Asimilasyon masalı…

Parmaklarıyla Türkçe konuşabildiği kelimeleri saydı. Yek, dû, se, çar… Kaç defa sayarsa saysın bildiği kelime sayısı kırkı geçmiyordu. El yordamıyla odadaki birkaç nesnenin ismini buldu. Buz gibi sessizlik yüzünden dokunduğu eşyalara derisi yapıştı. Çığlık attı.

Google Haberlere Abone ol

Miraz Rusipi [email protected]

Hebûn tûnebûn/Bir varmış bir yokmuş diye araya girdi üst ses...

Masallardan habersiz olan baba somyada oturmuştu ya da kapının önündeydi. -kapının önünde yani tam olarak eşikteyken böyle şeyleri söylemek daha kolay olmalıydı.- Sigara paketini sarsıp bir dal sigaranın sıyrılmasını izledi. Dalgınlıkla izmaritini dudaklarına götürdü. Çakmağıyla içinden bir şeyler ile sigarayı aynı anda yaktı. Bir an göğsünün üstüne doğmuş ve doğmamış çocukları aynı anda başını dayadığını hissetti. Yüreğindeki ağırlığı alsın diye sigaradan derin bir nefes çekti. Evi o dakika gözyaşı ile dolu kara bir bulut kapladı. Anneyi yanına çağırdı ya da kapıdan çıkmak üzere olduğundan anne zaten yanındaydı. Ve tetiğe bastı.

Hebûn tûnebûn/bu defa anlatıcı üst sesin araya girmesine izin vermedi. Üç kelime Kürtçe de varsın çevrilmeden açıklama yapılma gereksinimi duyulmadan konuşulsun. Merak eden sözlüğe, Google translateye felan baksın, diye düşündü.

“Çava tûneye,” dedi anne.

“Tûneye işte. Bundan sonra tırki xeber bide bi zarokên min re,”

“Ben tırki bilmiyor ki,”

“Çava bilmiyor, biliyor işte. Tirki konuşki çocuklar zorlux çekmesin, yani mecburen,” diye

“Çocığlar… zorlıg… temam…”

(Çocuklar Zorluk Çekmesin: (iç sesler) Henüz altmışlı yıllardayız. Yetmişler, seksenler ve doksanlarda başımıza gelecek felaketleri bilmesek de seziyoruz. Kürtçe hâlâ yasak. Bu yasak seksenlerde daha da ağırlaşacak. Kim çocuğunun sırf anadilini konuştuğu için hapse düşmesini, işkence görmesini ister ki! Hem Diyarbakır'dayız. Bu kentin zindanlarında korkunç şeyler yaşanacak. Çocuklar tüm bu korkunç şeylerden korunsun diye…

Şeyh Sait’in ardından Diyarbakır’da, Zilan'da, Ağrı'da, Dersim'de yapılanları biliyorsun. Çocuklarımız da tüm o insanlar gibi katledilmesin diye…

Hiçbir okul çocuklarımıza anadili ile eğitim vermiyor. Çocuklarımız Türkçe konuşamadıkları için öğretmenleri tarafından hor görülecek, aptal denilecek, aşağılanacak sımbıla bıyık değil de sımbıl dedi diye komik bulunacak, dalga geçilecek. Çocuklarımız anadilini unutmaz, Türkçeyi doğru düzgün konuşmayı beceremezlerse onları göndereceğimiz okullardan mezun olamayacaklar. Çocuklarımız insan gibi muamele görsün diye…)

Baba evden çıkmadan önce gözyaşı ile dolmuş kara bulutun ortasında bıraktığı anneye baktı. “Zaroklar Zorlıg’ ve kapı bir makas gibi koca bir kültürü biçerek kapandı. Asimilasyona uğramış Kürt aile tarihinin miladı böylece başladı: Çocuklar zorluk çekmesinden önce – Çocuklar zorluk çekmesinden sonra… Kapı kapanmadan önce doğan çocuklar Kürtçe konuşabildiler, sonrakiler dilsiz kaldı.

Annenin bildiği sıfatlar, fiiller, özneler, cümleler, Cümlelerin yarattığı; hikâyeler, anlatılar, efsaneler babayla beraber kapının ardına düştü. Annenin büyük oğlu kapının önünde durmuş beti benzi atmış annesine bakıyordu. Altı aylık bebeği ise ağlıyordu. Kendi kendine “Ana ez çi bikim,” dedi. Kolay değil daha bu sabah günlük yirmi bin kelime üreterek konuşan yeryüzü kadınlarından biriydi. Kocasının ardından kapanan kapı kasasına değil de bedenine çarpmış gibiydi. Yerle yeksan olmuş kelime kırıntılarına muhtaç, lal bir kadına dönüşmüştü. Tevrat’ta dünyanın altı günde yaratıldığı yazar. Annenin dünyası altı günde yıkıldı.

Birinci gün geçmişte rengarenk kaftanlar giymiş annenin bildiği bütün renkler hayatından çıktı: Spiler, keskler, helesorlar, Zerler, mışmışılar…

İkinci gün lorikler, çiroklar terk etti hanesini beşik mırıldanmalarla, kuru kuruya sallandı. Çocuklarını uyuturken bir masal olsun anlatamadı. Tüm o devler, yılanlar, peri kızları, mirler, yiğitler, aşıklar….

Üçüncü gün; klamlar, stranlar kayboldu. Köy odasında dengbejlerden geceler boyu dinlediği o yiğitler, rüya gibi kadınlar, Atlar, kahramanlıklar, aşklar…

Dördüncü gün; Koca bir coğrafya vuruldu içinde. Hangi köyde doğduğunu, hangi dağın gölgesinde büyüyüp, hangi kentte yerleştiğini unuttu. İller, ilçeler, köyler, dağlar, ovalar, nehirler…

Beşinci gün; mutfağındaki yiyecekler silindi. Çocukluğunda dağlardan topladığı otlar, şifalı bitkiler, annesinin kendine öğrettiği yemeklerin isimleri gırarlar, Epraxlar, kutilkler, gıyaberler, şiraniler….

Altıncı gün; çocuğunu nasıl seveceğini bilemedi. Başını okşadığında ne diyeceğini, göğsüne bastırdığında diline değen o şirin kelimeler silindi. Tüm o beybûnamınlar, gulamınlar, delalamınlar.

Yedinci gün yorgunluktan yataktan çıkamadı. Yıkmak ya da silmek yaratmaktan daha zordu. Ev çöle, dili ise ateşe dönüşmüştü. Yürümeye kalkıştığında ayaklarının altındaki zemin çekildi. Bebeği ruhundan çalınmış zenginlikleri hissetmiş gibi durmadan ağlıyordu, oğlu ise bilmediği sözcükler mırıldanıyordu. Anne duymuyor, anlamıyor, konuşamıyordu. Kapkaranlık bir boşlukta havada öylece asılı kalmıştı. Bildiği üç beş Türkçe kelimeyle çocuklarını sakinleştirmeye çalıştı. Dest, dedi dilini dişledi. El elımiiii… Olmuyordu. Çok zordu. Koca hayat otuz kırk kelimeye mahkûmdu.

Oysaki otuz- kırk kelime anadiline yöneltilmiş bir yok sayma hamlesiydi. Zamanın birinde savcının teki Musa Anter isminde bir Kürt bilgesini sırf Kürtçe diye bir dil var dediği için yargılamaya dahi kalkışmıştı. Savcı iddia edilenin aksine Kürtçe diye bir dilin olmadığını Kürtçe dedikleri karma yapıdan Farsça, Arapça ve Türkçe kelimeleri çıkardığımızda geriye otuz kırk kelime kalacağını söylemişti. Musa Anter ise bilindik alaycılığıyla “Savcı bey bir tavuğun dahi otuz çeşit gıdaklaması var. Siz koskoca bir halkın otuz kelimelik bir dilinin olduğunu nasıl söylersiniz.” demişti. Yanılmıştı koca çınar, pekala bir halk otuz, kırk kelimeye mahkûm edilebilirdi. Ayrıca bir dil otuz kelimeden ibaret de olabilirdi. Boşlukta elini açtı. Parmaklarıyla Türkçe konuşabildiği kelimeleri saydı. Yek, dû, se, çar… Kaç defa sayarsa saysın bildiği kelime sayısı kırkı geçmiyordu. El yordamıyla odadaki birkaç nesnenin ismini buldu. Buz gibi sessizlik yüzünden dokunduğu eşyalara derisi yapıştı. Çığlık attı. Bir çocuk getirdi dünyaya, bir tane daha ve bir tane daha... Çocuklarına söyleyemediği sözleri sütünden eritti. Sözcükleri eline, ipliği ise şişe doladı. Konuşamadığı her kelime için bir ilmek attı. İki ters bir düz sırlı kazaklar ördü. Köyde yaşayan ve hiçbir zaman Türkçe konuşmayan şen şakrak kardeşlerinin aksine dilinden kerpetenle laf alınan, sert mizaçlı, öfkeli bir kadına dönüştü. Az kelimeyle yaşamı tümden anlatmak mecburiyetinde olduğundan vurgular, tavırlar, kaş göz işaretleri ile bir kelimeye birden çok anlam yükledi. Ardından örgü şişlerini hiçbir dilin ulaşamayacağı bir derinliğe daldırdı. O ve çocukları bu yara ile yaşadı…

Ve gökten üç tane elma düştü ki bu elmalar cennetten kovulmamıza da neden oldu.

Biri Diyarbakır gibi çocuklar zorluk çekmesin miladından sonrasına düştüklerinden doğru dürüst konuşamadıkları anadillerine daha bir bağlı olan çocukların başlarına.

Biri düşündüklerini ellerindeki kelimelerle ifade edemediklerinden misal Ahmed Arif gibi vurgular, yeniden anlamlandırmalarla dilin içinde yeni diller yaratan edebiyatın dilsiz pirlerinin başına.

Sonuncu elma da pek tabii ki sana, masalın bir sırrının olduğuna inanlara…