Gitmek bir kaçış değil; kalmaksa bir mecburiyet

Türkiye’den gitmiyoruz/ gidemiyoruz ama kaldığımızda da mutlu olamıyoruz. Birçoğumuz saklı köşelerimizde nefes alabileceğimiz aktivitelerden yoksunuz ve bireyci hayat stili aile/arkadaş ortamımızın da eskisi kadar güçlü olmamasına neden oluyor. Bu nedenle mevcut halde çok uzun süre sabırla direnç göstermemiz pek olası değil. Bunun neticesinde ortaya çıkan temel çözüm ise evimize sahip çıkmak!

Google Haberlere Abone ol

Mustafa Murat Kubilay*

İlk başladığı tarihi belirlemek biraz zor olsa da Gezi Direnişi, 7 Haziran seçimleri, darbe girişimi, OHAL ilanı, anayasa referandumu ve son olarak da 24 Haziran seçimleri ile birlikte gittikçe yaygınlaşan bir trend var: Yurt dışına yerleşmek. Elbette bu talep Türkiye’nin genel siyasi, sosyal ve iktisadi gidişatı çerçevesinde gayet anlaşılabilir. Ancak mesele şu ki üzerine hayaller kurulan, adına ister göç ister kaçış isterse gerçekten ait olduğunuzu düşündüğünüz yere dönmek deyin fark etmez; kolay bir serüven değil. Hepsinden ötesi bu maceranın sonunu siz bireysel olarak başarıyla tamamlasanız bile sizin başarı hikayenizi diğer milyonlarca memnuniyetsiz insanın tekrarlayabilmesi olasılık dışı.

Bu yazının amacı “ülkenizi bırakmayın” demek değil. Bir kere geldiğimiz şu hayatta “ben tahammül edebiliyorum, sen de kalacaksın” diyerek gidenlere baskı yapmak doğru olmaz. Ötesi gitmek isteyenleri “oralarda tutunamazsın” diyerek küçümsemek veya göz korkutmak hiç değil. Herkesin hayatta kalma yetenekleri ayrı; kimin yurt dışında tutunabileceğini kestirmek kolay olmaz. Bu yazının esas amacı Türkiye her ne kadar bir uçuruma doğru sürekleniyor olsa da gidilecek ülkelerdeki koşulların düşünüldüğü kadar rahat olmadığını belirtmek ve Türkiye’deki gayrimemnun milyonlar için çare olamayacağını aktarmak.

Öncelikle dünyanın en büyük ekonomisine sahip ve de özgürlükler ülkesi olarak anılan ABD’ye ilişkin birkaç rakamı paylaşmak istiyorum. Elbette hepimiz her Amerikalının zenginliklerden faydalanamadığını ve ülkenin düşünüldüğü kadar özgür olmadığını az çok biliyoruz. Yine de birkaç rakam vermek gerek. 2016 verilerine göre dünyanın en zengin ülkesi ABD’nin nüfusunun yüzde 9’u herhangi bir sağlık sigortasına sahip değil. Bu, yaklaşık 27 milyon insana tekabül ediyor. Devam edelim; ABD’de 43 milyon kişinin öğrenim kredisi borcu var ki borçlu başına bu miktar yaklaşık 30 bin dolar demek. Borçlu milyonlarca öğrencinin yalnızca küçük bir kısmı ismi bilinen, iş garantisi sağlayan ve oldukça yüksek maaş kazancı vadedebilecek Amerikan üniversitelerinin popüler bölümlerinde okuyor.

Bu yazıda okuyucuları rakamlara boğma niyetinde değilim ancak Amerikalıların genelini ilgilendiren iki mevzuyu daha dile getirmeliyim. İlki iyi haber; 325 milyonluk ABD’de işsizlik oranı yalnızca yüzde 4. İkincisi ise kötü haber: idareci/müdür vb. olmayan herhangi bir Amerikalının son 50 yıldaki enflasyona karşı maaş artışı yüzde 0. Buradan çıkan ortak sonuç bir şekilde ABD’de işsiz kalmadığınız ama filmlerde hep duyduğumuz Amerikan hayaline de erişemediğiniz. Tabii 2018 yılı için 565 Amerikalı dolar milyarderini ayrı tutmak gerek, onlar hayallerin dahi ötesindeler.

Özetle Amerikalılar için işler pek yolunda gitmemiş. Her ülkede bu derece sıkıntı olmasa da 1980 sonrasındaki dönemde Britanya, Fransa ve Japonya gibi diğer gelişmiş ülkeler için de az çok aynı olumsuz şeyleri söyleyebiliriz. Ortak para biriminden faydalanan Almanya veya sosyal devleti daha güçlü olan İskandinav ülkelerinin dahi bu olumsuz sürecin tamamen dışında kalamadıklarını biliyoruz. İtalya ve İspanya gibi ekonomik krizle yıpranan ülkelerin ve insanlarının halini sanırım söylemeye gerek yok. Çin ve Hindistan gibi son 40 yılın yükselen ülkelerinin hâlâ dış göçe ihtiyaç duymadıklarını; zaten Türkiye’den gitmek isteyenlerin de hedef ülkeleri arasında bulunmadıklarını söylemek gerek. Kısacası göreli iyi iktisadi durumda olan, dış göçe açık ve yabancılara karşı toplumsal baskının sınırlı olduğu Kanada, İsveç ve Avustralya gibi az sayıdaki seçenek en cazip gözükenler.

Yurt dışındaki ekonomik görünüm sıkıntılı ama Türkiye’den gitmek isteyen herkesin derdi aş veya iş değil diyebilirsiniz. Haklısınız; toplumsal özgürlükler öyle baskı altında ki sırf nefes alabilmek adına Türkiye’dekinden daha düşük refah seviyesinde bir hayat tarzını yurt dışında isteyen binlerce insan var. İstediğin kıyafetle yeşil parklarda sevgilinizle birlikte uzanabilmek, geç saatte güvenli bir şekilde evin yolunu tutabilmek, rahat kaldırımlarda yürüyüp hayaller kurabilmek gibi çokça basit ama önemli gerekçe bulunabilir. Ya da çocuklarının imam hatip ağırlıklı öğretim sisteminden kaçınmayı amaçlamak ve iyi bir yabancı dil seviyesi sayesinde dünya vatandaşı olarak yetiştirebilmek de bir neden olabilir. Hal böyleyken Bulgaristan veya Romanya gibi gelişmiş ülke düzeyine erişememiş ülkelere gitmek dahi amaçlanabilir.

Ancak mesele şu ki popülist milliyetçiliğin ve ona dayalı göçmen karşıtlığının yükseldiği dünyada sizi zorlayan gittiğiniz yerde yalnızca ekonomik olarak tutunabilmek değil. Daha yolun en başında oturma ve çalışma vizesi almak dahi çok zor. Üstelik Türkiye’nin en bilinen üniversitelerden mezun, yeterli iş deneyimine sahip ve yabancı dil sorunu olmayan birçok kişi için bile ülkelerin verdiği kontenjan oldukça sınırlı. Nitelikli insan göçü özellikle teknik alanlarda ve yaratıcı sektörlerde hâlâ mümkün ama şanslı bilet sayısı talebe kıyasla oldukça az. Son birkaç yılda yurt dışına olan göçün birçoğu da bu şekilde gerçekleşti; tam manasıyla beyin göçü veya daha bilimsel bir tabirle sosyal sermaye kaybı.

Özetle yurt dışına çıkabilmek ve orada tutunabilmek hedef ülkelerdeki ekonomik dinamizm kaybı ile yasal sınırlamalar; Türkiye’den çıkmak isteyenlerin teknik yeterlik, yabancı dil bilgisi ve kültür adaptasyon kısıtları arasında az sayıda kişinin başarabildiği bir meydan okuma. Gidenlerin önemli bir kısmının yüksek niteliği ve geçmiş yıllara göre sayının hızlıca artması bu konunun gazete manşetlerinde yer almasına neden olsa da esasında 82 milyonluk Türkiye’nin oldukça küçük bir kesimini ilgilendiren bir hikâye.

Çünkü Türkiye’de gayrimemnunların sayısı nüfusun yarısından bile fazla. Ülkenin gidişatını çizen genel seçimlere “bir şekilde” bu memnuniyetsizlik tam yansımasa da gerçek bu. Hem de cumhuriyet tarihinin belki de en büyük ekonomik buhranının içine henüz yeni yeni girdiğimiz ve ne zaman çıkacağımızı öngöremediğimiz şu günlerde. Bir milyon kişilik Suriyeli göçünün Avrupa’da yaşattığı sosyal ve siyasi travmayı göz önünde bulundurduğumuzda Türkiye’den kavimler halinde Avrupa ve Amerika’ya göçün mümkün olmadığını söylemek oldukça kolay. Öyleyse ne yapmalı?

Türkiye’den gitmiyoruz/ gidemiyoruz ama kaldığımızda da mutlu olamıyoruz. Birçoğumuz saklı köşelerimizde nefes alabileceğimiz aktivitelerden yoksunuz ve bireyci hayat stili aile/arkadaş ortamımızın da eskisi kadar güçlü olmamasına neden oluyor. Bu nedenle mevcut halde çok uzun süre sabırla direnç göstermemiz pek olası değil. Bunun neticesinde ortaya çıkan temel çözüm ise evimize sahip çıkmak!

Buradan konuyu bireysel çözümler yerine toplumsal çözümlere bağlamak istiyorum. Mevzuyu hamasi bir şekilde vatan/millet edebiyatına döndürmeden 100 yıl önceki bağımsızlık mücadelesinin yeni bir versiyonuna ihtiyaç duyduğumuzu söylemek abartı olmaz. Belki doğrudan can güvenliğimizi tehdit eden bir dış düşman yok fakat temel hürriyetlerimizi kısıtlayan ve hak ettiğimiz refahı elde etmemize mâni olan bir iç düzen var.

31 Mart 2019 tarihinde yerel seçimler düzenlenecek. Mahalli idarelerin yönetimi siyaseten önemli olsa da mevcut iktidar 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran cumhurbaşkanlığı/milletvekili seçimleri sonucunda her koşulda ülkenin kaderini tayin etmeye devam edecek. Bu yerel seçimler sonucunda belki iktidar ile muhalefet partileri arasında birkaç puan oy kayması ve bazı kritik belediyelerin el değiştirmesi mümkün; ancak bu durumun genel gidişatı değiştirme ihtimali bulunmuyor.

Seçimlerin esas sonucu Türkiye’de temsili demokrasiye olan inancın tükendiği gerçeği olacak. Yalnızca iktidar kanadındaki AKP ve MHP için değil; muhalefette yer alan CHP, İYİ Parti ve HDP seçmenlerinin de sandığa gitmekte tereddüt edeceğine ve belki de önemli ölçüde gitmeyeceğine tanıklık edeceğiz. Temsili demokrasinin çöküşü anlamındaki mevcut sistemdeki tüm parti ve liderlerin seçmenlerce bir şekilde cezalandırılacağı böyle bir durumun ardından sorumluluğu almak vatandaşın kendisine düşecek. Bir nevi 1919 tarihli Amasya Genelgesi’ndeki “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesinin benzeri.

Daha önceki yazılarımı okuma fırsatını bulanlar genel gidişata ilişkin tespitlerimde nesnel davranmaya özen gösterdiğimi ancak her zaman savunduğum ideolojinin penceresinden bakarak çözüm önerilerinde bulunduğuma dikkat etmişlerdir. Fakat bu yazıya özel memleketin içine düştüğü durumdan çıkabilmek için yalnızca “doğrudan” demokrasi çağrısında bulunmakla yetineceğim. Peki “doğrudan” ne demek? Vatandaşların onları temsil edemeyen siyasi partilerin ve liderlerinin peşini bırakarak kendilerinin örgütlenmesi. Çünkü bizi yalnızca bizim yaşadığımız sıkıntıların benzerlerine maruz kalan; yüksek ücretler ve itibardan yoksun kişiler anlayabilir.

Daha önce yurt dışında cazip bir yerde yaşamış ve yakın zamanda gönüllü memlekete dönmüş biriyim. Diğer ülkelere gitmiş/ gitmek isteyen herkese tavsiyem hayallerinizin peşinden koşmanız. Umarım hak ettiğinizi alırsınız ve bir gün geri dönmeyi tercih edersiniz. Ancak milyonlarcamız gönüllü veya gönülsüz fark etmez bu ülkede kalacak ve memnuniyetsizliğimiz gün geçtikçe artacak. Bizleri temsil etmesi gerekenlerse ya durumdan bihaber ya da kendi çıkarlarının peşine düşmüş halde çare olamamaya devam edecekler. Öyleyse dizginleri bizzat ele almanın vakti yaklaşıyor demektir.

Bu yazının kapanışını Ataol Behramoğlu’nun çevirisini yaptığı Aleksandr Puşkin’e ait olan bir şiirle ve bu şiirin Ezginin Günlüğü yorumuyla yapalım. Hem gidenleri hem de geride kalanları bir meydan okumaya iten kaderi birkaç mısra daha iyi ifade ediyor olabilir.

“Ey güzel ülke, uzak ülke

Ey bilmediğim ülke

Ne kendi isteğimle geldim sana

Ne de soylu bir atın sırtında

Beni, bu yiğit delikanlıyı

Gençliğin ateşi sürükledi sana

Bir de başımdaki şarap dumanları”

*Uluslararası finans uzmanı