Etnografya Müzesi'nde 'akılsız' zamanları özledim

Hepsi, ellerinde akıllı telefonlarla, birbirlerini iterek çekerek ve elbette bağırıp gülüşerek, ahşap kapıların, minberlerin önünde ve ama onlara sırtlarını dönerek küçük gruplar oluşturuyorlardı. Saçlar düzeltiliyor, yüzlere sosyal medya maskeleri yerleştiriliyor, biraz sonra Instagram'da paylaşacakları “müze gezisi” fotoğraflarının pozları veriliyordu.

Google Haberlere Abone ol

Hanife Altuntaş

Soğuk Ankara sabahını ısıtmaya çalışan ve baharı müjdeler gibi görünen bir güneşle uyandım güne.

Günün önemli ve planlı işlerine daha birkaç saat vardı.

Bir süredir ahşap sanatına merak sardığım için, bu zamanı değerlendirmenin en iyi yolunun Etnografya Müzesi'ne yapılacak minik bir gezi olacağına karar verdim.

Bu müzeyle tanışıklığım elbette daha öncesine dayanıyordu. Bazen bir araştırma konusu için, bazen de bugün olduğu gibi biraz tarihin havasını koklamak amaçlı ziyaretlerde, mimari açıdan etkileyici olan bu yapıyı ve tüm detaylarını fotoğraflamak da ayrıca çok keyif vermişti bana.

Bilenler bilir ama ben bilmeyenlere kısacık anlatmak isterim:

Bu müze binası bizzat Atatürk’ün isteğiyle Namazgah tepesine yaptırılmıştır. Mimarı Arif Hikmet Koyunoğlu, müzeyi eski Türk ve İslam mimarisinde karşımıza en sık çıkan “avlulu ve eyvanlı” olarak planlamıştır. Yapının giriş eyvanı görkemli bir kubbeyle kapatılmıştır. Temeli 1925 yılında atılan inşaat 1926 yılında bitmiş, yapı 1927’de Etnografya Müzesi şeklinde düzenlenmiştir. Cumhuriyet döneminin müze olarak planlanan ve yapılan ilk devlet müzesidir.

Bunların ötesinde de elbette Anadolu coğrafyasından getirilmiş çok kıymetli etnografik eserleriyle de önemli ve görülesi bir müze kimliğini hak etmiştir.

Gelelim beni bu sabah yeniden Namazgah tepesine çıkaran ahşap eserler bölümüne. Burada minberler, kapılar, pencere kanatları, bir mihrap ve sanduka ve daha birçokları yer alır ve bu eserler ait oldukları dönemin üslubunu en iyi anlatan örneklerden sayılır.

Böylesi eserlere birkaç kez bakmak gerçek bir ilgi sahibi için yeterli değildir. Tekrar tekrar görmek ve detaylar üzerinde daha fazla yoğunlaşmak istersiniz. Hatta ahşaba bakarken üzerindeki tekniğin uygulanışı, bezemelerin biçimi ve motifler arasından geçip, yapıldığı zamana, ahşap ustasının ham malzemeye şekil verdiği o ana gidersiniz.

İşte bugün de ahşap eserler bölümünde benzer bir ruh hali içindeyken, müze girişinden gelen ve giderek artan bir uğultuyla kendime geldim. Kalabalık bir öğrenci grubu, hocaları eşliğinde müzeyi ziyaret ediyorlardı.

Temelde son derece iyi niyetli ve eğitsel açıdan doğru bir kararın uygulanışıydı bu. Çocuklar, gençler müzeleri tanımalı, buradaki eserleri görmeli ve asgari düzeyde de olsa bir ilgi ve bilgi sahibi olmalıydılar.

Ama bugün Etnografya Müzesi, bakmaya, görmeye ve öğrenmeye odaklı bir ilginin öznesi olmayacaktı.

Etkileyici giriş kubbesinin altındaki kalabalık, hep bir ağızdan ve yüksek sesle konuşarak ve hatta bağırarak dağıldı müze içine. Başıma gelecekleri az çok tahmin ettiğimden olsa gerek, kalan birkaç eseri de görüp çıkarım diye düşünmeye başlamıştım ki, ahşap eserler bölümü de gürültülü kalabalık tarafından istila edildi.

Çocuklara, gençlere parmak sallayan, asık suratıyla onları eleştirip öğütler veren birine mi dönüşüyorum endişesiyle, etrafımı saran ve hep çok yüksek sesle konuşup gülüşen kalabalık arasında sakin bir gözlemci olmama yardım edecek düşüncelere bıraktım kendimi.

Tamam bunlar nihayetinde lise öğrencileriydi ve belki de bir yetişkin edasıyla müze gezmeleri beklenmemeliydi. “Eleştiri dozunu kaçırma ve hoş görülü ol!” dedi içimdeki ses. “Mutlaka bu halleri içinde dahi, eserlere göz ucuyla bakar ve yeni bir şey görmenin, belki de öğrenmenin duygusunu yaşarlar.” diye de ekledi.

Hepsi, ellerinde akıllı telefonlarla, birbirlerini iterek çekerek ve elbette bağırıp gülüşerek, ahşap kapıların, minberlerin önünde ve ama onlara sırtlarını dönerek küçük gruplar oluşturuyorlardı. Saçlar düzeltiliyor, yüzlere sosyal medya maskeleri yerleştiriliyor, biraz sonra Instagram'da paylaşacakları “müze gezisi” fotoğraflarının pozları veriliyordu.

“Beni şurada çek”, “buraya gel, bizi de çek” sözleri havada uçuşuyor, arkamda, sağımda ve solumda hareket halindeki kalabalık, bir alışveriş merkezinde, bir parkta, bir kafede, okul bahçesinde nasıl davranıyorlarsa, 12'nci yüzyıla tarihlenen Aksaray Ulu Camii minber kapısı önünde de öyle davranıyorlardı. O anda anladım ki, oradaki eserler onlar için sadece yeni bir fondu. Hiçbiri, fotoğraf çekmeden, çektirmeden bir eserin önünde durup, birkaç dakikalığına olsa dahi bakmadı, yanlarındaki küçük, bilgilendirme yazılarını okumadı. Tuhaf bir histeri halinde oradan oraya savrularak, geldikleri gibi aynı gürültüyle çıktılar müzeden. Geride ben, birkaç müze görevlisi ve yüzlerce yıllık bilgelik ve güzellikleriyle ahşap eserler kaldı.

Ve sessizlik elbette...

İçimdeki ses bile konuşmuyordu artık. İlk baştaki duygusal tepkilerin yerini, hayal kırıklığı, üzüntü ve karamsarlık almıştır.

İtalya’da anaokulundan itibaren çocukları müzelere götürdüklerini, tarihi eserlerle tanıştırdıklarını ve tüm bunları sevmeyi ve saygı duymayı erken yaşlardan itibaren öğrendiklerini okumuştum bir yerde.

Bu yarım saatlik sürede, Etnografya Müzesinde gördüğüm şeyler bir neden değil, sonuçtu elbette... Hem de bir çok şeyin bir araya gelerek yarattığı bir sonuç. Belki bu nedenler başka bir yazının konusu olabilir ama sonuca baktığımda gördüklerim üzerine de kısacık bir şeyler söylemek isterim. Bu çocukların ve aslında bütün yetişkinlerin akıllı telefonlarıyla kurdukları ilişki ve onlar üzerinden dünyayı algılama, anlama gibi görünen şeyin, aslında tam da böyle olmadığını düşünüyorum. İnsanlar artık nesnelere, kişilere doğrudan bakmak, görmek, dokunmak, deneyimlemek yerine, bunları yapıyormuş gibi göründüğü sosyal medya fotoğraflarını tercih ediyor. Verdiği imajın başkalarının gözündeki kıymeti ve bu kıymetin geri dönüşümü, artık kendini iyi hissetmenin ve onaylamanın biricik yolu gibi görünüyor herkese ya da öyle hissettiriyor. İşte bu nedenle, gerçek deneyim, yerini deneyimin yaşanmış gibi olan haline terk ediyor hızlıca. Böylelikle yaşamla, dünyayla ve elbette kendi kişisel algımızla aramıza giriyor bu akıllı telefonlar. Ve ben ve benim gibi insanlara “akılsız” olduğu zamanları özletiyor.

Müze bahçesinde, şehre nazır bir masada, ağaçların altında oturup çayımı yudumlarken aklımdan hızlıca bunlar geçti işte. Ama en nihayetinde tüm yaşananlardan geriye sadece bir sızı kalmıştı içimde...