklı olasılıklar mevcut. Güçlü olan iktidar bloku olsa da, dengelerin çok kırılgan zeminlerde ilerlediklerini unutmamalı.

RESTORASYON GÜNÜ KURTARIR MI?

Bunun bir garantisi yok. Rejim bizim sandığımızdan daha hasarlı olabilir. Restorasyon kritik virajı dönmek için yeterli bir etki yaratmayabilir. Ama daha önemli bir şey var. Erdoğan restorasyona ya da herhangi bir halk hareketine neden izin versin ki?

İçine girdiği geri dönülmez yoldan nasıl dönsün ki? Bu kadar basit mi olacak?

İşlenmiş bunca suç toplumsal güçler tarafından sineye çekilebilecek mi? Bu arada sermaye sınıfının değişen devlet içi dengelere göre pozisyon değiştirme kapasitesi de artmıştır.

Devlet içerisindeki güçlerin dengelerine göre hızlı pozisyon değiştirebilen, rüzgâr nereden eserse yelkenlerini oraya göre ayarlayan, omurgasız, karaktersiz burjuva sınıfının, devleti yöneten blokla kurduğu ilişki pazarlıklı ilerliyor. Sermaye ile siyasetin iki ayrı kategori gibi görülmesi elbette tartışmalıdır. Ancak siyasal iktidarın bu noktada daha önceki iktidar biçimlerine görece daha özerk hareket ettiği su götürmez bir gerçek.

Kamuoyu önünde demokrasi ve istikrar vurgusu yapan büyük burjuvazi, böylece olası bir iktidar değişikliğine göz kırparak “normalleşme” yanlısı görünürken, arka planda faşistleşme eğilimlerini destekliyor ve oluşan rejimin özellikle emek ve sermaye birikimi politikaları karşısında deyim yerindeyse ağzının suyu akıyor.

Ancak hava restorasyoncu güç odaklarından (Bu kategori içerisinde yeni kurulacak parti, CHP içi bir fraksiyon, İYİ Parti gibi odaklardan bahsedebiliriz) yana eserse –ki 31 Mart seçimleri bu açıdan belirleyici olacaktır- sermaye güçleri bu kez “normalleşmeyi” ön plana çıkaracaktır. Elbette bir restorasyon hareketi her zaman iktidarı devralmak için yola çıkmaz. Belki de bu hareket Erdoğan’ı zayıflatmak, “ehlileştirmek” ya da hizaya getirmek için yapılıyordur.

Eski dönemlerde olsaydık-örneğin 1980’lerde- bir restorasyon hareketi yerli ve yabancı sermaye güçleri tarafından öne atıldığında başarılı olma olasılığı daha yüksekti. Çünkü içeride ve dışarıdaki yerleşik güç dengeleri beklenmedik bir direnişi daha kolay bertaraf edebilirlerdi. Ancak dünya değişiyor ve değişen dünya, siyasetteki güçlerin, sermayeden ya da onları denetleyen uluslararası güçlerden özerkleşebilme olanakları sunuyor. Uluslararası güçler arasındaki çelişki de git gide derinleşiyor ve bu alt emperyalist ülkelerdeki iktidarların manevra kapasitelerini arttırıyor. Erdoğan’ın direniş kapasitesi biraz da bu çelişkiden beslenmedi mi?

Evet direndi ve direnmeye devam ediyor. Ama bu bizim algılarımızın çarpıtılmasına yol açmamalı. Bir bütün olarak iktidar bloku ne çok güçlü, ne de sanıldığı gibi bir basit hamleyle gidecek kadar zayıf. Kırılganlıkları çatlakları var. Birçok kriz dinamiği var. Ama o kadar. Sonuçta gözümüzün önünde rejim kendisini inşa etmeye çalışıyor.

Sonuç itibariyle biçim olarak tek yönlü hareket ettiği sanılan, şiddet ve mutlak iktidara dayalı olan; ama aslında özü kırılgan olan ve birçok olasılığı beraberinde taşıyan rejim ille de restorasyonla ilerlemek durumunda değil. Öyle bir dönüşüm yaşandı ki, birbirlerine güç dayatan zıt yönlü güçlerin bir hesaplaşma döneminde soluk alıp veriyoruz. Çelişkiler derinleşiyor ve halk güçleri henüz hiçbir şey kaybetmiş değil.

Rejimin saldırganlığı, çıplak güç, tehdit ve şok politikaları bir bakıma kendi kırılganlığını gizlemek için iyi bir maske. Çünkü yalnızca faşizm değil olasılık halinde olan. Aynı zamanda rejimin sert bir kırılma yaşaması da olasılık dâhilinde. Süleyman Soylu, Recep Tayyip Erdoğan ya da Devlet Bahçeli’nin sürekli saldırgan ve tehditkâr bir şekilde konuşmaları boşuna değil. Bu salt çıplak bir güç gösterisi değil. Bu bir açmazın gizlenme çabası, gerçekliği örtbas etme niyeti.

Demokratik cumhuriyetin maddi temelleri

O kırılma, demokratik bir halk hareketinin devrimci bir yürüyüş başlatmasının önünü açabilir mi? Sosyalist sol, içerisinde gezindiği halk güçlerinin yıkıcı öfkesine kurucu bir içerik kazandırabilir mi? Devrimin somut güncelliği düsturuyla bakacaksak, neden olmasın ki?

Marx ve Engels, Alman İdeolojisi adlı eserlerinde, komünizm fikrinin maddi temellerini kanıtlamak için şu ünlü cümleyi kurmuşlardı:

Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları, bugün mevcut olan öncüllerden doğmaktadır.[Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Kor Yayınları]

Bizce bu maddi temellendirme bugünkü Türkiye’nin rejimi ile doğması olası demokratik rejiminin ilişkisi için bir benzetme niteliğinde kullanılabilir:

Demokratik Cumhuriyet oluşturulması gereken bir durum ya da gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda kaldığı bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıracak olan siyasal düzenin adına Demokratik Cumhuriyet diyoruz.

Egemenler tekçi bir oligarşik yapıda ısrar ediyorlar. Bizler çoğulcu halk demokrasisinde. Egemenler toplumu merkeziyetçi yapının yerel temsilcileri olan valilikler yönetsinler diyorlar. Bizler iktidar halk meclislerinde olsun diyoruz. Egemenler tek bir dinsel inanç olsun diyorlar. Bizler tüm inançların devletten bağımsız bir şekilde kendilerini ifade etsinler diyoruz.

Egemenler, kaynaklar sermaye sınıfının hizmetinde olsun, kamusal kaynaklar üst sınıfların ihtiyaçları için kullanılsın diyor; bizler kaynakların halkın temel geçim maddeleri için öncelikli olarak kullanılsın diyoruz. Bunlar ve daha fazlası demokratik cumhuriyete gidecek yolda ihtiyaç duyduğumuz bir siyasal programın son derece somut içeriğini oluşturmaktadır. Demokratik cumhuriyet herhangi ütopik bir yönelimden ziyade, halkın güncel ihtiyaçlarını karşılayan seçeneğin bir ifadesi olarak düşünülmelidir.

Demokratik cumhuriyet şimdi ve burada, bir öznenin, bir programın onu keşfetmesini bekliyor. Faşizm tam anlamıyla kurumsallaşır ya da restorasyon başarılı olursa, ahlar vahlar içerisinde kaçıp giden fırsat için dövünüyor olacağız.

Halk güçlerinin kısa ve orta vadeli ihtiyaçlarına çözüm olabilecek yapıya demokratik cumhuriyet diyoruz. Evet, sıkışmış tarihsel anın bilinçlerimizi köreltmesine izin vermemeliyiz. İçerisinde dolandığımız toplumsal koşullar bizlere yalnızca faşizm ya da liberal bir dönüşüm dayatmıyor. Aynı zamanda tarihsel akışı değiştirebilecek olanakları da sunuyor. Bütün mümkünlerin kıyısında geziniyoruz.