Başörtüsünün yeni öyküsü

Yükselen bu dalga içerisinde kadınlar yeni bir özgürlük alanı tarif ediyor. Kendilerinden bir önceki kuşaktan ve hatta annelerinden farklı olarak, kendi kamusal alan pratiklerini inşa etmeye, hayat içerisinde var olmaya çalışıyorlar. Bu sadece başörtülü kadınların değil, tüm kadınların ortak mücadelesi olmalıdır.

Google Haberlere Abone ol

İlda Alçay Sepetoğlu

Sosyal medyayla birlikte hayatımıza yeni bir kavram girdi: Challenge. Ve neredeyse bütün hayatımız değişti. Bir anda ülkenin tüm gerçekliğini, siyasal politikaların toplumsal çözülüşlerini ve kırılmalarını nasıl tetiklediğini gördük.

'#10YearChallenge' ile sosyal medya kullanıcıları, eski ve yeni görüntülerini paylaşırken, başörtüsünü çıkaran kadınların örtülü halleriyle birlikte paylaştığı yeni fotoğrafları en dikkat çekici kareler oldu. Çünkü bu paylaşımlar bize sadece bireysel tercihlerin değişimlerini göstermekle kalmadı, aynı zamanda İslamcı politikaların kıskacında kalmış kadınların kendi alanlarından kalabalığa karışan seslerine de çarpıcı biçimde işaret etti. Artık kimseden onay almadan 'kendi mahallelerindeki' baskıya ve devlet politikalarına karşı ses yükseltiyor kadınlar. Başka bir hayatı istiyorlar ve bunu, kendi öz-güçleriyle yapıyorlar. Yani, meydan okuyorlar. Böylece o bilindik tartışma yeniden alevlendi. Başörtüsü bir özgürlük alanı mı? Kadınların özgürleşmesi için mi, denetlenebilmesi için mi bir araç? Tercih olarak mı kabul edilmeli, yoksa bir zorunluluk mu?

Bir süredir sessizliğe bürünmüş bu konuyu yeniden görünür kılan olay, AKP’nin seçim öncesi tipik manevralarının güncel tezahürü 'Deniz Çakır vakası'yla bir kez daha vücut buldu. 'Alkollü bir mekâna oturmak için gelen başörtülü kadınlara', oyuncu Deniz Çakır’ın 'saldırdığı' (!) iddiası üzerine, mesele derhal kendi ölçeğini aşıp siyasetin sahasına ama bilhassa Erdoğan’ın gündemine oturdu "En son bir konserden çıkan başı açık örtülü kızlarımıza orada gelip bu şekilde sataşıp Suudi Arabistan’a gidin burada ne işin var diyenlerin halini düşünün adı da sanatçıymış."

17 yıllık iktidarı süresince gittikçe otoriterleşen AKP’nin yarattığı dindar, gerici, tek tipleştirmeci toplum düzeninde, bu tarz çıkışlar hemen karşılık buluyordu kuşkusuz. Başörtüsünün ne kadar 'kazanımı' olursa olsun, 28 Şubat sürecinden bu yana alışkın olduğumuz hiç tükenmeyen bir mağduriyet politikasıdır bu.

Zaten tam da bu sebeple başörtüsü meselesi her zaman çekişmeli bir alan olarak kaldı. Sürekli olarak laik ve dindar kesimler arasında bir mevzi dövüşü olarak tarif edildi. Kimi zaman başörtüsünün işaret ettiği siyasal İslamcı bağlam referans gösterilerek kararlar alındı, kimi zaman karşı bir “devrim” eliyle yasaklar delinip kadınlar ‘özgür’ ilan edildi. Ancak hangisi kadınların gerçekten özgürleştiği bir araç yarattı ya da bir adım daha ötesinde, bu araçlardan hangisi kadınların isteğiyle yaratıldı, hâlâ tartışmalıdır.

AKP, muhafazakâr demokrat bir parti olduğu iddiasıyla iktidara geldiği ilk günlerde sadece kendi seçmenini mobilize edebilecek bir etki yaratmadı. Aynı zamanda sol/sosyalist, liberal çevrelerden de kendisine küçümsenemeyecek bir destek buldu. “Muhafazakâr”ın yanına eklenen “demokrat” sıfatı, o dönemde AKP’yi görece ılımlı, Batı’ya yüzü dönük ve toplumun kültürel, siyasal çeşitliliğine saygılı alternatif bir parti olarak sunuyordu. STK’lara el uzatan ve özellikle kadın derneklerini ön plana çıkaran toplantılar peşi sıra geliyordu. Başörtülü kadınların kamusal alanda deneyim kazanmaları da bu dönemde hayat buldu. Yeni ulusal-dindar kimlik inşa edilirken, tarih boyunca olduğu gibi, sahnede yine kadın bedeni üzerinden üretilen politikalar vardı.

Başörtülü kadınların kamusal alanda görünürlüğünün artması, evlerine hapsolmuş bu insanların hayata bir yerinden müdahil olabilmesi açısından önemli görünse de görünen ardında yatan denetim mekanizmalarını anlamak gereklidir. İslam, bu itibarla, kendisini cinsiyetler arasındaki farklılıklar üzerine kuran bir dindir. Kadın ve erkeğin (yaratılıştan gelen) ayrı ayrı fıtratlara (biyolojik ve sosyolojik kabiliyetlere, yeterliliklere) sahip olduğunu vazediyor. Bu yüzden özel alandaki cinsiyetler arası hiyerarşinin eşitlikle değil, tamamlayıcılık ilkesiyle açıklanması gerektiğini ileri sürüyor. Dolayısıyla da kadına her zaman belirli roller düşüyor. İyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir dindar, iyi bir çocuk yetiştiricisi, evinin bakımından sorumlu, çalışmayan, kocasının getirdiği parayla geçinen ve sakınılan kişi... En çok da bedeni üzerinden sakınılan, kapatılan, söz hakkı elinden alınan insan…

Bu nedenlerle düşünülürse, kamusal alana çıkmış bir kadının başörtüsü, açıktır ki tercih değil, doğası gereği bir baskı aracıdır. Özel alandaki hiyerarşinin değişime uğramadığı ve kamusal alanda ancak belirli ölçülerde “bahşedilmiş” bir yaşam alanı, kadının özgürleşmesinin ne kadar önünü açabilir? Üstelik kadınlara uygun görülen meslekler dahi yine özel alanın kodlarıyla belirleniyorken.

Öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik, aşçılık, tekstil, temizlik, bakım işleri vs. Mesai saatleri belli olan, evi içi işlerini aksatmadan yaşamasına olanak tanıyan ve en önemlisi meslek seçiminde dahi annelik rolünden doğan işleri yapması uygun görülen bir toplumsal düzen içinde, sadece görünür olmanın, özgürleşme mücadelesini ileri taşıyabildiğini söylemek oldukça güç. Tam da bu sebeple, başörtülü kadınların edinmeye başladıkları kamusal deneyimler, özel alanı cinsiyetlendiren kodların kamusala taşınmasını, yani aslında kamusal alanın yeniden cinsiyetlendirilmesini sağladı. Böylece kadınlar siyasal İslamcılıkla iyice harmanlanmış ataerkil düzen içerisinde hapsoldu demek, yanlış olmaz.

Sürecin diğer bir çıktısı da başı açık kadınlar üzerine uygulanan baskının artması oldu. Sürdüğümüz rujdan giydiğimiz eteğe, sokağa hangi saate çıkıp nasıl davranacağımıza kadar bir dizi kural dayatılıyor hayatlarımıza. Aslında başörtüsü serbestîsiyle “özgürleştirilen” kadınlar, bir yanda kontrol altına alınırken bir yanda da “farklı” görülen kadınlara dayatma olarak sunuluyor. Dolayısıyla meseleyi tartışırken temel almamız geren sorun, başörtüsünün tercih olup olmadığından ziyade, nasıl ve ne şartlarda tercihe sunulduğu üzerine kurulmalıdır. Nitekim bir konuda tercih hakkınızın olması için, en azından iki seçeneğin sunulması gereklidir. Oysa dine göre örtünmek, zaten bir zorunluluktur.

Şimdi ses tam da bu noktadan yükseliyor. Siyasetin üzerine oturduğu aile, devlet, piyasa üçgeni içerisinden kadınlar kendi kaderlerini belirmeye çalışıyor. Saçlarını savurarak kendilerini özgür hissettiğini söyleyen kadınların oluşturduğu “Yalnız Yürümeyeceksin Platformu” da bu arzunun karşılığında doğmuş. İnternet sayfalarına girip baktığınızda yaşları çoğunlukla 14 – 22 arasında değişen genç kadınların yaşam öykülerine şahit oluyorsunuz.

“Hepimiz çoğunlukla ortak noktalardan geçtik. Bunu düşünüp gerçekten yalnız olmadığımıza inanıp, kendimize güvenmekle başlıyor mücadele.”

Bana göre buradaki en büyük başarı, yayımlanan bütün hikâyelerin kendi bireysel akışını kırıp konuyu siyasal alanda yeniden tartışmaya açıyor oluşlarında yatıyor. Hemen hepsi muhafazakâr bir ailede büyümüş, İmam hatip liselerinde yahut özel tarikat okullarında, yurtlarında eğitime zorlanmış genç kadınlar. Ancak hedeflerinde sadece bunları kendilerine dayatan aileleri ve tercihleri yok. Tam aksine bunu üreten devlet politikalarını ve uygulayıcısı siyasi iktidarı işaret ediyorlar. Örneğin birisi şöyle diyor “O sene hükümet ortaokullarda (Avrupa gibi olacağız diye güya) üniformayı kaldırıp yerine her çocuğun serbest gelmesi gibi bir fikri atmıştı ortaya. Tartışmalara neden olunca en sonunda buna velilerin karar vermesi gerektiğine karar verilmişti. Ailem de bu olayın üzerine ‘sen okula sivil gidecek olsan biliyoruz biz senin neler giyeceğini’ (kısa kollu tişört ve normal bir pantolonu kastediyorlardı) diyerek başımı kapattırdılar.” Şöyle devam ediyor “… Okullarda (ortaokullarda) başörtüsü yasağının kaldırıldığı açıklandı ki tam bir felaketti benim için (burada okuduklarıma göre yalnızca benim için de değilmiş) bu özgürlük falan değildi, ortaokula giden bir çocuk en fazla 14 yaşındadır ve o yaştaki hiçbir çocuk kendi isteğiyle ömrü boyunca ne giyeceğine karar veremez, hele başörtüsü asla takamazdı! Bu olay özgürlük adı altında baskıcı yobaz ailelere babalara, abilere fırsat vermekti, kadınların düşünüldüğünü sanmıyorum.”

Hayatları boyunca uygulamak zorunda oldukları bir kararı küçük yaşta çocuklarının üzerine bırakan ailelere, aile reisi olarak gördükleri babalarına ve onların yardımcı kuvveti abilerine karşı çıkıyorlar. Daha farklı bir hayat istiyorlar ama bunun için uzak bir şehirde üniversiteye gitmeyi ya da çalışıp kendi ekonomik özgürlüklerine kavuşmayı bekliyorlar. Kimisi ise her şeye rağmen başını açmayı deniyor.

Fakat yine de hemen bütün yazılarda karşımıza çıkan en belirgin hissiyat, korku. Babadan, dinden, çevreden… Üstelik bu baskıyı ve korkuyu sadece kadınların yaşıyor olduğunu fark etmeleri de önemli kırılma noktalarından birisi olduğu anlaşılıyor. Örneğin bir başkası kendisini şöyle ifade ediyor “Başörtüsünün bu kadar sembolleştirilmesi beni bu konu üzerinde fazlaca düşünmeye sevk etti. Sürekli kadın olmanın günahkârlıkla, şeytanla iş birliği içinde olmakla, erkekleri yoldan çıkartmakla ilişkilendirilip, toplumdaki din algısının beni kadın olmaktan utandırmasından bıktım.” Bir diğeri, “Meğersem erkeğin şehvetli gözlerinden kaçmak için kapanmam istenmiş. Hâlbuki ben sadece Allah istedi diye kapanmıştım. Bu fikir beni açılmaya itti. Saklanmak istemiyordum artık” diyor.

Başörtüsünün neden bir zorunluluk olduğunu anlayabilmek için uğraşırken aslında soruların onları farklı politikleşme alanlarına ittiğini görüyoruz. Böylece yeni kırılmalar, yeni kimlikler inşa edilmeye başlanıyor. Kimisi kendini ateist, deist kimisi feminist olarak tanımlıyor: “Ailesinin zihniyetini benimsemiş o dar görüşlü kız gitti, yerine feminist olan, her dayatmaya karşı çıkmaya çalışan kız geldi. Bu durum böyle devam etti.”

'O SAÇLAR BİR GÜN UÇUŞACAK'

Günlerdir yeniden tartışılan başörtüsü meselesinin bahsettiğimiz bu kısacık öyküsü gösteriyor ki, örtünmek sadece bireysel bir tercih, olsa da olur olmasa da diyebileceğimiz bir alan değildir. Kadınlar şimdilerde yeniden tarihin her döneminde ideolojilerce, dinsel pratiklerce baskı altına alınmış hayatlarını ve bedenlerini savunuyorlar. Üstelik sesleri sadece Türkiye’den değil hemen yanı başımızda İran’dan da yükseliyor. Baskıyla örttükleri saçlarını savurup, tüm dinsel pratiklere karşı bir duruş sergiliyorlar. Şüphesiz özgürleşmenin tek anahtarı bu değildir. Ancak önemli olan yaşamlarının akışını kendi elleriyle belirlemeleridir. Soru sorarak, rahat hissederek ve sadece kendine güvenerek yaşamak. Deniz Kandiyoti’nin Türkiye’de Cumhuriyet kadınları üzerinde yaptığı değerlendirmeyi aslında İslamcı kadınlara da uyarlayabiliriz "Kadınlar kurtulmuş ama özgürleşmemiş"…

Şimdi ise yükselen bu dalga içerisinde kadınlar yeni bir özgürlük alanı tarif ediyor. Kendilerinden bir önceki kuşaktan ve hatta annelerinden farklı olarak, kendi kamusal alan pratiklerini inşa etmeye, hayat içerisinde var olmaya çalışıyorlar. Bu sadece başörtülü kadınların değil, tüm kadınların ortak mücadelesi olmalıdır. Sokaklarda beyaz tülbent sallayan İranlı kadınlar gibi Türkiyeli genç kadınların verdiği mücadele de oldukça değerlidir. Çünkü bu siyasal İslamcı politikaların iflasının da bir işaretidir. Anti-demokratik uygulamalardan nasibini almış ve hatta neredeyse tüm hayatı AKP iktidarı içerisinde geçmiş genç kadınların, yeni bir itiraz biçimidir. Tam da bu sebeple mesele politiktir.

(1) Yazıda bahsedilen alıntılar https://www.yalnizyurumeyeceksin.com/ adresinden yapılmıştır.