Kürdistan’da self kolonizasyon: Bir sömürgecilik teknolojisi olarak 'protez akıl'(1)

Protez aklın sınırları, dinamikleri ve algısı kolonyal sistem tarafından belirlenmiş ve filtrelenmiş bir akıldır. Kürdistan’da hem makro düzeyde nesnel gerçeklik, yani kolektif aktör olarak toplumsal varlığın bilinci, hem mikro bazda tek tek bireylerin kendine özgün öznel gerçekliği başka bir ifadeyle bireysel bilinci ters yüz edilmiştir. Dolayısıyla sömürgenin çoğu kez kendisine ait olmayan hakikatleri dahi kendisininkiymiş gibi sahiplenebildiği görülmektedir.

Google Haberlere Abone ol

Sharo I. Garip* [email protected]

Başka ulus ve halkları inkâr edenlerin kaçacağı ilk sığınak evrenselciliktir.

Son dönemlerde “evrensellik”, “kimlik” ve “milliyetçilik” üzerine yapılan tartışmalar küllenmiş olan “kolonyalizm” (sömürgecilik) teorisini tekrar gündeme getirdi. Bu konuların yakıcılığı Ortadoğu’da kadim bir hikâyesi olan ve bir düğüm haline gelen Kürdistan ve Kürtler ile ilgili tartışmalardan gözlemlenebiliyor. Dünya genelinde yükselen otoriter rejimler ve de özellikle demokrasi saati hep geriye giden Ortadoğu’da yaşanan vahşet, faşizm tartışmalarını da beraberinde getirdi. Oysa faşizmin en vahşi türlerinden biri olan kolonyalizm Kürdistan’ın dört parçasında da 100 yıldır sahnedeydi. Fakat faşizm kendi metropollerini vurmadığı sürece beyaz medeniyet (en çok da Müslüman İran, Arap ve Türki medeniyet) Kürtlere karşı sessizliğini korumuştu. Bir kabus gibi Afrika’nın, Amerika kıtasının ve diğer halkların üstüne çöken “beyaz evrenselliğin” bu karanlık yüzünün kökenlerini, düşünür/şair Aime Cesaire (2), sürrealizm ve psikanalize başvurarak arayacak, aralayacak ve tarihi bir manifestoyla Afrika’yı tekrar ışığa kavuşturacaktı. Aime Cesaire gibi, öğrencisi F. Fanon (3), A. Memmi (4) ya da Steve Biko (5) ve post-kolonyal feminizmi çalışan birçok Afrikalı kadın yazar sömürge mekanizmasının işleyişini deşifre ederek Afrikalıların eline önemli kurtuluş ve savunma araçları teslim etti. Edebiyat alanında da Aime Cesaire köle-efendi ilişkisini, Shakespeare’in “Fırtına” oyununu tekrardan Afrikalıların gözünden yazarak beyaz kibre bir ders verecekti. Bir başka örnek de Rene Girard’ın değindiği “metafizik arzu”, öykünmeci arzu”, “taklitçi arzu”, “dolayımlanmış arzu” vb. kavramlar yabancılaşmayı anlamamıza yardımcı oldu.

Afrika ve diğer sömürge tecrübeleriyle kıyasladığımızda Kürdistan’da sömürge tartışması yarım ve güdük kalan bir tartışmaydı. Oysa ki bu kabustan kurtulmanın ön koşulu önce bu kabusla düşünsel düzeyde yüzleşmekten geçiyordu. Kürtlere dayatılan kölelik, bir gerçeklik ilkesine dönüşmüş hatta çoğu zaman köleliğin konforu özgürlük korkusuna tercih edilir hale gelmişti. Kimlik ve kendi kaderini tayin hakkı gibi doğal/evrensel haklar sürekli tarihsel bilincin dışına itilip durdu. Kürtler açısından esas tartışılması gereken nokta bu mekanizmanın işleyişini anlamaya çalışmak, mikro ve makro düzeyde temellerini bulmaya çalışmaktır.

SÖMÜRGENİN DÜŞÜN DÜNYASI

Kürdistan son yüzyılda defalarca işgal edilmiş, soykırım (genocide) ve kavimkırımlarla (etnocide) talan ve terbiye edilmiştir. Talandan ve yağmadan arta kalanlar devlet müzelerinin kapılarına asılırken, Kürdistan coğrafyası Dersim’den, Halepçe ve Mahabad’a uzanan bir katliamlar koleksiyonu olarak kaldı. Bu, 20'nci yüzyıldan 21'inci yüzyıla devreden bir Kürt trajedisidir. Tabii ki yağmalanan sadece Kürtlerin dili, edebiyatı, tarihi değil aynı zamanda bir insan yağmasıdır (dehumanization). Dersim’in binlerce kayıp kızlarından Şengal’deki Müslümanlık adına IŞİD tarafından kaçırılan 5 bin Ezidi Kürt kadını ve çocuğu bu yağmanın vardığı vahşet derecesini gözler önüne seriyor. 1'inci ve 2'nci Dünya Savaşlarında ve de etnik savaşlarda özellikle çocuklar ve kadınlar iki nedenden dolayı hedef haline getirilmişlerdi; kadınlar ve çocuklar diz çöktürmenin (kavimkırım) ve soykırımın araçları olarak seçilirler. Özellikle de çocukların hedeflenmesi aynı zamanda vahşeti hafızaya yerleştirmeye yöneliktir. Kürdistan’da da bu çok sistematik bir şekilde devreye sokulmuştur. Ne yazık ki Kürt düşün dünyasının ülke bilincine yeterince sahip olamaması ve mevcut milli bilincinin de zayıf olması, bu yağmaya açık bırakılan bir kapıdır denilebilir.

Fakat fiziki bir işgal kolonyalizm ile her zaman birebir örtüşmez ve tahakküm için tek başına yeterli de değildir. Çünkü kolonyalizm sadece bir defaya mahsus bir yağma faaliyeti değildir. Bir sistemdir ve konsolide ihtiyacı duyar. Kolonyalizmin konsolide edilmesinin yöntemlerinden biri sömürgedeki insanın düşünce sistemini, yani zihnini işgal etmektir (6). Fiziki işgali mümkün kılan tüfek, çelik ve mikrobun (7) yanında hümanizm-medeniyet yalanları ve İncil de gerekiyordu. Kürdistan’daki durum da bundan pek farklı değildi. Fetih için Kur’an (camilerde okunan hutbeler ya da ideolojilerin ayetleriyle Kürt kültürü ve değerleri, her şeyden önce de Kürt bilincinin surlarını topa tutmak gerekiyordu. Kolonyal dünyanın sertifikalı şövalyeleri olan evrenselci misyonerler ümmetçilerden sosyalistlere, liberallere ve feministlere büyük bir bölümünün az veya çok üstüne düşeni yerine getirdiklerini söyleyebiliriz. Gelinen noktada Kürt bilincinde ciddi gedikler açıldığını kabul etmek gerekir. Bu işgalin önemli araçlarından biri de sömürge fabrikaları olan okullarda dil aracılığıyla yürütüldü. Ama eğitimin paradoksu, sömürgenin-sömürge insanının aydınlanma tehlikesini de içermesindeydi. Kolonyal sistem bu çıkmazını sömürge insanına özgü icat ettiği “protez akıl” sayesinde aşmaktadır. Özellikle cami, okul, üniversite, yayınevleri, entelektüel söylem (discourse), hepsi protez aklın hayat bulduğu, şekillendiği yerlerdir. Kolonyal sistemin kurgulayıp devinize ettiği protez akıl ötekinin/sömürgecinin aklı olarak sömürge insanına ödünç verilmiş yabancı ve suni bir organ olarak organizmanın bütünlüğü içerisinde doğal bir devinimle çalışmamakta, ötekinin/ müdahalesi ve hakikatiyle varlığını sürdürebilmektedir. Bu müdahale sömürgecinin lehine, sömürülenin/sömürgenin aleyhine programlanmış bir müdahale olup protez aklın, kendini sürekli sabote etmesine ve aldatmasına sebebiyet veren bir müdahaledir. Bu durumda sömürgenin farkına varamadığı birçok pratiğin –kendi lehine ve sömürgeye karşı olduğunu düşündükleri de dâhil- sömürgecinin lehine işlediğinden bihaber, sömürgenin artık kendi kendini sömürmeye başladığı gerçeğini ifade eden self kolonyalizm ile karşı karşıyayız demektir.

Protez aklın sınırları, dinamikleri ve algısı kolonyal sistem tarafından belirlenmiş ve filtrelenmiş bir akıldır. Kürdistan’da hem makro düzeyde nesnel gerçeklik, yani kolektif aktör olarak toplumsal varlığın bilinci, hem mikro bazda tek tek bireylerin kendine özgün öznel gerçekliği başka bir ifadeyle bireysel bilinci ters yüz edilmiştir. Dolayısıyla sömürgenin çoğu kez kendisine ait olmayan hakikatleri dahi kendisininkiymiş gibi sahiplenebildiği görülmektedir. Kürtlerin geniş bir kesiminin kendini ne sömürge ne de azınlık olarak görmeyip, Cumhuriyetin asli unsuru olarak görmesi bu durumu açıklayan iyi bir örnektir (illusion). Öte yandan kolonyal sistem düşünsel tahakkümünü sürdürmek için, organik aklın hakim olduğu veya yeşermeye başladığı her tür durumda protez aklı organik akla ikame etmenin yeni yöntemlerini bulmaya çalışacaktır. Şunu belirtmek gerekir ki kolonize edilenlerin çıplak şiddet ile protez aklı bertaraf etmeleri mümkün değildir. Kolonyal sistem düşünsel tahakküm vasıtasıyla ulusal bilinçlenmenin önünü almak için her türlü manipülasyona başvurmaktadır. Sömürgede sadece fiziki mekanlar hükmetme/kudret mekanları değildir; aynı zamanda üretilen soyut mekanlar, örneğin bilgelik mekanları veya körüklenen algı mekanları sömürgenin ruhunu gözetim altında tutan gözetim kuleleridir (3, s. 179). Örneğin anti-kolonyal bir sözleşmenin oluşmasına karşı “evrensellik” bir barikat olarak derhal devreye sokulur ve Clastres’nin (8, s. 196) deyimiyle sömürgeden, özgürlüğünü kendi aleyhine çeviren evrensel barışa razı olması, hakeza eşitliğini ortadan kaldıran bir genel savaşa kendini bırakması istenir. Kürdistan’da evrensellik ilkesinin sadece egemeni taklit değil aynı zamanda kendi gerçeğinden kaçışın ve bunu başka ütopyalarla ikame etmenin bir aracı olarak görüldüğü, kullanıldığı iddia edilebilir.

Yaratılan algılardan burada sayısız örnekler verilebilir. Ama en önemlisi, sistemin radikal sağından radikal soluna kadar çokça dile getirilen “kardeşlik” söylemidir. Bu söylemin re-kolonizasyon ve self-kolonizasyon için önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Örneğin Kürtler kardeşlikten bahsederken daha çok Türk-Kürt, Arap-Kürt veya Fars-Kürt kardeşliğinden bahsedilir. Kürtlerin kendi içindeki kardeşlik tartışması söylemi ise yerini Kürtler arası düşmanlığa ve nefrete bırakıyor (öz-nefret/yabancılaşma). Oysa ki geçmiş yüzyıllara ait normlar ve prensiplerle günümüzün sorunlarının çözülemeyeceği açıktır. Günümüzde “kardeşlik”, “iyilik” gibi normlar yerini “eşitlik”, “sosyal adalet”, “tanıma” gibi normlara bırakmıştır. Bir ulus içinde aile hukukundan, annelik hakkından, vatandaşlık hukukundan bahsedilebilir ya da devletler arası hukuktan; ama uluslar, kavimler hatta kişiler arasında kardeşliğin hukukundan bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle Kürdistan’da “kardeşlik**  hukuku” bir sömürge hukuku işlevi görmektedir.

Kolonyal sistem çok sistematik ve rasyonel bir mantık içinde sürekliliğini koruyacak mekanizmalar üretmektedir. Sistemin en efektif (etkin) olarak işlediği alanlardan biri, sömürgedeki düşünce sistemini mental ve epistemik şiddet vasıtasıyla sömürgeleştirmesidir. Bunu yapabilmek için sistematik bir şekilde düşünce yapısının geliştiği bütün kurumları ve yapıları, özellikle de tarihsel birikimleri/kültürel artı-değeri ve hafıza izlerini silmesi gerekir. Dil bu düşünsel tahakkümün en önemli araçlarından biridir. Örneğin sömürgenin dili yasaklanarak bir taraftan savunma araçlarından mahrum bırakılırken diğer taraftan kendi kültürü ve tarihiyle olan bağlantısı kesilir. Sömürgecinin diline, söylemine (discourse) mahkum olan sömürge insanı özgüvenini yitirmiş ve onun düşünce sistemine eklemlenmeye hazır hale gelmiştir (öz-değer yıkımı). Geldiğimiz aşamada ise yeni teknolojiler (örneğin dizi filmler) dilin yasaklanmasına gerek kalmadan Kürtlerin kendi kendilerini asimile etmelerine (self-assimilation***/self kolonizasyon) aracı olmaktadır.

Kürtler kendilerine karşı uygulanan bu sistematik kolonyalizm metotlarına karşı son yüzyılı bir direniş ve de-kolonizasyon süreci olarak geçirdi. De-kolonizasyon pratiklerinden dolayı tahribata uğrayan ve ayardan düşen kolonyal sistemin üretim süreçleri yeni sömürgecilik teknolojileriyle tekrar tekrar çok yönlü kolonyal tamirata (restorasyon) ve re-kolonizasyona tabi tutulmuştur. Kürtlerin de-kolonizasyon sürecinde çok ciddi bir direniş gösterdikleri ve elde ettikleri kazanımların hakkını teslim etmek gerekiyor. Ama tüm bu sürecin, önemli bir ayağı eksik bıraktığı, bunun da ulusal bilincin inşa sürecinin yarıda bırakılması ya da ihmal edilmesi olduğu ileri sürülebilir. Re-kolonizasyon ile de-kolonizasyon arasındaki mücadele şiddetli bir şekilde devam ederken yüzeyde görünmeyen ancak derinden içsel bir dinamik olarak işleyen self-kolonizasyon sömürge açısından ölümcüldür. Kolonyal sistem artık doğrudan değil sömürge aracığıyla –kendini sömürge pratiklerinin dolayımlayıcısı kılarak- sömürgeci pratiklerini hayata geçirmekte ve kendi konumunu sağlama almaktadır.

Kolonyal sistemin mental ve epistemik şiddetine de maruz kalan sömürge, hem bir bütün olarak makro düzeyde hem tek tek bireyler şahsında mikro düzeyde bu şiddetin etkili bir sonucu olarak özgünlüğünü ve özgüvenini kaybedip bir objeye (edilgen subje) dönüşmektedir (9). Dolayısıyla kolonyal sistemin düşünsel tahakkümü altında de-kolonizasyon çabalarının çok iyi sonuç alması beklenmemelidir.

De-kolonizasyon sürecindeki direnişlerin karşısında somut ve soyut mekanlardaki mental şiddet zamanla daha da rafineleşmiş bir şekle, bir başka deyimle “pis Kürt”ten “ırkçı Kürt"e evrilmiştir. Baudrillard’ın dediği gibi bu kavramsal şiddetin misyonerler ya da bulaşıcı hastalıklardan daha yıkıcı olduğunu her alanda gözlemleyebiliyoruz (10). Eskiden bir bütün olarak basın-yayın, üniversite, yayınevleri, sivil toplum örgütlerinin büyük bir bölümünde algılarla uygulanan şiddet biçimleri olan “feodalite”, “aşiret” “cehalet” yeni dönemde yerini “ensest” (11) “çocuk yaşta evlilik”, “kadına şiddet” Kürtlerle özdeşleştirilmeye çalışılan kavramlara/araştırmalara bırakmıştır. Bu konuda kolonyal feminizm de kültürün önemli bir taşıyıcısı olan kadın ve aile üzerinden kültürel sömürgeciliği rafine bir tarzda yürütmektedir (12), (13). Deyim yerindeyse kolonyal fanteziler laboratuvarında sömürge önce kadavraya çevrilir sonra üzerinde çalışmalar yürütülür. Bu olumsuz algı operasyonları Kürt kimliğinin, Kürt kültürünün ve bilincinin çok ciddi düzeyde maruz kaldığı yapısal şiddettir. Akademi dünyasında bu baskılanmadan nasibini alan Kürt akademisyenlerin kayda değer bir bölümü bu şiddetin altında, tartıştığı her ortamda “ben milliyetçi değilim” yemin törenine davet edilir. Ve de sonuçta enternasyonalist olabilir, feminist, sosyalist, ümmetçi olabilir ama Kürt olamaz! Protez akla kodlanmış olan egemene hayranlık/taklit Kürt düşün dünyasında, bilimde, edebiyatta, sanatta çokça yaygın olan bir durumdur. Kürt düşün dünyasının büyük bir bölümü kendi akademisyeninin, edebiyatçısının, sanatçısının kendisini ve eserlerini, küçümsemeyi, ucuzlatmayı ve itibarsızlaştırmayı, egemenin algısı ve arzusu olarak çok fazla içselleştirmiş durumdadır. Keza aksi takdirde akademik/sanatsal misillemeye uğrayacak ve egemenin dünyasında hiçbir şekilde yer edinmesi mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla Kürt düşün dünyasının çok büyük bir bölümü şimdiye kadar kolonyal söyleme (discoursa) eklemlenmiş ve güçlü anti-kolonyal bir söylem (discourse) ile karşılık verememiştir. Bu durum Cesaire’nin Afrikalılar için yaptığı tespitler ile paralellikler gösteriyor:

Hani zaman zaman adına özgürlük ve adalet denen şeyler için kavgaya girmiyor değil, ama bu kavgalar hep beyaz adamın özgürlük ve adalet dediği şeyler için oluyor, beyaz özgürlük ve beyaz adalet efendilerine özgü değerler için...” (A. Cesaire, 261.)

Ressam: Hieronymus Bosch

ÇIKARSAMA VE TARTIŞMA

Sonuç olarak Kürtlerin büyük bir bölümü sömürge koşullarının yarattığı bilinçaltlarını yeterince aydınlatamamış, sömürgeciliğin devamında çok önemli rol oynayan (belki de belirleyici olan) iç dinamikleri yeterince bilince çıkaramamışlardır. Bunun çok boyutlu analizi bu makalenin ana fikrini ve hacmini aşacak kadar muhteliftir.

Kolonyalizm bir köksüzleştirme ve kimliksizleştirme (dehumanisation) hareketi olarak ciddi tahribatlara, yıkımlara sebep olan bir sistemdir. Yurt ve kültür talanı buna iyi bir örnektir. Bunun sonucunda zincire vurulan birçok halkın kültürü gasp edilip medeniyetler dünyasının dışına itildi (acculturation) (14). Aztek, Maya, Afrika ve Mezopotamya… Kürt kültürünün başına gelen de budur. Maalesef teorilerin baştan çıkartan lüks kavramlarına başvurmak kültürel yıkımlar ve kimlik tahribatlarının üstünü örtmeye yetmiyor.

Taylor’ın dediği gibi “Sağlam bir kimlik olmadığında insan, krizin eşiğindedir –sadece mutsuz değildir, neredeyse normal davranmaktan bile aciz olur. İnsanın kimliğini kaybetme tehdidi altında olduğu dönemler kriz olarak tanımlanır” (15, p. 271).

Kürdistan’da baskı altında tutulan kültürler, kimlikler şiddetli bir travmaya uğradı. Etnik/milli bilincin ve özgüvenin zayıflamasına yol açan bu durum, düşünsel tahakkümü de kolaylaştırmıştır.

Toplumsal hafızanın, kültürel değerlerin egemen ulusun etnik mezarlıklara çevrilmiş müzelerinden kurtarma çabası ezilenlerin antika merakından gelmiyor, tüm çaba, çalınanın asıl sahiplerine iade edilmesi/ait kılınması mücadelesidir. Dolayısıyla egemen ulusların bekçilerinin, bu çabaları boşa çıkarmak için “ilkellik”, “anti-evrenselcilik”, “anti-bilimsellik” gibi argümanlarla lanetleyerek bu çaba sahiplerini kurban etmek istedikleri “bir şeytan taşlama” ayinine başlamadan evvel sebep oldukları yıkımlardan ötürü kendileri için yapacakları “şeytan çıkarma” ayinine ihtiyaç vardır. Nitekim hümanizma ve evrenselciliğin en iyi sınanacağı yer sömürgelerdir. Her ikisinin de diğer sömürgelerde olduğu gibi Kürdistan’da da iyi bir sınav verdiklerini söylemek çok zor. Tam aksine kolonyal vaizcilerin sağ elinde İncil-Kuran sol elinde hümanizmin ve evrenselliğin teorileri ile sömürüyü meşrulaştırmakta ve aynı zamanda bu sömürüyü de yeniden üretmektedir. Bir kolonyal çölde hapsedilmek istenen Kürt düşün dünyasının önünde, özellikle protez akıl gibi sömürge teknolojilerine karşı analizler ve teoriler geliştirmek gibi çok zor görevler duruyor. Önümüzdeki süreç Kürt düşün dünyasının bu konuda yeteneğinin test edileceği bir dönem olacaktır.

** Zaten kardeşliğin pratik hayatta da bir karşılığı olmadığını da görebiliyoruz. Örneğin Türkiye’de 2,5 milyon Türk-Kürt aile birleşiminden bahsediliyor. Bu birlikteliklerin neredeyse tamamına yakınında Türk tarafı Kürtçe öğrenmeye tenezzül bile etmez ve bu ortaklıktan doğan çocuklar da Kürtçe’den ziyade Türkçe öğrenir. Bu, bilim ve akademi dünyasında da böyledir. Neredeyse hiçbir Türk, Arap, Fars akademisyenin Kürtler üzerine araştırmalar yaparken Kürtçe öğrenme zahmetine girmediğini görürüz.

*** Bir başka örnek ise yaptığım bir araştırmada çok iyi eğitim görmüş ailelerin çocukları, özellikle orta ve üst sınıfların çocuklarının neredeyse büyük bir bölümü Kürtçe konuşmamaktadır. Bu durum Kürt düşün dünyasının ciddi bir çıkmazını göstermektedir; bir yandan Kürtler makro düzeyde asimilasyona karşı ciddi bir de-colonization ile karşı koyarken mikro düzeyde tek tek bireyler kendi çıkarını maksimize etmek ve çocuğunun sistemde yükselme şansını artırmak için sisteme aşırı derecede entegre olmaktadır (self-colonization).

Kaynakça

(1) Bu kavram Horkhemier'in endüstri toplumları için kullandığı araçsal akıl (instrumentelle Vernunft) kavramından esinlenerek yazıldı. M. Horkheimer, Zur Kritik der instrumentellen Vernunft, 1974.

(2) A. Cesaire, Barbar Batı, Doğu Kitabevi, 2015.

(3) F. Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, 2015.

(4) A. Memmi, The Colonizer and the Colonized, 2010.

(5) Andile Mngxitama, A. Alaxendar und N. C. Gibson, Biko Lives: Contesting the legacies of Steve Biko, Palgrave Macmillan, 2008.

(6) T. Adorno und M. Horkheimer, Dialektik der Aufklärung, Fischer Taschenbuch, 2017.

(7) J. Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, 2016.

(8) P. Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu, Ayrıntı , 1992.

(9) N. Şarman, Yayınlanmamış Yazılar 2018.

(10) J. Baudrilard, Üretimin Aynası, 2013.

(11) Milliyet, "Her dört evde ensest", 2009. http://www.milliyet.com.tr/-her-dort-evden-birinde-ensest-iliski-yasaniyor--gundem-1146301/.

(12) S. Avar, Dağ Çiçeklerim, Berikan Yayınevi, 2004.

(13) T. Saylan, "Radikal" http://www.radikal.com.tr/yorum/turkiyenin-kani-cani-yibolarda-2-791001/.

(14) "İktidarı kaybeden kavim ya da (makro etnik yapı) aynı zamanda medeniyet bünyesindeki yerini de kaybeder". H. Bozarslan, Lüx ve Şiddet, İstanbul, 2016.

(15) C. Taylor, Wie viel Gemeinschaft braucht die Demokratie, Frankfurt am Main, Deutschlnad, 2002, p. 271.

Yazının Kürtçesine buradan ulaşabilirsiniz.

*Dr., Köln Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Bölümü