Sırlar dünyası

Palu Ailesi sokak hayvanlarını koruyup kollayan veya yolunu kaybetmiş bir turist otostopçuya kucak açan Anadolulu bir aile olarak karşımıza çıkmış olsaydı onların temsil ettiği her güzel şey en büyük aile olan ulus-devletimize mal edilip Türklerin merhametinden veya misafirperverliğinden bahsediyor olacaktık. Ancak Palu Ailesi toplumun atığı olarak kabul edilen suçlarla karşımıza dikildi.

Google Haberlere Abone ol

M. Esra Yıldırım

Sokakta yürürken yabancı bir kadın ya da adama “teyze”, “amca” diye hitap ettiğiniz olmuştur. Veyahut “Bunun kilosu kaça?” diye sorduğunuzda pazarcıdan “Yengecim beş lira ama sana dörde olur” cevabını almışsınızdır. Neden tanımadığınız birine “amca” dediğinizi veya sizi hayatında ilk defa gören birinin size “abla” ya da “yenge” dediğini hiç sorguladınız mı?

Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş sürecinde insanların yaşadığı en büyük çıkmazlardan biri, yeni düzende adab-ı muaşeretin nasıl şekilleneceğiydi. Eski düzende tüm ilişkiler aile değil, “hane” üzerine kuruluydu. Hane, aynı çatı altında üreten ve tüketen insan topluluğu demekti. Evin çalışanıyla, çoluk çocuğuyla hep birlikte… İlişkiler hane reisi, hane reisine kan bağı ile bağlı olan ve olmayan aile mensupları ve hane reislerinin birbirleri arasında kurduğu paternalist (babacan) tavır düzleminde şekilleniyordu. Topkapı Sarayı en büyük hane olup sultan ise herkes için en iyisini bilen en büyük baba konumundaydı. Diğer haneler saray içindeki ilişkilenme biçimlerini yeniden üreten irili ufaklı taklitler gibiydi. Nükhet Sirman bu aile yapısı için “sarayın uydu hanesi” yakıştırmasını yapmış, hane mensuplarını tanımada “Sen kimsin?” sorusunun öne çıktığını tespit etmiştir. Hane mensupları bu soruyu bağlı bulunduğu hane reisinin adını vererek cevaplardı. Bunun devamında “Necisin?” sorusu gelirdi. Bu da, hane reisiyle hane mensubu arasındaki ilişkinin niteliğini ve mensubun hane içindeki konumunu belirtirdi. Gel gelelim, yeni cumhuriyet düzeninde en büyük hane kabul edilen imparatorluğun yıkılmasıyla uydu hanenin yerini çekirdek aile almıştır. Bu yeni yapıda, yasalarca aile reisi olarak tanınsa da merkezde baba değil, çift ve çocuklar bulunur. Dahası, bu ilişkiler eşler birbirini severek evlendiği ve hiçbir taraf bir hanenin temsilcisi olmadığı varsayımına göre prensipte sevgiye dayalıdır.

Çekirdek ailenin Batı’da sorgulandığı yıllarda bu topraklarda nimetten sayılması garip olsa da anlaşılabilir bir durum. Geleneksel aile modelinde hane hem üretim hem de tüketim merkezi olduğundan ev içindeki insan trafiği mahremiyete müsaade etmiyordu. Bu, aile üzerindeki cemaat etkisini artırıcı bir özellikti. Mahremiyet ise modern devlet yapılanmasının bir vaadiydi. Hesapçı olmayan ilişkiler, yani duygular temelinde tesis edilen aile kurumu, artık kendini dışarıya karşı istediği ölçüde açabilme ve kapatabilme yetisine kavuşmuştu.

Bu noktada Batı modernleşmesinin toplum yaşamını belirleyen iki önemli kavramına değinmek istiyorum: Özel alan ve kamusal alan. Sanayi Devrimi'yle birlikte ev, artık bir üretim alanı olmaktan uzaklaşıp özel alana dahil olunca ekonomik ilişkilerin ve aile ilişkilerinin alanı ayrışmıştı. Dış dünya, çeşitli çıkar ilişkilerinin görüşüldüğü bir bağlam olarak kurgulanırken, aile yaşantısı çıkar ilişkilerinden azade bir kurum biçiminde tasavvur edilmiş ve buna göre aileye, dış dünyanın sağlamaya muktedir olmadığı türden bir “insanlık duygusu”nu sunabilecek bir değer atfedilmiştir. Öyle ki insanın, aile içinde “hiçbir çıkar gütmeden” yalnızca aile olmanın hatırı için var olabildiğine inanılmıştır. Aile, dünya üzerindeki sermaye veya çıkar ilişkilerinin kirletmediği, hesapçı bağlardan uzak bir cennet mertebesine yükseltilmiştir. Kısacası, yönetimselliğe karşılık gelen kamusal alana karşı özel alan duygusallıkla bağdaştırılmıştır.

Türk modernleşmesinde, mahrem olması beklenen aile yaşamı dönüştürücü gücüyle birlikte anlam kazanmıştır. Sultanın otoritesine son veren siyasal dönüşüm tabandan gelen bir toplumsal dönüşümden yoksun olduğundan bu eksiklik, ailenin dönüşümüyle aşılmaya çalışılmıştır. Dönüşen aileye modernliğin topluma kök salması için bir görev atfedilmiş, ulus devlet ise en büyük aile bellenmiştir. Bu çerçevede sokakta gördüğümüz herkes sevgi bağı kapsamında yine prensipte akrabamız mertebesindedir. Bu bakımdan karındaşlıkla paralellik gösterebilen yurttaşlık meselesinin sevgi boyutuna biraz değinmekte fayda var.

Fransız filozof André Compte-Sponville ahlak için bir “sevgi taklididir” der. Ona göre ahlaktan ancak sevginin olmadığı yerde bahsedebiliriz. Basit bir örnekle açıklamak gerekirse, çocuğuna en güzel bayram kıyafetlerini alan anne babayı ahlaki bir yargı bildiren “cömert” sıfatıyla nitelemek yerine, bu davranışı sevgi bağlamında değerlendirir ve “Çocuklarını ne kadar çok seviyorlar” deriz. Stephen Hawking’in hayatını konu alan Theory of Everything (Her Şeyin Teorisi) filminde Compte-Sponville’in bu görüşünü hatırlatan bir sekans bulunur. Genç Hawking ve arkadaşları bir akşam eve dönerken büyük bir heykel görür ve Hawking’i tekerlekli sandalyesinden bebek gibi alıp bu heykelin kucağına bırakır, sonra da karşısına geçip kahkahayla gülerler. O esnada kendi haline Hawking de gülmektedir, çünkü kıpırdayamaz ve heykelin kucağında öylece yatmaya devam eder. Bu sahneyi dışarıdan gören biri ahlaki terimlere başvurarak Hawking’in arkadaşlarını ahlaksızlıkla yaftalayabilir. Fakat gerçekte olan, bu yargılamayı geçersiz kılacaktır. Hawking’in arkadaşlarının davranışı, kaynağını sevgiden alan bir muzırlıktan ibarettir.

Peki, bunu nasıl anlıyoruz ve bu neyi değiştirir? Hawking’in içinde bulunduğu durumu arkadaşlarıyla birlikte gülerek yadsımasından ve hayatını senaryolaştırma sürecinde hâlâ eğlenceli bir anı olarak anımsamasından… Yakın bir arkadaşınız anne babanızın size karşı işlediği kusurları tıpkı kendi yaptığınız gibi eğlence unsuru haline getirerek buna gülse ne düşünürdünüz? Size duyduğu sevgiden emin olmadığınız bir arkadaşınızın bu davranışı —anne babanız dünyanın en kötü ebeveyni bile olsa— sizi kuvvetle muhtemel gücendirirdi. Nitekim aradaki farkın sebebi sevgiden başka bir şey değildir.

Sevgi ve ahlak arasındaki bu geçişkenlik hayatımızda var olan ince çizgilerden biridir. Kadın katili birçok adamın işlediği cinayeti sevgi kaynaklı bir kıskançlık olarak beyan ettiğini hatırlarsak söz konusu bağlantı daha açık olur. Böyle durumlarda iki tarafın da karşılıklı haz aldığı sevgi alanından çıkıp bir tarafın tahakküm kurmaya yeltendiği tehlikeli bir bölgeye giriş yapmış oluyoruz.

Aileyi kenetleyen unsurun sevgi olduğuna inanınca aile içinde yaşananları da sevgiyle işlenmiş birtakım muzırlıklar gibi görmek kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumda dışarıdan sorunsuz görünen bir ailenin bireyi olarak tahakküme maruz kaldığını duyuran kişiler, sevgiye yorulması gereken bir muzırlığı ahlaka ve dolayısıyla ahlaksızlığa devşirme gafletine düşmüş kişiler olarak yaftalanacaklardır. Ailenin sevgi temelinde kurulduğu “bilindiğine” göre, söz konusu kusur her neyse sevgiye yorulması beklenir.

Oyuncu Deniz Türkali Boğaziçi Üniversitesinin “Hum by Night” etkinliği kapsamında 14 Aralık 2018’de “Erkeklik” konusunu tartışmak için Mehmet Bilgin Saydam ve Selim Sırrı Kuru ile birlikte davet edilenler arasındaydı. Türkali, komünist bir baba olan Vedat Türkali’nin faşist ve Nazi yanlısı, hatta Hitler hayranı olan okul müdürüyle politik görüşler bakımından apayrı noktalarda durmalarına rağmen “erkeklik” bakımından müthiş benzerlikler gösterdiğini söyledi. Böylece babasının “namus” kodlarıyla işleyen zihnini açık edip onu “anonim” bir erkeğe indirgeyerek “ahlaki” terimlerle yargılanmasına müsaade etmiş oldu ve sözü biter bitmez sosyalist ideoloji ailesinin bazı erkek üyelerince şiddetle eleştirildi. Bunu başka bir bağlamda düşünecek olursak, diyelim silah altında bir er insan haklarını aşan bir muameleye maruz kaldığında bunu vatani görevin bir parçası olarak saymalı ve yabancılara şikayette bulunmamalıdır. Nitekim çekirdek ailenin, ideolojik ailelerimizin ve ulusu niteleyen büyük ailenin ahengi böyle ortaya çıkıyor; çeneyi kapalı tutarak.

Bu, dünyanın hemen her yerinde benzer şekilde işliyor fakat Türkiye’nin bir özelliği var. O bir “aile toplumu.” Peki bu ne demek? Tüm toplumsal ve siyasal ilişkilerimizi aile ilişkilerinden türetiyoruz demek. Aile, toplumsal ve siyasal ilişkilerimizin biricik ahlaki ölçütüdür demek. Siyasi liderler güçlerini paternalist bir otoriteye dayandırırken (Babamız Süleyman Demirel’i saygıyla anıyoruz) insanlar da liderlere duygusallıkla bağlanıyor demek. Nükhet Sirman bunu “ailesel vatandaşlık” (familial citizenship) olarak adlandırıyor. Peki bu, gündelik hayat algımızı nasıl etkiliyor? Yazının girişindeki gibi, pencereden baktığımızda sokakta gezinen birtakım “yabancı” insanlar yerine “amca” ve “teyzeler” görüyoruz. Hatta koskoca şirketlerin yöneticileri bile iş yerindeki ilişkilerin samimiyetini “Biz bir aileyiz” diyerek vurguluyor. Her ilişkiyi aile ilişkilerine yakınsamakla kendimizi güvende hissetmek istiyoruz çünkü ailenin şiddet de içeren bir kurum olduğundan ısrarla kaçmaktayız.

“Reality show”larda karşımıza çıkan ailelerin tuhaflığı da buradan kaynaklanıyor. Geçtiğimiz haftalarda gündemde olan Palu Ailesi sokak hayvanlarını koruyup kollayan veya yolunu kaybetmiş bir turist otostopçuya kucak açan Anadolulu bir aile olarak karşımıza çıkmış olsaydı onların temsil ettiği her güzel şey en büyük aile olan ulus-devletimize mal edilip Türklerin merhametinden veya misafirperverliğinden bahsediyor olacaktık. Ancak Palu Ailesi toplumun atığı olarak kabul edilen suçlarla karşımıza dikildi. Dolayısıyla her anlamda dışlandı. Onlar ne bizim ailelerimize ne de ulus-devletimizin temsil ettiği değerlere yakınsanabilirdi. Onlar yalnızca ahlaksız ve sapkındı…

Aslına bakarsanız yeryüzünde stüdyo ışıkları altına yerleştirildiğinde tuhaf sırları ortaya dökülmeden kalabilecek tek bir aile bile olduğunu düşünmüyorum. Ailenin kendi sıradan yaşantısında sevgiden kaynaklı muzırlıklar kümesinin elemanı olan her şey, o ışıkların altında ”yabancılaştırılmaya” ve dolayısıyla “ahlaki” terimlerle yargılanmaya mahkumdur çünkü artık aile olarak kalmak, yani sır tutmak imkansızdır.

Modern ailenin, gündüz kuşağında tekrarları verilen akşamları da büyü gibi herkesi ekranlara kenetleyen tüm dizilerde gördüğümüz, ancak bir türlü konduramadığımız en büyük sırrı her türlü çıkar ilişkisinden azade olduğu yalanıdır. Ekranlara çıkan bir aileyi korkunç nitelemelerle anıp “tuhaf” ve “sıra dışı” buluyorsak bunun tek nedeni bir aile olarak henüz o ekrana sürülmemiş olmamızdır. Buradan her ailenin sapkın bireylerden oluştuğu sonucuna değil, aile kurumuna içkin bir gerçekliğe varıyoruz: Aile, sevgiyi olduğu kadar –hatta belki ondan daha fazla oranda– her türlü çıkar ilişkisini de içerebilen, sapkın üyelerini yeri geldiğinde bağrına basarak varlığını sessiz sakin sürdürebilen toplumsal bir kurumdur. Bu sakinliğini sürdürmesini sağlayan en büyük şey de susmaya ve sır tutmaya devam eden insanlardır.

Sözlerime son verirken kendi tanıklığımdan kısacık bir örnek vermek istiyorum. Palu Ailesini şiddetle kınadığından emin olduğum bir aile 14 yaşındaki kızlarının (ve arkadaşının) 50’li yaşlardaki öz dayısı tarafından cinsel saldırıya maruz kalmasını Türk kahvesi içerek sakince konuşabilmiş ve zaman içinde unutuvermiştir. Bu küçük kızımız da 20’li yaşlara geldiğinde evlenip doğan ilk çocuğuna bahsi geçen dayısının adını vermiştir. Muhtemelen şimdi o da Palu Ailesini lanetliyor ve sapkın ilan ediyordur…