Toplumsal memnuniyetsizlik zamanlarında entelektüelin sorumluluğu

Medyada yoğun savaş propagandası inşa ediliyorken akademisyenlerin birden ortaya çıkıp barış gibi tatsız bir meseleyi konuşmaları, iktidarı en beklenmedik anda suçüstü yakalamakta ve onun hakikatini akamete uğratmaktaydı. Bu hareketleri ile entelektüeller/akademisyenler, akademik doksada gedik açmakla kalmıyor, açtıkları gedikten iktidar hakikatini kökünden yıkma ve onu çevreleme mücadelesine girişiyordu.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Parlak*

“Haberciyi öldürebiliriz; ancak bildirdiği söylenmiş ve duyulmuş kalacaktır.” (Pierre Bourdieu)

Fransa’da Sarı Yelekliler’in eylemleri devam ederken, Sel Yayıncılık Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün Karşı Ateşler-2 adlı çalışmasını yayınladı. Özellikle doksanların ortasında aktivist kimliği ile de ön plana çıkan Bourdieu, bu dönemde neoliberal istilaya karşı oluşan toplumsal eylemler ve onların eyleyicileri için kavramsal bir cephanelik -kendi kelimeleri ile ifade edecek olursak- “angaje bir bilgi” inşa etmişti. Bilhassa Karşı Ateşler’in her iki kitabında, bu inşanın teorik ve pratik uğrakları yakalanabilir. Ancak Bourdieu’nün bu noktada asıl önemi, entelektüeli bilgi üreticisi olmaklığı ile sınırlayan akademik doksayı yeniden sorgulamayı mümkün kılmış olmasıdır. Şöyle sorar Karşı Ateşler’de:

“Entelektüeller, özellikle de araştırmacılar, bilhassa toplumbilim alanındaki uzmanlar, politik dünyaya müdahale edebilir mi ve etmeli midirler? Hangi koşullarda bunu etkin olarak yapabilirler? (…) Politika yapmanın yeni bir tarzının yaratılmasına nasıl katkıda bulunabilirler?”(1)

Emile Zola’nın Dreyfus olayı sonrası kaleme aldığı ve L’Aurore gazetesinden yayınlanan Suçluyorum!... adlı mektubundan beri bu soru daima gündemde kalmıştır. Tahsin Yücel’in “benzerine az rastlanır bir aydın başkaldırısı” olarak adlandırdığı Zola’nın Dreyfus olayı karşısındaki duruşu, entelektüelin iktidara göre hangi konumda olması gerektiğini görmek açısından -Weberyan anlamda- ideal tiptir.

Pierre Bourdieu ve Michel Foucault’yu takip edecek olursak entelektüel; bilgisini, uzmanlığını ve hakikatle ilişkisini siyasi mücadele alanında kullanan kişidir. Bu anlamda, entelektüel “hakikat etrafında kavga verir.”(2) Foucault’cu anlamda hakikat, doğru ile yanlışın birbirinden ayrıldığı ve doğruya (burada elbet de “salt olgusal gerçek” anlamındaki doğru kast edilmemektedir, “semantik çekirdeği iktidarca aşınan hakikat olarak doğru” kast edilmektedir) birtakım spesifik iktidar etkilerinin yüklendiği kurallar bütünüdür. Dolayısıyla entelektüelin hakikat etrafında verdiği kavga, bir karşı-hakikat inşa etmenin mümkün olup olmadığını anlamaya yöneliktir. Savaşa karşı barışın (birbirine zıt iki hakikat) mümkün olup olmadığını sorgulamaya yöneliktir onun kavgası. Biraz daha ileri gidecek olursak şunu ifade edebiliriz: Entelektüel; konuşma imkanları elinden alınan madunlar adına toplumsal ve dilsel sermayesini kullanandır, popülist bir ifadeyle “sessiz yığınların sesi” olandır. (Burada “madunlar adına konuşmak” derken onların temsilcisi ve sözcüsü olmayı kast etmiyoruz. Aynı şekilde entelektüelin onlara “bilinç götürmesi”ni de kast etmiyoruz. Madunlar adına konuşan entelektüel, zaten madunların var olan bilincini bir enformasyon sistemine dahil etmektedir, onların kullanacağı angaje bilgiyi üretmektedir. Başka bir deyişle; onların bilincinin karşı-hakikat olarak görülmesini sağlamaktadır. Deleuze bir yerlerde “kendisinden yararlanacak insanlar yoksa teori hiçbir işe yaramaz” dememiş miydi zaten? Burada teoriyi, hakikat olarak okumak gerekiyor.)

İktidar söylemlerini takiben sokaktaki esnafın, bilim insanlarının ve tahakküm altındaki siyasal sermayenin (bunu iktidar kanadının seçmeni olarak da okuyabilirsiniz) ve bilhassa da medya ve gazetecilik alanının giderek daha çok militerleştiği -Foucault’nun deyimiyle- “giderek daha belirgin polisiye işlevler yüklenmeye davet edildiği” bir ortamda, Barış İçin Akademisyenler girişimi bir risk aldı (3) ve “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı bir barış bildirisi -savaşa ve militerleşmeye davete karşı inşa ettikleri hakikatin adı buydu- yayınladı. Bu riskin boyutları, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL rejimi ile birlikte daha da gün yüzüne çıktı. Bugün, o bildiriyi imzalayan çoğu akademisyen OHAL KHK’leri ile üniversitelerden ihraç edildi, pasaportlarına el konuldu ve en ilkel hukuk uygulamaları ile yüz yüze geldiler. Ancak -Nurettin Öztatar’ın hazırladığı “İmza ve Ötesi: Barış İçin Akademisyenler Anlatıyor” adlı çalışmada da görüleceği üzere- söz konusu akademisyenler/entelektüeller buna rağmen iktidarın hakikatine karşı, forumlarda ve dayanışma akademilerinde yeni bir hakikati söylemeye devam ettiler. Eşine az rastlanan bu aydın sorumluluğu, özel güvenlik bölgesi adı altında ölümle yüz yüze gelen bir kitlenin sesini görünür kılmaktaydı. Bu anlamda barış için akademisyenler “hakikati görmemiş olanlara, hakikati söyleyemeyenler adına, hakikati söylüyordu.”(4)

Medyada yoğun bir savaş propagandası ve 7 Haziran ile 1 Kasım arasında seçim meydanlarında kendilerine karşı dışlama ve şiddet imgesi inşa ediliyorken akademisyenlerin birden ortaya çıkıp barış gibi tatsız bir meseleyi konuşmaları, iktidarı en beklenmedik anda suçüstü yakalamakta ve onun hakikatini akamete uğratmaktaydı. Bu hareketleri ile entelektüeller/akademisyenler, tam anlamıyla yukarıda anılan akademik doksada gedik açmakla kalmıyor, açtıkları gedikten iktidar hakikatini kökünden yıkma ve onu çevreleme mücadelesine girişiyordu. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi pratik politik sonuçlar doğurmamış olabilir, iktidar bildirinin içeriğindeki hakikate kulaklarını tıkamış olabilir. Ancak bildirinin alternatif hakikatleri gösterebilme riskini taşımış olması ve en önemlisi de bulaşıcı bir cesaretin mümkün olabileceğini göstermiş olması bakımından kıymetlidir, hatta Bourdieu’nün deyimiyle “yeri doldurulamaz” bir eylemdir. Erdoğan ve Bahçeli’nin tehditleri sonrası bırakın sarı yelek giymeyi, sarı yelek demenin bile imkansız hale geldiği, ekonomik krizin -iktidarın sevmediği bir hakikat/kelime daha- giderek daha da yoksullaştırdığı kimselerin sesini duyuracak bir toplumsal hareket -Ayşen Uysal’ın deyimiyle “toplumsal memnuniyetsizliğin giderilmesi yolu”- imkanının neredeyse hiç olmadığı günümüz Türkiye’sinde, barış adına konuşan entelektüellerin eylemi daha da anlamlı hale geliyor. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, entelektüel, kimsenin söyleyecek sözü yokken çıkıp konuşandır. Burada elbet de entelektüeli “bize yeni bir felsefe lazım” diyerek göreve çağırma niyetinde değiliz. İktidarın tüm tehditlerine rağmen eleştirel düşüncenin diri kalmasının önemini vurgulamak üzere yukarıdaki tüm tarihsel uğrakları özetledik. Emile Zola’nın “benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum”(5) dedikten sonra karşı karşıya kaldığı sayısız tehdide rağmen başlattığı aydın sorumluluğunu hatırlatmak üzere Suçluyorum!... adlı mektubunu hatırlattık. Halbuki ülkede hâlâ çoğu sanatçı, yazar, düşünür, kısaca entelektüel, bu ülkede sanki hiç AKP ve inşa ettiği şiddet rejimi ve hukuksuzluklar yokmuş gibi davranmayı becerebilmektedir. Örneğin; Aykut Çoban’a göre, Türkiye’deki akademisyenlerin yalnızca yüzde 1,46’sı merkezinde barış talebi olan bir metni imzalamıştır.(6) Oysa entelektüeller, “tahakkümün aldığı yepyeni biçimler de dikkate alındığında, özellikle günümüzde toplumsal mücadelelerin parçası”(7) olmalıdır.

Yazının girizgahında Bourdieu’nün ilk karşı ateşi açarken sorduğu soruyu yine Bourdieu’den yola çıkarak cevaplayalım. Böylece entelektüelin siyasal işlevi ve rolüne dair ufak bir hatırlatma, ya da Sokratesçi anlamıyla ebelik yapmış olalım:

“Entelektüel, yeni politik eylem biçimlerinin, insanları seferber etmenin ve seferber olmuş insanları bir arada faaliyete geçirmenin yeni biçimlerinin, projeler oluşturmanın ve bunları ortak olarak gerçekleştirmenin yeni biçimlerinin kolektif arayışını örgütleyebilir ya da düzenleyebilir. Grupların ne olduğunu, ne olabileceklerini ya da ne olmaları gerektiğini ifade etme ve aynı zamanda keşfetme çabası içindeki grup dinamiğine yardımcı olarak, keza toplumsal dünyayı dolduran engin toplumsal bilginin toplanmasına ve birikmesine katkıda bulunarak ebelik görevini yerine getirebilir.”(8)

(1) Pierre Bourdieu, Karşı Ateşler-2, Sel Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2018, s.31

(2) Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011, s.51

(3) Ayşen Uysal, Nurettin Öztatar’ın hazırladığı “İmza ve Ötesi: Barış İçin Akademisyenler Anlatıyor” (s.71-72) adlı kitapta bu riskleri ve kendisinin yaşadığı bir deneyimi aktarır: “Siyasal katılma ve aktivizmin risk ve bedelleri (vardır). ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisini imzalamak gerçekten meseleyi apaçık ortaya koydu. Ben çalışmalarımda riskleri dört kategoride inceledim -fiziki, idari, hukuki ve toplumsal riskler-. Barış imzacıları bu riskleri her boyutuyla deneyimledi. (…) Bazıları tehlikeli bulduğundan bazıları da (bizi) düşman olarak gördüğünden mesafe koydu. Karşı komşum telefon etmeye çekindi, telefonum dinleniyordur diye! Bunu bana açıkça söyledi.”

(4) Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi, s.31

(5) Emile Zola, Suçluyorum, Can Yayınları, İstanbul, 2015, s.20

(6) Aykut Çoban, İmza ve Ötesi: Barış İçin Akademisyenler Anlatıyor, s.44

(7) Bourdieu, Karşı Ateşler-2, s.33

(8) Bourdieu, a.g.e., s.34-35

*Doktora öğrencisi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı