Babil'in dili

Bin yedi yüzlü yıllardan ortaya çıkan eşitlik ve özgürlük taraftarları Paris Komünü barikatlarında Babil’i ete kemiğe büründürdüler, barikatlarla başlayan inşa paylaşma, dayanışma, özgürlüğe ve devrime yönelik bir fikre dönüşüp dünyaya yayıldı. Rusya’dan Orta Asya steplerine, Latin Amerika’dan Cezayir çöllerine varıncaya dek her dinden ve milletten olanlar birbirleriyle anlaşmanın yollarını buldular.

Google Haberlere Abone ol

Miraz Rusipi [email protected]

“Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler. Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız. RAB insanların yaptığı kent ile kuleyi görmek için aşağıya indi. Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirmelerinde, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi, “Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar. Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu.” Bu nedenle kente Babil (Kargaşa) adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı.”

Bu cümleler iki milyarın üzerinde Hıristiyan ile on dört milyon Yahudi’nin iman ile okudukları kutsal kitabın ayetleri olmasa bir inançsızın veya fitnecinin sözleri sanılabilirdi. Tarihin bu ilk ütopyasını kutsal kitaba göre Tanrı kendi elleri ile yıkıp yağmaladı. İnsanlığın arasına fitne tohumlarını yine bu kentte ekti. Atalarımızı/Büyükannelerimiz bölüp dünyanın dört bir yanına dağıttı. Yaradan böyle bir şey yapabilir miydi? Bilmiyoruz, bilemiyoruz bu konuda tarihi vesikalar öylesine az ki galiba hissettiğimiz şeyler bildiğimizden çok daha fazla. Çicero’nun tarihin babası ilan ettiği Herodot’un Babil’in kalıntılarıyla karşılaşması dahi onu büyülemeye yetmiş, kenti dünyanın yedi harikasından birisi olarak kabul etmesine neden olmuştu. Büyük İskender’in ardından şehrin kalıntıları dahi sırra kadem bassa da Babil ismi yeryüzünden hiçbir zaman silinmedi. O kovulduğumuz cennetse sırt sırtta vermesini bilen insanların inşa edeceği bir barış diyarı, insanlığın kalbini tutuşturan bir düş, uğruna savaşlar verilen büyük bir ütopyaydı…

Herodot Babil’in harabelerinin karşısına geçip kendinden sonraya akan tarihi izlese eminim şöyle derdi:

“Babil’in harabelerinden kalan toz cennet arayıcılarının zihinlerine, kerpiç tuğlaları ise kadim kentlerin temellerine karıldı. Kentin harabeleri tuzla buz olsa da onun hayalini yıkmaya tanrılar dahi muvaffak olamadılar. Farklı milletten insanlar aynı dili konuşmaya başladığı an o düş tekrar karıldı. Dicle kenarında doğan ismi Mani olan bir adam çobanlara hayvanların canına kıymamayı öğretmeye başladığında Babil’in hayali bir defa daha dirildi. Bu dil aynı fonetik yapıda iletişim kurmaktan fazlasıydı. Barbarlara elmadan dahi onu yiyecekleri için özür dilemeyi öğrenmekle ilişkiliydi. Birbirinden farkı dilleri konuşan milyonlarca kişinin insanlığın dilini konuşmaları haşmetli tiranların kalbine insanlığın birliği korkusunu yerleştirdi. Bu geleneğin takipçisi olan Bogomiler ve Katharlar Avrupa’nın bir ucundan diğerine surlarla çevrili Babil kentlerinde barış iklimleri kurdular. Karmatiler Babil’in mirasını yeniden keşfedip halifelerin ve sultanların hükümlerini çıplak ayaklarıyla çiğnediler. Bin yedi yüzlü yıllardan ortaya çıkan eşitlik ve özgürlük taraftarları Paris Komünü barikatlarında Babil’i ete kemiğe büründürdüler, barikatlarla başlayan inşa paylaşma, dayanışma, özgürlüğe ve devrime yönelik bir fikre dönüşüp dünyaya yayıldı. Rusya’dan Orta Asya steplerine, Latin Amerika’dan Cezayir çöllerine varıncaya dek her dinden ve milletten olanlar birbirleriyle anlaşmanın yollarını buldular. Emeğin ve özgürlüğün hakkını korumada diller ve sözler yeniden bir oldu. Babilleri yıkmak isteyenler özü unutturmak için karanlıklara bir kez daha sarıldılar; dillerin, dinlerin ve aç gözlülüğün hayaletlerini insanlığın üzerine saldılar.” Deyip arkasına yaslanacak. Piposunu dolduracak. Önünde açık olan deftere bir iki not alacak sonra bir şeyleri unuttuğunu fark edip yeniden anlatmaya koyulacak:

“Babil insanlığı bir araya getiren fikirlerden fazlasıydı. O aynı zamanda kadim kentlerin ruhuydu. İnanmazsanız gözlerime bakın şanslıysanız siz de oralarda bir şeyler görürsünüz. Çünkü ben işte şu kocaman damarlı, her daim yaşlı ve de kanlı gözümle Babil’in harabelerinden çıkarılan kerpiç tuğlaların kadim kentlerin temellerine karıldığını gördüm. Tek bir dilin konuşulduğu neşesiz bir kentte yaşıyorsanız yazık size, onlarca dil konuşulsa da insanların anlaştığı şenlikli bir kent görürseniz bilin ki siz yeryüzünde çok az kalmış şehr-i Babillerin birindesiniz. Biliyorum, Mıgırdiç Margosyan gibi yazarların kitaplarına mevzu bahis ettiği, sokaklarında Kürtçe, Rumca, Ermenice, Arapça, Türkçe, Süryanice, Keldanice gibi onlarca seslerin yankılandığı kentleri bulmak artık çok zor. Hem henüz yıktılar surlu ve kadim bir kenti. Yıkarken bir defa daha taşlardan, evlerden, kulelerden ibaret sandılar böylesi kadim kenetlenmeleri. Oysa ki Babiller yıkıldıkça yayılır. Elbet günün birinde biri:

"Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim" der

Ve yeniden bir Babil yükselir…”