Meydanlar kapanır saraylar açılırken

Meydanların yasaklanması veya dönüştürülmesi ile sarayın zuhur etmesi arasındaki tarihsel bağ, ülkenin içinde bulunduğu politik iklime dair bir şeyler anlatmaktadır. Yasa önünde artık kimsenin eşit olmadığı veya bazı yöneticilerin, herkesi bağladığı varsayılan yasadan azade olduğu düzlemde fiziksel güç ve belirsizlik bağlayıcı hale gelmektedir.

Google Haberlere Abone ol

Fırat Gül

“…saray ile meydan arasında genellikle öyle yoğun bir sis ve öyle kalın bir duvar vardır ki, insan gözüyle seçilmesi mümkün olamaz. Yöneticilerin neyi ne sebeple yaptığı konusunda halkın bilgisi, Hindistan’da yapılan şeyleri bildiği kadardır.”(1)

Türkiye’nin, mevcut iktidarıyla geçirdiği dönüşüm, yani son 17 yıllık süreç, birçok bakımdan okunmaya müsait. Politik, ekonomik ve sosyal yönlerden olsun, iktidarından devlet aygıtına, yönetici elitinden sokaktaki insanına, kentteki yapısal dönüşümlerden bireysel ilişkilerine varıncaya dek her şeyde hızlı bir değişim söz konusu. Ancak, bu dönem, bir tarih yazımına müsait olacak kadar sürecini tamamlamış, ardında tarihsel bir aralık bırakmadığı için, olan biteni anlama çabamız, mevcudun üzerimizdeki etkileriyle el ele gitmektedir. Yani, içinde olduğumuz çemberin hem parçasıyız, ondan etkileniyoruz, hem de bu sınırlar içerisinde onu anlamaya çabalıyoruz. Bu anlama çabası sürecine katkı sağlamak amacıyla yazıda, iki fiziksel mekânı, meydan ve sarayı son dönemki politik atmosferin geçirdiği dönüşümü anlamak için ele alacağım.

Meydanların gümbürtüsü. 1977 yılındaki kanlı 1 Mayıs’ın ardından İstanbul’un kalbi olan Taksim Meydanı, onlarca yıllık bekleyiş ve direnişle tekrardan emekçilere, işçilere açılmıştı. Özellikle 2007’den itibaren, sendikaların, görünür olma mekânı hüviyetindeki Taksim Meydanı'na çıkma talebi, hızla güvencisizleşen emek ilişkilerinin de etkisiyle kitleselleşerek büyük bir politik etki yarattı ve 1 Mayıs görkemli bir şekilde 2010 yılında kutlandı. Dönemin başbakanı, “1 Mayıs kutlamalarına açılan Taksim'deki tablonun, Türkiye'nin hukuk dışı mücadelelerle, çetelerle mücadelesinin eseri olduğunu” belirtiyordu.(2) Konuşmanın diğer bölümünde ise, yasağın kaldırılışının hükümetten bir hakkı koparmak anlamına gelmeyeceğini ekleyerek, bu sonucun bir lütuf olduğunu ima ediyordu. Sadece üç yıl sonra bu meydan çeşitli bahaneler ileri sürülerek tekrardan mitingler için yasaklandı. Aynı yılın haziran ayında ise, Taksim, hiç kimsenin tahayyül edemeyeceği tarzdaki bir direnişe ev sahipliği yapacaktı: Gezi direnişine. Kent mekânları üzerindeki bu yeni politik hareketlilik, geleceğin nasıl olması gerektiğine dair iki farklı tutumu da gözler önüne sermiş oluyordu. Bir yanda yaşadığı mekânda nefes almak, bulunduğu sitenin karar alma süreçlerinde etkin olarak yer almak isteyen çoğulcu bir demokrasi arzusu, diğer yanda tek bir kişinin bedeninde tecessüm etmiş devletçi bir ittifak. Kentlerin bir sermayeye dönüşmesi, çokluğun (3) (multitudo) taleplerinin en tepe noktasına ulaştığı an olarak Gezi deneyimini ortaya çıkarırken, yasanın askıya alındığı, çokluğun bastırıldığı dönem (2013-2016) başka mihenk taşı denebilecek olaylara (15 Temmuz) sebebiyet verecektir.

Meydanların çokluğa kapanması veya iktidarın işaret ettiği merkezden bir hayli uzakta, kıyıdaki yeni meydanların (Yenikapı, Maltepe) kullanıma cevaz verilmesiyle birlikte, insanların taleplerinin ve tepkilerinin de gittikçe görünmez hale geldiği söylenebilir. Mekânın Üretimi kitabında Henri Lefebvre, “her mekân stratejisinin birçok hedefi” olduğunu belirtir; stratejik mekânın, emekçileri çevre dışına doğru ittiğini, merkezin etrafını seyrekleştirip orayı pahalılaştırdığını ifade eder.(4) Günün mevcut iktidarı da, yeni hegemonik güç olarak, eski addettiği mekânı alt sınıflara kapatıp, kendi tekelinde olan bir gösteri alanı yaratmayı amaçladı. Bu sayede o, artık sadece bir yeri yasaklamakla yetinmeyip aynı zamanda o yasağın nedenini saptıracak biçimde, yeniden kurduğu, inşa ettiği bir alanı da hizmete sunmuş oluyordu. Böylece hem bir yerin hangi amaçla kullanacağına keyfi biçimde karar verir ve yasağı devreye sokarken, aynı anda bu yasağın mantığını çarpıtarak aslında bir yasağın olmadığı propagandasını yapma manevrası gösteriyordu. Tam da Agamben’in vurguladığı haliyle, aslında iktidar açısından “yasak(laman)ın gücü, esas itibariyle, bir şeyi kendi kendisine bırakmanın gücüdür”, kendi kaderine bırakılmış gibi görünen şey “aslında kendisini terk edenin merhametine” de bırakılmış oluyordu.(5)

İstanbul denilince akla gelecek ilk yer Taksim iken, imal edilmiş beton alanlar olarak bu yeni meydanların tercih edilmesi, arzulanan toplumsallığı da işaret etmektedir: Liderinin sahnedeki performansını izleyen milyonların varlığı. Artık tüm mitingler, muhalefet veya iktidarı fark etmeksizin, bu alanlardaki boşlukların nasıl doldurulduğuyla mukayese edilir hale gelmiştir. Oldukça mesihyanik bir karakter de taşıyan bu politik gösteri, insanları bir niceliğe indirgeme gayretini taşır. Onları, bir bütün olarak sözü, etkisi ve karar aldırıcı kudretinden soyarak, liderin sözünü takip eden bindirilmiş kıtalara çevirir. Günümüz politik atmosferinde, toplumsallığın çözülmesi, örgütlerin dağılması ve çokluğun politik bir güçten mahrum kalması tam da bu mekânsal değişimde somutluk kazanır. İçinde onlarca arzuyu, talebi, sesi barındıran çokluğun, zor gücü kullanılarak tek bir şemsiye altında, sanki tek bir rengi, niteliği varmışçasına iktidara tabi kılınması, aslında, o çokluğun gücünden korkulduğunun da göstergesidir. Bu yüzden milyonlarca insanın (tekilliğin), korku ile umut duyguları arasında devlete itaat ettirilmesi elzemdir. Bu yeni politik tasarımla birlikte, basın açıklamaları, aktüel olayların doğurduğu kitlesel eylemler, hatta bireysel tepkiler, yerini seyirciye bırakmaya başlıyordu. Seçimler dışında politik bir aracın neredeyse kalmayışı da çokluğun nicelikle, sayısal değerle işaretlendiğini gösterir bizlere. Meydanların çehresi değişirken, yurttaşların politik ilişkileri de başkalaşıyordur.

Sarayların Uğultusu. Meydanların dönüşümü esnasında ortaya çıkan yeni bir mekân söz konusuydu: Saray. 2014 yılında Cumhuriyetin ilanına denk gelen günde planlanan saray açılışı, Ermenek madeninde 18 işçinin ölümüyle ertelense de yasal izinlerinin olup olmadığı tartışmalarının gölgesinde gerçekleştirildi. Eski Türkiye’yi temsil ettiği söylenen Çankaya Köşkü'nün, artık devlet aygıtının merkezi olmaktan çıkıp eskimiş bir sembole dönüşmesi arzulanırken, Atatürk Orman Çiftliği'nin ortasına inşa edilen 1000 odalı saray tek bir kişinin politik kudretini yansıtan fiziksel bir temsile dönüşüyordu. Alt sınıfların mekânları sermaye lehine tahkim edilirken, iktidar sahipleri arasındaki kavga da sembolik biçimde mekânlar üzerinden veriliyordu. Birkaç yıl sonrasında bu iktidar tarafları arasındaki kavga, bir darbe kalkışmasıyla zirvesine varacak ve saray bu sefer bir hikâyeye sahip olma imkânına kavuşacaktır.

Lefebvre’e göre, “ideolojiler mekânı yaratmaz; oradadırlar, mekânın içindedirler”.(6) Henüz 1000 odalı, tek kişilik mekân kurulmadan evvel ideolojisi oradadır zaten, daha doğrusu, burada ve her yerde. Birbirinden kopuk anlardan ziyade sürekliliği içinde okunması gereken politik iktidar, henüz fiziksel bir mekâna (saraya) kavuşmadan evvel de tek kişinin hüviyetinde, devletin yüceliğini ve gücünü gösterme sürecini başlatmıştı aslında. 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarından sonra her şey fiili bir çatışmaya, demokratik güçlerin ablukaya alınmasına, hatta imhasına, politik toplumsal alanın terörize edilmesine evrilmişti. Artık sokaklar veya meydanlar güvenli alanlar değildi. Sokaklarda, meydanlarda bulunmak, bir talebi özerk biçimde insanlara iletmek, gözaltına alınmanıza, yıllarca cezaevinde kalmanıza, bir barış bildirisine imza atmanız tüm vatandaşlık haklarınızdan mahrum kalmanıza neden olmuştur, olmaktadır. Sonrası ise toplumsal sessizlik dönemidir. Yarına dair çabaların geri çekildiği, politik alanın devlet tarafından zapt edildiği, söz söylemenin büyük bedeller gerektirdiği yıllar içerisindeyiz. İşte böyle bir dönemde, çokluğun meydanlardaki, sokaklardaki varlığı silinirken, yerine başka bir performans geçmiştir: Saraya gitmek, saraya çıkmak, sarayda fotoğraf çekmek, muhtarlar buluşması, bakanların sarayda toplantısı, saray içerisinde millet camisi ve daha nice durum yeni düzenin politik panoramalarından bazılarıdır. Yolu bir tek bedenin varlığının dışında, onunla bir ilişkisellik kurmadan politik davranış göstermek, sözünü söylemek mümkün değildir. Ancak ve ancak onun yakınında, gölgesinde, yani sarayın suretinden geçilerek görünür olunabilir. Korku ve güvensizlik ortamında insanların arzuları, duyguları ve istekleri bu devasa mekânın gölgesinde kalmıştır. Televizyonlarından sosyal medyasına kadar her yerde en ufak bir itiraz, karşısında devletin gücünü bulmuştur. Sarayın varlığa gelmesi, bir bedenin, her türden insani ilişkiye hükmetmesine mal olmaktadır.

Sonsöz Yerine. En nihayetinde, meydanların yasaklanması veya dönüştürülmesi ile sarayın zuhur etmesi arasındaki tarihsel bağ, ülkenin içinde bulunduğu politik iklime dair bir şeyler anlatmaktadır. Yasa önünde artık kimsenin eşit olmadığı veya bazı yöneticilerin, herkesi bağladığı varsayılan yasadan azade olduğu düzlemde fiziksel güç ve belirsizlik bağlayıcı hale gelmektedir. Yurttaş bağları yerine merkeze yakınlık, hak-hukuk düzeni yerine güçlü olma istenci ikame edilmektedir. Meydanların politik niteliğinden arındırılması ve en nihayetinde evcilleştirilmesi, toptan bir biçimde çokluğun arzularının, isteklerinin ve taleplerinin de görünmez kılınmasını amaçlamaktadır. Her yerde sadece bir kişinin konuşmasının olduğu ve o makamın herkes adına her saniye konuştuğu bir iklimde, bilginin, haber almanın da denetlenmesi, iktidarın gölgesine ters düşecek her türden itirazın bastırılması olağan hale gelmiştir.

Yine de yazının başındaki alıntıya dönecek olursak şunu söyleyebiliriz: Saray ile meydan arasındaki duvarlar ne kadar kalın olursa olsun, çokluğun sesi soluğu kısılmaya çalışılırsa çalışılsın, o duvarın arkasında an be an biriken bir hoşnutsuzluk mevcuttur. Ekonomik kriz, siyasal olanın aşınması, hukuk düzenindeki bozulma ve daha nice problem çokluk tarafından hissedilmektedir. İnsanların sözlerini söyleme imkânının olmaması, onların hiçbir şey talep etmediği, her şeyden memnun olduğu anlamına gelmemektedir. Elbet, bu sessizlik ve ümitsizlik ortamında çatışmanın olmayışı bir kötü alamet olarak özgürlüğün yitirildiğini bize düşündürmelidir.(7) Bu özgürlük kaybı riskini hiç akıldan çıkarmadan hareket etmek gerekir. Diğer taraftan da, saray ile meydan arasındaki mesafe gittikçe açılmıştır. İnsanların, arka kapılar arkasında yöneticilerin neler yaptığından haberdar olmaması doğruysa, yöneticilerin de insanların çelişkileri karşısında yanılgıya düşme payı da o oranda artmaktadır. İktidar, gücünü pekiştirmiş görüntüsü verse de yaşamın kendi gerçekliği, sessiz bir çatışmanın varlığını hep ihtimal dâhilinde tutacaktır. Çünkü, Machiavelli’den el alarak söylersek, iktidarın her türden zoruna rağmen “hiç kimse bütünüyle yoksullaştırılamaz”, insanların bütünüyle gücünden mahrum bırakılması, çıplak yaşama zorlanması mümkün değildir.(8) En nihayetinde, saraylar kalabalıklaşır meydanlar ıssızlaşırken, yaşamın gerçek çelişkileri havada asılı kalmaya devam edecektir.

(1)  F. Guicciardini’den Akt Filippo Del Lucchese, Machiavelli ve Spinoza’da Çatışma, Güç ve Çokluk, çev. Orkun Güner, Otonom Yayınları, İstanbul, 2016, s. 243.

(2) https://www.haberler.com/basbakan-edogan-taksim-deki-tablo-cetelerle-haberi/

(3)  “Çokluk”u, Spinozacı anlamıyla “halk” kavramının ötesinde, otonomisi olan politik bir güç olarak kullanıyorum. “Spinoza Günleri” kitabı içinde, Eylem Canaslan’ın “Teolojik-Politik İnceleme’den Politik İnceleme’ye Spinoza’da Çokluk Kavramı” yazısına bakılabilir

(4)   Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, çev. Işık Ergüden, Sel Yayınları, İstanbul, 2014, s.375.

(5) Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017, s.135.

(6) Lefebvre, H. s.224.

(7) Del Lucchese, s.147.

(8) A.g.y., s.92.