Dinya li dinye; çave gur li mihe*

Dinin/inancın herhangi bir politik anlamının olmadığını söylemenin kendisi politiktir. Sayın yazarlar da bunu yapmaktadır: Başta ‘karmaşık bir inanç ve siyasal refleksli bir toplumsal kimlik’ olarak tanımladıkları Aleviliği siyaset-dışı olarak anlaşılması gerektiğini salık veriyorlar. İşte bize göre bizatihi bu söylemin kendisi bir politikaya işaret eder. Burjuva hukukunun dayandığı politikadır bu.

Google Haberlere Abone ol

Can Şeker-Serdar Çagırga **

Geçen hafta Gazete Duvar’da Yalçın Çakmak ve İmran Gürtaş’ın ‘İsmail Beşikci’ye Cevabımızdır’ (1) başlıklı bir yazısı yayınlandı. Yazarlar, ilgili yazıyı hem Kızılbaş-Alevilik hem de editörlüğünü yaptıkları ‘Kızılbaşlık, Alevilik, Bektaşilik, Tarih, Kimlik, İnanç, Ritüel’ (2) adlı kitaba dönük Beşikci’nin ‘Rêya Heqîyê’(Alevilik)’(3) adlı yazısındaki ‘mesnetsiz’ iddiaları çürütmek için yazdıklarını ifade ediyorlardı. Fakat Beşikci’nin yazısı, çoğunlukla Rıza Yıldırım’ın ‘Geleneksel Alevilik, İnanç, İbadet, Kurumlar, Toplumsal Yapı, Kolektif Bellek’ (4)  kitabına ilişkin değerlendirmelerinden oluşmakta ve bu yazar arkadaşların derlemesini yaptıkları kitaba da bir-iki paragraf ayırmaktaydı. Buna karşılık iki yazar Rıza Yıldırım’ın zaten cevap vereceğini söyleyip uzunca bir cevap yazısı kaleme almışlardı. Fakat biz bu ‘yazı’nın/‘cevap’ın üslubuyla görünür olan heyulasından dolayı okurken ürperdik. O kadar ki sanki derleme kitaba yazdıkları giriş ‘Aleviliği’ anlamanın yegâne şartıymış, sanki kendileri ‘Alevilik’ konusunda bir otoriteymiş, sanki Beşikci Alevilik konusunda kendilerinin tarifine muhtaçmış gibi bir edanın buram buram koktuğu bir yazıydı bu. Fakat Sayın yazarlar, kendi konumlarını da ‘Aleviliği, Türk ve Kürt toplumlarında milliyetçi okumalara tabi tutan siyasi hegemonyanın bilimsel ve özgür düşünme üzerindeki vesayetine karşı bir yaklaşım olarak da okuyabilirsiniz’ şeklinde belirtmekten de geri durmamaktaydı. Bu nedenle biz de bir yazı kaleme alma gereği duyduk. Fakat ‘korktuk’:

Bu iki yazar arkadaş tarafından Hoca’ya mal ettikleri gibi Kemalizmi tersten üretenlerden, önüne atıldıklarını söyledikleri ‘milliyetçi tribün üyeleri’nden ve ‘Sünni Devlet’e laf söylemeyenlerden olanlar şeklinde tanımlanıp ‘monad’laştırılmaktan (5) korktuk. Sonra korkunun ecele faydası yoktur dedik ve başımızı giyotine götürecek bu yazıyı kaleme aldık. Yazının yayınlanacağı platformun formatını da bilerek olabildiğince ‘akademik’ bir jargona bağlı kalmamaya gayret ettik. Konunun kişiselleştirilmemesine ilişkin kaydı baştan koymak isteriz. Sanırım kimse de oraya kaymasını beklemiyor ve bu konuda ‘kısmi hoşgörü’ye sahiptir diye umuyoruz.

Öncelikle bu yazıda, yazarların teorik ve metodolojik yaklaşımına somutluk kazandıran üsluplarını ele alacağız. Daha sonra, yapılan tartışmaya dair tarih yazımı üzerinden genel bir katkı sunmaya ve bununla da sınırlı kalmaya çalışacağız. Çünkü bizlerin doktora tezi çalışmalarını yürüttükleri alan Alevilik çalışmaları olmayıp İran ve Şii teolojisi ve Ortadoğu ve Sınır Sosyolojisidir.

1. ÜSLUP

Evet, sayın yazar arkadaşlar, İsmail Beşikci için kullandığınız üslup kelimenin tam anlamıyla fecaat. Ama bunun sorumlusu asla ve kat’a öncelikle siz değilsiniz! Asıl sorumluluk, bu ‘dil’e imkan sağlayan dâhili ve harici bedbahlardır!

Nasıl bu dil! Bizce fazlasıyla yaralayıcı ama en azından yazı boyunca kısmi hoşgörünüze sığınarak buna katlanmanızı rica ediyoruz! Sonuçta, ‘dalalet ve hıyanet’ içinde olmadığınızı düşünerek sizlerin İsmail hoca ile ilgili üslubunuzu ortaya koyacak seçkilerle yüzleşmeniz gerektiğini düşünmekteyiz:

…Yaşam öykünüz, Türk üniversitelerinde başlayıp cezaevlerinde devam eden bilimsel-akademik faaliyetleriniz ve Türk-İslam Sentezi üzerine bina edilmiş Kemalist resmi ideolojiye karşı duruşunuz ile birçok kesimin takdirini kazandınız. Bu duruşunuz sizi özgür düşüncenin sembol isimleri arasına da yerleştirdi. Ancak ağır bedeller ödeyerek ispatladığınız rüştünüzü bir vesayet, bilirkişi kültünün inşaasına dönüştürmeniz ve bu inşaa doğrultusunda doğru ve yanlışa tereddütsüzce karar vermeniz…;

…Üstelik Aleviliğin “köklerine” dair yaptığınız tartışma faslına hiç girmiyoruz. Zira sizin mantığınızdan anladığımız kadarıyla bırakın Alevileri, bizzat tanrının kendisi de Kürt olsa gerek!;

…Eğer dikkatle eğilmiş olsaydınız…;

…bizleri Aleviliği İslam içerisinde göstermek için devletin veya üniversitelerinin direktifleri doğrultusunda çalışan kişiler olarak göstermeniz;

…bizleri milliyetçi tribünlerin iştah ve değerlendirmelerine damgalayıcı bir yaklaşım” ile sunmanız ve bizi adeta “İslami misyonerlik” ile itham etmeniz..;

…Ah İsmail Bey!;

…Yoksa Sayın Beşikci, yüz yıllık Sünni devletin Kızılbaşlık ve Aleviliğe yönelik “mülhid, rafızi” algısı değişti de bizim mi haberimiz yok?  Misal, 1970’lerde sağcı ve muhafazakâr basındaki kimi yayınlarda da Aleviler Müslüman olarak görülür ama ne zamanki bir kriz neşet etti, bilinçaltındakiler hemen gün yüzüne çıkar: Dinsiz, ana-bacı bilmez Kızılbaşlar! Malları, kadınları ve çocukları helaldir! Nasıl tanıdık geldi mi? Özetle siz kardeşlik söylemine değil, bu ülkenin Kürt sorunundan da köklü, esas fay hattı Aleviliğe yönelik niyetlerin hâsıl olduğu kriz anlarındaki bilincin dışa vurumuna bakın!

…Sayın Beşikci, acaba hiçbir Alevi velayetnamesi ya da menakıbını ayrıntılı olarak değerlendirme fırsatınız oldu mu? Çünkü aynı bakış açınıza göre de ya bu menakıblara konu kişilerin Alevilikle bir alakaları yoktur ya da bunlara inanan Aleviler tamamen kandırılmışlardır! Eğer zamanınız olur da bakarsanız -ister doğru ve sizin tabirinizle ister “sahte” olsun- hepsinin de soylarını seyyidlik üzerinden Hz. Ali’ye dayandırdıklarını görürsünüz! Yok, eğer bunları da şecereler gibi “sahte” buluyorsanız yüzyıllık tarihi ve inananları da hiç yaşanmamış sayabilirsiniz. Zira bütün bu çeşitliliğe de ne gerek var ki! Zaten hepimiz Türkiye bağlamında düşündüğümüzde “kimilerine göre Türk kimine göreyse Kürt olan Adem ve Havva’nın ilk gecesinden kardeş değil miyiz?

…Aleviliği sosyal mühendislik çabasıyla Türk ve Kürt milliyetçiliğinin çatışmasında veya her iki milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu pre-historik veya pre-İslamik etnik kökenin inşasında etnografik bir materyale indirgeme çabası Kemalizmin Türk tarih inşası ve anlatısının tersten bir okumasına denk düşmektedir; Alevilik hakkında asıl mesajınızı verirken, Aleviliğe ne denli yabancı olduğunuzu ve yaklaşımınızın argümanlarını oluştururken Sünni İslam hegemonyasının Alevilik algısını ödünç aldığınızı veya yaklaşımınızı Türk-İslam sentezci argümantasyon ile ne kadar da özdeşleştirdiğinizi göstermektesiniz;

…‘Bu şecerelerin, icazetnamelerin hepsi sahtedir.’ Sayın Beşikci, sahtelikten anladığınız nedir? Kızılbaş/Alevi inancını Rêya Heqîyê diye yeni bir türedi kavram üzerinden yok saymanız bir yana, inancın önemli kurumları arasında yer alan ocak ve dedelerin elindeki bu şecerelerin hepsini sahtelikle itham etmeniz hangi mantığın ürünüdür? Acaba Kur’an’daki kıssalar, uygulamalar ve kimi peygamberlerin adları öncesinde Tevrat’ta geçiyor diye İslam diye bir dini de mi reddediyorsunuz? Aleviliğe boca ettiğiniz bu keyfi değerlendirmelerinizi Sünniliği de “hedef alıp” bu denli eleştirebiliyor musunuz? Bu rahatlık da acaba ismini kullanmaktan imtina ettiğiniz Alevi inancındaki kısmi hoşgörü ortamından kaynaklanıyor olmasın mı Sayın Beşikci?

Bitirirken, Kızılbaşlık ya da Aleviliği doğrudan Şii İslam ile özdeş görmenizin bugün İran Şiiliğini Aleviler içerisinde aktifleştirmeye çalışanlar ile birebir örtüştüğünü ifade etmek isteriz. Zira bu anlayışa göre de ‘Alevilere Alevilikleri unutturulmuş’ ve ‘Alevilik=Şiiliktir’.

Vesaire… Vesaire… Vesaire…

Yazıyı kaleme alan kişilerin bu iler tutar yanı olmayan laf kalabalığı için seçtiği kişinin Beşikci Hoca olduğunu görünce en azından muhatapları yanlış anlamamak için her iki yazıyı da birçok kez okuduk. Bu nedenle cevap yazarken ne Kürtlüğümüz ne de yazarlarla olan tanışıklıklarımız temel motivasyonumuz oldu. Ancak bunların tümünün etkisinin kendi ölçülerinde olduğu da bir hakikat. Bu yazıyı kaleme almamızın en temel sebebi, bu ‘dil’in sadece bu iki yazarla sınırlı olmayıp özellikle güncel siyaset başta olmak üzere her alana sirayet eden bir boyuta evrilmesidir.

Yukarıda yazarlardan yaptığımız uzun alıntılara geri dönecek olursak, ilk olarak şunu sormak isteriz: Size göre, İsmail Hoca ispatladığı rüştünü yani ‘sermaye’sini (‘Devletlerarası Sömürge Kürdistan’ (6). Bari ismini geçirin Sayın arkadaşlar!) başka bir konuda vesayet kurmak için kullanırken kimsenin bilmediği ne türden bir çabanın içindedir? Hoca’nın buna dair gerçekten bir gücü olduğuna inanmamızı beklemeniz aklımızla alay etmektir ve buna izin ver(e)meyiz! Hoca’nın üniversitede bir ‘kürsü’sü olmasına bile tahammül edilmemişken hem de. Buna izin vermeyen de sizin mantığınızdan hareket edersek ‘Sünni Devlet’tir. Ne demekse!.

İkincisi, yukarıdaki nidalarınızı, kinayeli laflarınızı Hoca’nın hak ettiğini düşünüyorsanız sizler de kısaca bir açıklamayı daha hak ediyorsunuz. Çünkü iktidara yöneltemediğiniz ‘radikal’ fikirlerinizin akacağı yer, Hoca değildir, olmamalıdır ve halen aynı fikirdeyseniz de bunun Kürtlerin hoşgörüsünden kaynaklandığını da bilmenizi isteriz!. Bunu bu şekilde ifade etmemizin nedeni, yazarların Hoca’nın Alevilerin (kısmi) hoşgörüsü nedeniyle bir sürü şey söyleyip Sünnilik için bunu söyleyebiliyor musunuz? sorusu nedeniyledir. Ne demektir bu? Hoşgörü sahibi olunmasa/olmasanız ne olacak ki? Yoksa Hoca’nın kitaplarını mı toplattırırdılar/toplattırırdınız? Yıllarca hapiste mi yatırırdılar/yatırırdınız? Ne yaparlardı/yapardınız örneğin? O yüzden Sünnilik diyeceğinize onu ‘Türk Devleti’ olarak yazıp tekrardan bu soruyu sorabilir misiniz? Soramazsanız, işte Hoca’nın kaleme aldığı yazıdaki temel sorunsala dair sayfalarca cevap yazıp onu cevapla(ya)madan sonlandırmak zorunda kalırsınız.

Açık bir şekilde İsmail Hoca’nın bu konudaki temel iddiası, bilinçli veya bilinçsiz, Alevilik konusunda Türk akademilerinde ‘uzak tarih’ araştırmalarına ve oradan kurumsal bir kimlik yaratma çalışmalarına izin verilmesinin altında Türk ulus-devletinin ideolojik tercihinin olduğudur. Yazıda, derlemeye ilişkin büyükçe bir paragraf verilirken kullanılan dil Sayın Yazarlar, sizin üzerinizden devletin teşhir edilmesi çabasıdır. Size de bir ‘uyarı’ yapmış olmasını da çok görmeyin deriz. Çünkü Hoca’nın çalışmalarının akademide ‘yalnız’ kalmasıyla bu teşhir etme çabası arasında illiyet bağı olsa gerek! Ve zaten sizler de bunu bildiğinizi defaatle belirtip ‘sınır’ı koymuşsunuz! Sahi üzerinde çalıştığı ve hayatını adadığı kendi uzmanlık alanında İsmail Hoca dışında üniversitelerde ‘Kürt-Kürdistan Sorunu’na ilişkin egemenlik vb. bağlamlarda ele alan bir tezi boş verin bir makale yazıldı da biz mi kaçırdık Sayın Yazarlar!.

Üçüncüsü, Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği aynı başlık altında ele almanın anlamsızlığı bir yanda benim sorunum daha derin, büyük dercesine fay hattı Kürt Sorunu değil Alevi Sorunudur demeniz diğer yanda. Her ikisi de Hoca’nın kaleme aldığı yazının size yönelttiği eleştirinin merkezinde değil. İşte tam bu nokta tüm yazıya hakim olan ancak burada artık iyice kokan kendinizi ve Hoca’yı biz-öteki söyleminin içinde dahil ettiğiniz yerdir. Burada pozisyonunuzu güçlendirmek için de Hoca’nın Kemalizm’i tersten uyguladığını; Türk-İslam Senteziyle aynı çizgiye düştüğünü ve İran On İki İmam Şiiliği’nin (İsnaaşeriyye) Aleviliğe egemen olma çabalarıyla aynı zamanda benzer argümanlar öne sürdüğünü ileri sürmektesiniz. Hoca’yı bu üç konuyla ilişkili kılıp itham etmek kelimenin tam anlamıyla ‘kaçak dövüşmektir’.

Böylesine fütursuzca bir dilin kullanılmasının ihtimaldir ki en temel sebebi, Sayın yazarların, Hoca’nın kendini bugün konumlandırdığı siyasal pozisyonun, Türkiye’deki egemen Kürt siyasetiyle ‘gerilimli’ olmasının gerçekten bilincinde olmaları ve bu zeminin kendilerine karşı çıkmayacağının verdiği özgüvene sahip olmalarıdır. Ancak bu ‘dil’ sadece Hoca’ya yönelik baskıcı bir karaktere bürünerek karşımıza çıksaydı ‘münferit’ der ve içki sofralarımızın kederlendirici başlıklarından biri olarak kayıt düşer ve geçerdik. Maalesef öyle değil!. Bunu en net siyaset sahnesinde görmekteyiz. Sanırım ne demek istediğimiz şu anda bu yazıyı okuyan tüm kesimlerin malumudur. Bunu uzun uzadıya açmanın pratikte bir faydasının olmayacağının da bilinciyle sadece bir değerlendirme ve bir soru sormayı kendimiz açısından hayati bulmaktayız.

Değerlendirmemiz: Birçok dinamiğin etkisinde kalmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’ndeki mevcut egemen Kürt siyasetinin baskın karakteri farklı ulustan kişiliklerin benzeri olmadığını düşündükleri yerde temsilci olarak seçilmelerinin imkanını sağlamaktır.

Bagajımızda herhangi bir arka plan olmadan, biri Cizîra Botanlı biri de Dersim hinterlandından ve yazarların sevdiği tabirle ailesi (Şafii ve Hanefi) Sünni olan bu yazıyı kaleme alanlar olarak sorumuz şudur: Bugün kurumsal anlamda temsiliyette, Sayın yazarların tabiriyle ‘Sünni’ Kürtler çoğunlukla egemen anlayışı mı takip etmektedirler?

Örneğin bizler, mücadelesi önünde saygıyla eğildiğimiz ve bugün tutsak olan Sayın Kışanak’ın Diyarbakır’da belediye başkanı olarak temsil makamında bulunmasını gelinen ulusal düzeyi göstermesi açısından değerli bulmaktayız. ‘Kadın-Kürt-Alevi-Sosyalist’ kimliğine sahip Kışanak’ın yazarların kurumlar üzerinden Alevilik ortak paydası olduğunu iddia ettiği ‘hat içinde’ bunun bir örneğinin kabul görmesi mümkün müdür? Daha net ve daraltarak soracak olursak, Serhat’tan, Botan’dan birinin Dersim’de temsil düzeyine ulaşması mümkün müdür? ‘Bizden mi?’ sözlerinizi duyar gibiyiz.

Bu durumu yazarlardan mülhemle Kürdün kısmi hoşgörüsü (ne demekse) olarak açıklayamayacaksak başka bir şeyi de böyle açıklayamayız. O nedenle Sayın arkadaşlar, lütfen bu hoşgörü lafından en kısa sürede vazgeçin! Eğer bilinçli kullandıysanız, ki Alevilik literatüründe bunun Aleviliğe içkin olduğuna ilişkin fazlasıyla çalışma mevcuttur ve bizce özcü yaklaşım hiçbir şekilde hiçbir etnik, dini ve ideolojik grup içinde kullanılamaz, size Frankfurt Okulu’ndan Herbert Marcuse’un faşizm-hoşgörü arasındaki ilişkiyi (7) nasıl ele aldığını okumanızı salık veririz!

İşte, çalışmalarınızın ontolojisi, epistemolojisi ve metodolojisini nereden kurarsanız oradan sonuç elde edersiniz. Bu bağlamda, kabul edilemez bir üslupla pas geçtiğiniz ve uzunca bir yazıyla boca ettiğiniz laf kalabalığını elimizle bir köşeye iteleyip Hoca’nın sorusunu başka bir dille tekrardan sormakta fayda var: Kürdistan’da yaşayanların kendi var oluş biçimleriyle var olup neyi nasıl yapacaklarına ilişkin egemen bir konum sağlama çabasında Alevilikle ilgili çalışmaların pozitif bir konumu var mıdır, varsa bu nedir ve eğer yoksa da bu konuda hakim olan akım(lar) nedir?. Eğer kendi ‘monad’ınızdan çıkarsanız, İsmail Hoca’nın bu soruya kendi bulunduğu konumdan sizin Sünni devlet dediğiniz İsmail Hoca'nın sömürgeci Türk Devleti dediği yapının buna ‘icazet vermesi’nin sorgulanması gerektiğini ifade edip buna ilişkin bir çabaya giriştiğini anlamak için imkanınız olabilir. Çünkü yoksa gelip dayanacağınız nokta, en azından İsmail Beşikci yazısı özelinde, bu bilim insanları gibi çalışmalarınızın ‘hedef’ gösterildiğine ve tarihi Kürt milliyetçiliği ekseninde ele alarak Aleviliği Kürtlerin hegemonyasına alma çabasına karşı mücadele verenler olarak sabitlenir kalır. Allah’ın takdiri Hoca ne Kürt’tür ne Sünni kimliğiyle bilinir ne de İran yanlısı olmakla maluldür. Eğer aksi olsaydı vay haline!

Bu iki yazar arkadaşın üslubunda somutlaşan sosyo-politik ve sosyo-kültürel yönelime ilişkin (hoşgörü sahibi/egemen değiliz ama) söyleyecek sözümüz var: Çıkın hapishanelerinizden! Belki de hepimiz için ‘2+2’ gerçekten dört etmiyordur! Bize göre, İsmail Hoca’nın bu yazısını gerçekten makul bir zihinle okuyan herkes, amacı, günümüzde ulus-devletler açısından ‘geleneği icat etmek’ için bilim sahasının, özellikle tarihin, kullanışlı bir saha olduğunu bir örnek üzerinden vererek bir girişimde bulunmak olan Hoca’nın bu fütursuzca üslubu hak etmediği konusunda büyük bir oranda uzlaşacaktır. Siz yazar arkadaşlar da, kendinizi merkeze koyup ‘bize bunu dediniz, şunu dediniz, bilmiyorsunuz ahkam kesmeyin bize yoksa sizi bazen Sünniliğe bazen Kemalizm’e bazen de İran çizgisine koyar, inceler, kesip biçer, pişirir ve piyasada dolaşıma sokarız!’ şeklindeki üslubunuzu terk edin! Sayın arkadaşlar, bu dediğiniz Hoca’ya yapıldı, geçildi. Dostça uyarıyoruz! Çünkü başka bir fazda artık gelinen durum.

2. TEORİ VE YÖNTEM

Açıkça ifade etmeliyiz ki, dinin/inancın herhangi bir politik anlamının olmadığını söylemenin kendisi politiktir. Sayın yazarlar da bunu yapmaktadır: Başta ‘karmaşık bir inanç ve siyasal refleksli bir toplumsal kimlik’ olarak tanımladıkları Aleviliği siyaset-dışı olarak anlaşılması gerektiğini salık veriyorlar. İşte bize göre bizatihi bu söylemin kendisi bir politikaya işaret eder. Burjuva hukukunun dayandığı politikadır bu. Oysa yazarlarca unutulan, daha doğrusu hatırlanmak istenmeyen husus, Aleviliğin ulus-devletin çizdiği hukuksal, siyasal ve ideolojik çerçevede kurumsallaştırılmaya çalışıldığıdır.

İsmail Hoca’nın da kitabınıza yönelik yazdığı kısa paragrafta işaret ettiği yer de tam olarak burasıdır. Buradan hareketle, politik olan bir kere ‘ulusal’ olanla tanımlandığında, toplumsal hayatı düzenleyen ‘din’lerin ve çoğu zaman dinlerle çakışan diğer ulusal kimliklerin bu alanın dışına itilmesi yani politik alandan dışlanmasını gerektirir. Burjuva hukuku bunu onları ‘özel alana’ hapsederek ve o haliyle de onaylayarak, kısaca hukuk sisteminin bir objesi yaparak gerçekleştirir. Özel alana itilmiş ‘dinin/inancın mensupları’, bu konumu kabul ettikleri, bu tanımlanma biçimlerine itiraz etmedikleri müddetçe ‘özgürdürler’! Bu anlamda ‘İsmail Beşikci’ye cevabımızdır’ yazısını yazanlar da ‘özgürdür’!. Fakat bu özgürlükleri onların değişime ve dönüşüme ayak diretmelerine imkan vermez. Diyalektiğin Dansı’nı bilen her insan, en azından değişimin mutlaklığı konusunda neredeyse ‘inanç’ düzeyinde bir kabule hazırdır. Bu bağlamda, icat ettiğimiz ve icat edileni değiştirdiğimiz her kelime veya kavramın tekabül ettiği düşünülen nesne, olay veya olguyla örtüşmesi mümkün değildir. İkisi arasındaki ‘yarık’ın kapanması mümkün olmaması bir yana bunun daha da açılmasına yol açacak bir akıl yürütmenin çoğu zaman hakim olduğunu görmekteyiz.

Yazıdaki örneğimize gelirsek, nasıl ki Alevilik başlığı altında bir dönem daha yoğun olarak teolojik veya sosyo-politik bağlam temel öne çıkarılarak ele alınırken bazı dönemlerde de etno-dinsel yön daha fazla vurgulanmaktadır. İki durumda da birinin diğerinden değerli-değersiz veya öncelik-sonralık gibi bir konuma sahip olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Ötesi, her ikisinin aslında bulundukları zaman-mekanın ifadesi olarak aynı şey olduğu bile söylenebilir. Çünkü ikisi de siyasal olanın dışında değildir. Bu toplumsal, dinsel, ekonomik veya kültürel tüm yönlerin son tahlilde kendi gerçekliğinde siyasal olanı ortaya koyması demektir ve bu devletli toplumlardan daha uzun bir tarihsel zamana referans eder. Böylece Sayın yazar arkadaşlar, Hoca’nın ‘Rêya Heqîyê’ önerisi de sizin Aleviliği kendi meşrebinizce tanımlama girişiminiz de bir zemine oturabilir. Bu zemin, siyasal olanı devletli olan ile sınırlamamaya imkan sağladığı için hem sizlerin ‘kaçak dövüşüne’ gerek kalmayacaktır hem de Hoca’nın önerisini olur olmadık bir şeyle itham etmenizin anlamı olmayacaktır. Bu nedenle, Aleviliğin doğacı vb. yönlerine atıf yapılması Aleviliği Sayın yazarların söylediği gibi arkaik yapmadığı gibi kurumsal yönlerini vurgulamak için örnek verdikleri musahiplik, dedelik gibi yapılar da kapitalist modernite çağında ya ortadan kalkmış ya da içeriği boşaltılarak kendi rollerini oynamalarının imkanı neredeyse kalmamıştır. Böylece sizlerin Sünnilik içi gören yorumculardan, eski sosyalist yeni Alevicilerden ve Türk ve Kürt milliyetçilerinden kurtarmak için uğraş verdiğinizi söylediğiniz Aleviliğin neredeyse tüm bunların toplamından oluştuğunu ve bu alanın dışında çok da fazla bir şeyin kalmadığını göreceksiniz.

Veya ‘karmaşık bir inanç sistemi olan Aleviliğin aynı zamanda siyasal refleksli bir toplumsal kimlik olarak da karşımıza çıktığını ve bu nedenle sadece teolojik referanslarıyla değerlendirmenin Alevilikle ilgisinin olmadığını göreceksiniz’ gibi neyi imlediği belli olmayan cümleler sarf etmenizin zemini de ortadan kalkacaktır. Sonuçta, modern Aleviliğin aksine arkaik/ölen Alevilikte muhalifliğin içsel olarak var olduğunu; bunun tarihsel koşullarla da ispatlandığını ifade etmek (Yalçınkaya: 1996: 5-8) kadar modern dönem Aleviliğin de buna sahip olduğunu söylemek tarih-dışıdır. Yalçınkaya’nın arkaik Aleviliğe özgülediği şeyi bir tarafta tutarak, modern dünyada ‘Alevilik nedir, Alevi kimdir?’ sorusunu sormanın kendisinin bile var olan toplumsallığın/siyasallığın bizzat kendisini ortadan kaldırdığını göstermesi açısından değerli olduğu uyarısını vermekte fayda var: “…Alevilik nedir? …soru(su)yla yola çıkan yeni Alevi, içinde yaşadığı geçerlilikten kaynaklanan rahatsızlığını, sorunun kalıbını nasıl şekillendirmişse o kalıba dökmekte ve muhalefetini buna göre biçimlendirmektedir (Yalçınkaya: 1996: 9). (8)

Yukarıda verdiğimiz çerçeveden hareket edecek olursak, Alevilik ve Şiiliğin On İki İmamı referans alması, Alevilikle Şiiliği aynı şey yapmaz. Eş anlı olarak, bu çerçeve, modern dönem Aleviliği olarak bahsedilen şeyin de bugünün muhalefet etme biçimine uygun düşecek şekilde 16'ncı yüzyıl siyasi ve dini kişiliklerin eylemlerini ve sözlerini kendisi için referans noktası olarak seçme girişimlerinin de tutarsızlığını ortaya koyacaktır. Bu nedenle, İsmail Hoca’ya getirdiğiniz eleştiriler için İslami sivil birliğinin büyük ölçüde parçalandığı ve Şiiliğin de Ortodoksi yorumunu kurmaya başladığı 16'ncı yüzyıldan (9) Hatayi mahlasını kullanan Şah İsmail veya o dönemde yaşamış Pir Sultan Abdal’ı da günümüzdeki ‘muhalif’lik için çağırmak da doğru olmayacaktır. Eğer İsmail Hoca’nın Aleviliğin modern bir kavram olduğuna dair iddiasını eleştirecekseniz anakronizme düşmemek için öncelikle buna çıkış yaptığınız zemini değiştirerek başlayabilirsiniz. Maalesef üslubunuz bize bu konuda çok da fazla ümitli olmamamız gerektiğini gösteriyor.

* Dünya dünya oldukça; kurdun gözü kuzudadır/koyundadır.

1) https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/02/14/ismail-besikciye-cevabimizdir/

2) (Der.) Çakmak, Yalçın & Gürtaş, İmran. Kızılbaşlık, Alevilik, Bektaşilik, Tarih, Kimlik, İnanç, Ritüel. İletişim Yayınları: İstanbul: 2016.

3) https://www.nerinaazad.org/tr/columnists/ismail-besikci/reya-heqiye-alevilik

4) Yıldırım, Rıza. Geleneksel Alevilik, İnanç, İbadet, Kurumlar, Toplumsal Yapı, Kolektif Bellek. İstanbul: İletişim Yayınları: 2018.

5) Leibniz, Gottfried. Monadoloji. İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınları, 2011. Leibniz’in dışsal bir nedenin monadı içinden etkilemeyeceğini ve sonuçta da, Monadların doğal değişimlerinin içsel bir ilkeden ileri geldiği açıklamasına dayanarak kullandığımız ‘monadlaşmak’ kavramını, penceresiz olması nedeniyle dış etkilere kapalı ve sadece kendi içsel niteliklerine göre hareket eden şey olarak tanımlamaktayız (Leibniz: Monadoloji: 41). Bu nedenle yazıda ‘monadlaşmak’ı diğer anlamları da kapsayacak şekilde ‘sadece kendi dünyasıyla sınırlı’ bir kişiliğe atıfla kullandık.

6) Beşikci, İsmail. Devletlerarası Sömürge Kürdistan. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı: 2013.

7) İleri endüstri toplumunda ‘özgürleştirici hoşgörü’nün imkanının kalmadığını ve buna sahip olduğunu söyleyenlerin ancak bunu baskının nedeni olarak kullandığını ifade eden Marcuse, bu ‘baskıcı bir hoşgörü’ anlayışını da dayatanın kurumlar olabileceğini öne sürer. Ona göre, ileri endüstri toplumunda hoşgörü kendini otorite olarak sunanların yaptıklarını onaylamaktan başka bir şeyi ifade etmez. Hoşgörünün belirli koşullar altında tanımladığında gerçekten eşitliği merkeze alan bir niteliğe sahip olabileceğini savunan Marcuse, hoşgörünün telosunun da hakikat olduğunu söyler. Örneğin özgür konuşma bunların başında gelir (Marcuse, Herbert. ‘Repressive Tolerance’. (eds). Wolff, R.B. & Moore, JR. B. & Marcuse, Herbert. A Critique of Pure Tolerance. Boston: Beacon Press: 1969. pp: 81-123). Bu bağlamda, yazarların üslubunda ifade ettikleri kısmi hoşgörünün nereye tekabül ettiğini okuyucuların takdirine bırakıyoruz.

8) Yalçınkaya, Ayhan. Alevilikte Toplumsal Kurumlar ve İktidar. Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları. 1996.

9) Hodgson. M.G.S. İslam’ın Serüveni: Barut İmparatorlukları ve Modern Zamanlar (3). Phoenix Yayınevi: Ankara: 2017. Özellikle de ‘Safevi İmparatorluğu: Şia’nın Zaferi’ (1503-1722) başlığında bu konu uzunca bir şekilde incelenmiştir.

** İhraç Akademisyenler