Hayvan felsefesi ve hayvan hakları paradigması

On dokuzuncu yüzyılın başında, İngiliz (yararcı) filozof Jeremy Bentham, varlıklar söz konusu olduğunda hazzın ve acının merkeze alınması gerektiğinin ve hayvanlara dair asıl sorunun da, “düşünebiliyorlar mı?” ya da “konuşabiliyorlar mı?” değil “acı çekebiliyorlar mı?” olduğunun altını özenle çizdi.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Hayvan felsefesine dair bugün pek az şey biliyoruz; zirâ bu konuda artık hepimiz pratik bir bilgeliğe sahibiz. Lâkin bu pratik bilgelik; diğer bütün şeylerden arı hâle getirilmiş, tek başına bırakılmış ve sanki tesadüfen, orada-öylece duruyormuş gibi “popüler bir olayı”, geniş bir uzlaşıyı da arkasına alarak lânetlemekten ve böylelikle bütüne dair meseleyi daha derine gömmekten başka bir işe yaramıyor. Bundan daha da vahim olanı ise, pratik bilgeliğimiz zaman içinde kendisini bir mastürbasyon aracı ya da “ödevi yerine getirmiş olmanın yüce hazzı”nı ruhumuza zerk eden bir mekânizma olarak ortaya koyuyor: Sosyal medyada gezinirken, aniden önümüze bir “hayvana işkence” videosu düşüyor; pratik bilgeliğini kuşanan herkes, adeta vahyedilmiş bir duyarlıkla; söyleyebileceği en ağır şeyleri, söyleyebileceği en ağır şekilde söylemek ve hatta bu konuda söylenebilecek her şeyi birkaç tümceye sığdırabilmek adına olağanüstü bir çabanın içine giriyor: Oysaki böylesi olaylar, birdenbire cereyan eden ve tesadüfen burada olagelen şeyler değil; insanların, hayvanlara işkence edebilme ve onları dilediği konseptte kullanabilme hakkını kendilerinde görmeleri bir “felsefî akla” dayanıyor. Ve bunun gibi tam tersi de, yani hayvanları dost edinen zarâfetin de felsefî ve tarihsel temelleri bulunuyor. Hayvanlara dair mesele ve onların haklarına dair talep ve tartışmalar bundan çok daha eskiye dayanıyor. Antik Dönem felsefesi, Ortaçağ felsefesi, modern ve modern-sonrası felsefe: Lâkin ben René Descartes ile başlayarak konunun özüne daha kestirme bir yoldan inebileceğimizi umut ediyorum…

René Descartes, on yedinci yüzyılın en önemli filozoflarından birisidir – ve klâsik tarih yazıma göre ise onun felsefesi modern felsefenin de başlangıç metnidir. Pekâlâ, Descartes felsefesinin yöneldiği öncelikli amaç, sağlam ve mantıksal olarak sarsılmaz bir epistemoloji ve ontoloji kurabilmektir. “Metodik şüphe” yoluyla ulaştığı ve felsefe tarihinin en şöhretli hakikatlerinden birisi olan; “Cogito, ergo sum”, yani “Düşünüyorum, öyleyse varım,” Descartes’ın, inşâ etmek istediği felsefe için yeterince sağlam bir temeldi – Her şeyden şüphe duyabilirdim lâkin “şüphe eden bir ben”den şüphe duymama olanak yoktu. Böylece “ben” ya da “zihin”, düşünen töz (res cogitans) olarak ortaya çıktı. Lâkin düşünen tözün dışında da varlıklar vardı ve bunlar Descartes dualizmiyle ikinci bir töz; yani uzamlı/yer kaplayan töz (res extensa) olarak ortaya kondu. Böylece Descartes, varlıkları, mahiyet ya da yetenekleri itibariyle; “düşünen” ve “uzamlı”/”yer kaplayan” tözler olarak ikiye ayırmıştı. Pekâlâ burada yanıtlanması gereken önemli bir soru vardı: Düşünen töz ile kastedilen insansa (ki şüphesiz öyleydi) ve uzamlı/yer kaplayan tözler de cansız varlıklar, nesneler/eşyaysa; hayvanlar ve bitkiler hangi türden tözler olarak anılacaktı? (Bitkileri de buraya dâhil ederek) Hayvanlar konusu oldukça çarpıcıydı; zirâ ne Descartes’ın anladığı anlamda bir bilinçlilik durumuna (zihinsel yetilere) sahiplerdi ve ne de cansız ve dirimsiz varlıklar olarak kabul edilebilirlerdi – Şüphesiz ki hayvanlar; hareket ediyor, sesler çıkarıyor ve canlılığın gerektirdiği hemen bütün yetenekleri sergiliyorlardı: Descartes çareyi onların tabiatın ortaya çıkardığı birer “makine” ya da “otomat” olduğunu söylemekte buldu. Hayvanlar, insanlardaki gibi bir “ruh”a ya da “zihin”e sahip değillerdi (çünkü onlarda “epifiz bezi” yok, diyecekti Descartes) ve hiçbir bilinçlilik durumuna yetkin sayılamazlardı. Böylelikle Descartes, var olanları, düşünen töz (insan), yer kaplayan töz (eşya) ve otomat (hayvan) olarak tasnif etmiş oldu.

Gel gelelim Descartes’ın bu konudaki felsefî görüşü “düşünebilme”yi merkeze alan ve varlığı; düşünebilen şey ve düşünemeyen şey (bir alt kategori olarak; düşünüyormuş izlenimi veren ve lâkin yine de düşünemeyen şey) olarak ikiye yaran bir eğilimden ileri geliyordu. Ve bundan sonra da, Aydınlanma felsefesinin baş karakteri Immanuel Kant da –Descartes kadar acımasız olmamakla birlikte− insan ve hayvan arasında “özbilinç” üzerinden bir ayrıma gereksiniyordu. Ve bu yolla, insanı bir “amaç” hayvanı ise insan amacına ulaşmak için bir “araç” olarak işaret ediyor ve buradan da hayvanlara karşı ahlâkî ödevlerimizin olmadığı sonucuna varıyordu (Kant, 2003). Descartes ve Kant’ın uzlaştığı nokta, insan ve hayvan arasında bir “bilinçlilik hiyerarşisi” bulunduğuydu. Gel gelelim on sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başında, İngiliz (yararcı) filozof Jeremy Bentham, varlıklar söz konusu olduğunda hazzın ve acının merkeze alınması gerektiğinin ve hayvanlara dair asıl sorunun da, “düşünebiliyorlar mı?” ya da “konuşabiliyorlar mı?” değil “acı çekebiliyorlar mı?” olduğunun altını özenle çizdi (Bentham, 2017). Jeremy Bentham’ın önerdiği, hayvan felsefesindeki bu paradigma değişimi, hayvan haklarına dair meselenin de yeni baştan ele alınmasına ve daha geniş bir tartışma alanı bulmasına olanak sağladı. Hayvan felsefesinin toplumsal bir karşılık bulmasıyla beraber, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar boyunca temel hayvan hakları talebi oldukça yaygınlaşmıştı: Evvelâ hayvanların birer denek olarak kullanılışı ya da kadavra olarak kullanılmak üzere öldürülüşü –ki bunu Antik Çağ’dan beri pek çok filozof ve bilim insanı yapmıştı−; daha sonra hayvanlara işkence, zûlüm, eziyet ya da kötü muamele edilmesi gibi konularda oluşan büyük toplumsal itiraz, etik bir çerçeveye alınmıştı. Ve nihayet, 1978’de Hayvan Hakları Evrensel Bildirisi yayınlanarak, hayvan ve insan, yaşam ve varlık temelinde eşitlendi. Buradaki temel, “düşünebilme”, “soyutlayabilme”, “kavram oluşturabilme” yeteneği değil; çok daha özce “acı çekebiliyor olma” durumu idi.

Bununla birlikte, yine on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar boyunca; hayvan felsefesinin ve hayvan hakları talebinin gelişimine paralel biçimde, filozoflar ile hayvanlar arasında kadim dostluklar başladı. Hayvanlara dair paradigmanın değişimi (düşünemeyen eşya olmaktan − acı çekebilen canlı olmaya) burada hemen fark ediliyordu. Geçtiğimiz iki yüzyılda, ismi bir hayvan dostu ile anılan pek çok filozof var: Arthur Schopenhauer ve köpeği Atma (ki Schopenhauer da “merhamet”i merkeze alarak, tıpkı insanlara karşı eylemlerimizden olduğu gibi hayvanlara karşı eylemlerimizden ahlâkî olarak sorumlu olduğumuzu vurguluyordu), Jean-Paul Sartre ve kedisi Nothing, Albert Camus ve kedisi Cigarette, Virginia Woolf ve köpeği Pinka, Michel Foucault ve kedisi Insanity. Ve filozofların dışında da; Lord Byron’ın ayısı, Charles Dickens’ın kuzgunu, Flannery O’Conner’ın tavus kuşları ya da Kurt Vonnegut’un köpeği (…) Ve daha dinamik ve baştan çıkarıcı bir örnek olarak, Friedrich Nietzsche’nin 1889 Ocak’ında, sahibi tarafından kırbaçlanan bir atın boynuna sarılarak hüngür hüngür ağlaması ve sonra aniden yere yığılması hadisesi…

Pekâlâ biz bugün neredeyiz ve neden böyle oluyor dersiniz? Eğer bir toplumda, sistematik bir “gerileme” ya da “geriletme” hareketi baş göstermiş ise; bu, bütün akıl yürütmelerin en ilkel pozisyonuna döneceği bir süreci beraberinde getirir. En genel paradigmanın yerinden oynaması (yani insanlık onuruna dair paradigmanın), önü alınamaz şekilde bütün kazanılmış paradigmaların da kaybına ve büyük bir ahlâkî çatlağa yol açar. Son aylarda toplumda infial uyandıran bütün meselelerin özü de burada aranmalıdır. Her türden ve “ben-olmayan” her şeye karşı yönelmiş şiddet… Pekâlâ bu halde ne yapabiliriz? Elbette bu ilkel saldırıya karşı kendimizi ve hayvan dostlarımızı korumalıyız ve en az bunun kadar elzem şekilde bu toplumsal gerilemeyi bir şekilde durdurmalı ve insanca paradigmaları tekrardan yerli yerine koymalıyız. Yoksa zaten her ilkel akıl yürütme, her zaman orta yere atılacak bir nefer bulur kendisine…

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun.

Yararlanılan Kaynaklar:

DESCARTES, René., Meditasyonlar, Bilgesu Yayıncılık, 2007.

DESCARTES, René, Metot Üzerine Konuşma, Bilge Kültür Sanat, 2017.

KANT, Immanuel, Etik Üzerine Dersler, Pencere Yayınları, 2003.

BENTHAM, Jeremy, Ahlak ve Yasama İlkeleri, Litera, 2017.