Recep İvedik ve Yoksulların Gözleri

Söylenmesi gereken şey, Recep İvedik’in “küçük insan”ı parodileştirmekte olduğu. Bu parodi, durumları aşırılaştırırak iş gördüğü için Recep İvedik seçkinlerce gözden uzak tutulması gereken bir karakter olarak alımlanıyor. Filmin aşırılaştırdığı durumların gerçek hayatta hiç mi geçerliliği yok? Elbette var. Sinizm, kabalık, cinsiyetçilik, şiddet kol geziyor sokakta.

Google Haberlere Abone ol

Onur Can Sümen*

Baudelaire, Paris’te büyük bir dönüşümün yaşandığı, şehre ailecek göçenlerin olduğu, gettoların kurulduğu bir dönemde bir kafeyi betimler. Kafe ışıltılı, göz alıcı bir mekandır. Ardından sevgilisiyle oturdukları bu kafeye bakan yoksulların gözlerini konuşturur.

"Ne güzel! Ne güzel!" diyordu babanın gözleri, "yoksul dünyanın bütün altınları gelmişler de, bu duvarlara yerleşmişler sanki." - "Ne güzel! Ne güzel!" diyordu oğlanın gözleri, "ama ancak bizim gibi olmayanların girebilecekleri bir yer burası." En küçüğün gözlerine gelince, şaşkın ve derin bir sevinçten başka şey belirtemeyecek kadar büyülenmişlerdi.

Şarkıcılar, hazzın ruhu iyileştirip yüreği yumuşattığını söylerler. Şarkının hakkı vardı bu akşam, ben de öyleydim. Bu gözler ailesiyle duygulanmakla kalmamıştım, susuzluğumuzdan daha büyük olan bardaklarımız, sürahilerimiz yüzünden biraz utanıyordum. Gözlerimi gözlerinize çevirdim, sevgilim, onlarda kendi düşüncemi okumak istedim; öyle güzel, öyle tuhafçasına tatlı gözlerinize, yeşil gözlerinize, gelgeç isteklere yurtluk etmiş, Ay'la esinlenmiş gözlerinize dalıyordum, bu sırada: "Şu insanlar da ne çekilmez şeyler böyle, gözleri araba kapıları gibi açılmış!" dediniz bana. "Kahveciye söyleseniz de şunları uzaklaştırsalar!"

Anlaşmak böylesine güçtür işte, düşünceler böylesine birleşmez şeylerdir, sevgilim, sevişenler arasında bile!

Baudelaire yoksulluğa karşı bir duyarlılık geliştirirken, sevgilisi yoksullardan rahatsız olmuştur. Böylelikle Baudelaire anlaşmanın çok zor olduğundan dem vuracaktır.

Fakat Baudelaire’in de yer aldığı 1848 devriminden yirmi yıl, ölümünden iki yıl sonra yayınlanan bu pasajın söylediği daha önemli şeyler de var. Örneğin yoksulların ışıltılı bir kafeyi fantezi nesnesi haline getirmesi gibi. Öte yandan Baudelaire yoksullarla bir ortaklık kuruyor, kurduğu bu ortaklıktan dolayı, önünde duran sürahilerden utanıyordur. Bugün olsa değerlerini yitirmiş trollerin dilinde “duyar kasmak” olarak adlandırılacak bir melankoli.

Sevgilisi ise bakışlardan büsbütün rahatsız olmaktadır. Onların oradan ayrılmasını istemektedir.

Bana kalırsa seçkinlerin yoksullara karşı geliştirdiği iki temel eylem bu ikisidir. Ya onlarla ortaklık kurulur, onlar için bir şeyler yapmak, belki bir şiir karalamak gerekir ya da gözlerden uzağa gitmeleri sağlanır.

Elbette sol zihniyetle bir şekilde ilişki kurmuş insanlar birinci saftadır. Yoksullarla, ezilmişlerle, delilerle bir tür ortaklık kurarlar. 70’lerin kurtarılmış mahallelerinde, tarlalara çalışmaya giden öğrenci militanlarında, gecekondu mahalleler kuran devrimcilerinde hep bu ortaklık duygusu vardır.

Ancak 12 Eylül sonrasında, özellikle AKP iktidarında meydana gelen değişimler, yoksulları siyasal İslamcılardan medet umar hale getirmiş, sol ile araları açılmıştır.

Gelelim Recep İvedik’e. Recep İvedik sadece bahsi geçen yoksullar tarafından izlenen bir karakter değil. Orta sınıftan, sola meyleden insanlar tarafından da izlenmekte. Kendi izleyicileri bile Recep İvedik’in davranışlarını rahatsız edici olarak nitelendirebiliyor. Öte yandan birçoğu Recep İvedik’i samimi bulmakta.

Bu samimiyet, kendine has değerler olan cinsiyetçiliği, şiddeti, sinizmi, kabalığı, iğrençliği alt sınıfın fantezi nesnesi olan mekanlarda, durumlarda saklamamasından ileri geliyor olmalı.

Recep İvedik Baudelaire’in yoksulları gibi kafelere bakıp “Ne güzel! Ne güzel!” diyerek fantezi kurmuyor. İçeri giriyor. Seçkinlerin arasına katılıyor. Hatta büyük bir özgüvenle avam değerlerini dayatıyor. Peki Recep İvedik’in bu özgüveninin arkasında ne var? Nasıl geldik bugünlere?

Barış Bıçakçı, Veciz Sözler’in naif kahramanı Sulhi’yi lise yıllarında bir partiye katılmak için ayakkabısını siyah elektrik bandıyla Adidas’a benzetmeye çalışırken resmeder. Bu girişimin sonucu hüsran olacaktır. Sulhi partide utançla boğuşacaktır.

Zizek, Siyasi Bir Kategori Olarak Fantezi (1) makalesinde Ridley Scott’un Düellocular filminde soylu bir subay ile orta sınıftan bir subay arasındaki farkı vurgular. Soylu subay soylulara ait onur kodunu sürekli ihlal etmekte, orta sınıf subay ise, sanki onur kodunda şaşmaz bir işaret, bir kural varmış gibi bu kodu taklit etmekte ve beceriksiz gözükmektedir. Zizek’in sözünü ettiği orta sınıf subay, Barış Bıçakçı’nın Sulhi’sine benzemektedir. Sulhi Adidas’ta şaşmaz bir vasıf varmış gibi, ayakkabısını Adidas’a benzetmeye çalışmakta, kendisinden üst sınıfa ait, Adidas’ı alelade bir nesne olarak tüketen, eskiyince çöpe atan, yeni modeli çıkınca onu satın alan kişilerin arasında ayrıksı durmaktadır.

Bu mesele esasında doksanlar ve iki binli yıllarda kültür dünyamızı çevreleyen meselelerden biriydi. O yıllar, üst sınıfın tükettiği kültür nesnelerinde, söz gelimi ayakkabı markalarında, tişörtlerde, müzik gruplarında, filmlerde alt sınıfların şaşmaz bir vasıf gördüğü, bu ürünleri taklit ederek ürünlerin ait olduğu sınıfa dahil olmaya çalıştığı yıllardı. Hangimiz yapmadık ki bunu?

Gel gelelim dahil olmak o vasıfları kendimize yapıştırmakla mümkün olmuyordu. Zizek’in tespit ettiği gibi mesele onları ihlal etmekteydi. Ali Şimşek’in başarılı bir portresini çizdiği yeni orta sınıf bunu çok iyi başarıyordu (2). Zihin emeği gerektiren işlerde, söz gelimi reklam ajanslarında çalışan bu sınıf, bir yandan çeşitli kültür ürünlerini tüketmeleri, tüketirken ihlal etmeleri sayesinde çeşitli kültürler yaratıyor, bir yandan onların ihlal ettikleri kültür ürünlerinde şaşmaz bir vasıf gören alt sınıfı, görsel kültür aracılığıyla dikizleyip, didikliyordu. Leman ve Uykusuz’daki, okur mektupları bunun bir örneğidir. Bu bölüm yoksul sınıfların kaba okurlarını parodileştirmektedir.

Ali Şimşek, Recep İvedik’in, “sen busun” diyen orta sınıfa karşı, “ben buyum” diyerek ortaya çıktığını, Gırgır’lı yılların “maganda” ve “zonta”sının kültür dünyasına bir tür geri dönüşü olduğunu söyler. Bana kalırsa, Recep İvedik’in “maganda” ve “zonta”dan fazlası vardır. Çünkü Recep İvedik, üst sınıflara ait şaşmaz bir vasıfmış gibi imlenen bütün o kültür alanlarına, kütüphaneye, yogaya, alışveriş merkezine, ofise, Starbucks’a girer ve o alanların üst sınıflara yapışık yanılsaması yaratan aurasını zerre umursamaz, hepsini ihlal eder. Tıpkı yeni orta sınıfın yaptığı gibi. Bu eskiden elektrik bandıyla Adidas yapmaya çalışan yoksul sınıfın, kendisini didikleyen yeni orta sınıfa karşı hamlesidir.

Funda Şenol Cantek, Recep İvedik Olmak (3) isimli yazısında sokakta yürürken Recep İvedik’e benzettiği gençlerden yola çıkarak bir yazı kaleme almış. Yazıda, Recep İvedik’in dışlanmasına bir tepki olarak geliştirdiği bir tür patlamadan söz ediliyor. Yani bir tür mağduriyet, eksiklik karşısındaki bir eylemden söz ediliyor. Fakat 2010'lu yıllardan sonra tedavüle girmiş olan Recep İvedik’in veya yine aynı yıllarda ortaya çıkmış internet dünyasındaki trollerin – özellikle eğlence trollerinin - bir tür mağduriyetten hareket ettikleri söylenemez. Evet, Recep İvedik de, troller de dışlanmışlıktan doğuyor. Ancak bundan hareket etmiyorlar. Aksine, ne Recep İvedik filmlerinde ne de trollerin yer aldığı internet mecralarında en ufak bir mağduriyet tonuyla karşılaşamazsınız. Çünkü onlar 90'lardaki haleflerinin aksine ne aslında kendilerinden üstteki sınıfa ait olmak istiyorlar ne de o sınıflara yapışıkmış gibi görünen vasıflara inanıyorlar. Bu açıdan, Funda Şenol Cantek’in onların anarşizan taraflarını es geçtiği kanısındayım.

Ne var ki, onların tavrı, gösterinin devam ettiği bir toplumda, partinin ortasında bir silah patlatmak değil. Aksine onlar da gösteriye dahil oluyor. İhlal ettikleri kültürü üreten sınıfın sahip olduğu Batı değerlerinin aksine, elle tutulabilecek bir değerleri yok. Kimi reisçi, kimi sola meylediyor, kimi tespih tutuyor, kimi kafelerde, ama ortak bir özellikleri var, çoğu sinik. Yozlaşmış bu düzeni değiştirecek bir kudrete sahip olmadıkları, parçalı oldukları için, düzenin değişmesi yönünde bir eylemleri yok. Artık üst sınıfta olma fantezisi kurmak yerine, gösteriye nasılsalar öyle katılıyorlar.

Bana kalırsa, eskiden dışarıda tutulan, dışarıda tutulduğu mekanları fantezi nesnesi haline getiren yoksulların bu fantezisini kırması açısından olumlu bir film Recep İvedik. Fakat sol bu kez de Recep İvedik’in gereksiz özgüvenini, avam değerlerini hor görüyor. Gözünün önünden çekilmesini istiyor. Buradan söylenmesi gereken şey, Recep İvedik’in “küçük insan”ı parodileştirmekte olduğu. Bu parodi, durumları aşırılaştırırak iş gördüğü için Recep İvedik seçkinlerce gözden uzak tutulması gereken bir karakter olarak alımlanıyor. Filmin aşırılaştırdığı durumların gerçek hayatta hiç mi geçerliliği yok? Elbette var. Sinizm, kabalık, cinsiyetçilik, şiddet kol geziyor sokakta.

Bu noktada kendine has özellikleriyle seçkinlerin arasına karışan Recep İvedik’in karnavalesk bir durum yarattığı söylenilebilir. Yine de bu karnaval farkın olumlandığı bir karnaval değil. Neticede Recep İvedik olumlanacak değerlere sahip değil. Tıpkı siyasal İslam’dan medet uman yoksulları yozlaştıran düzenin değerleri gibi. Ayrıca farklı seslerin çıktığı bu karnavalda eşitsizlikler, adaletsizlikler göze çarpmakta. O zaman ne yapmalı? Onları kapı dışarı mı etmeli? Böyle bir fanteziyi gerçekleştirmek isteyenlerin olduğu aşikar. Fakat düzeni değiştirmek üzere kurdukları akıl yürütmelerde, eylemlerde olduğu gibi, özgüven kazanmış Recep İvedik’i kapı dışarı edecek kudrete sahip değiller.

Yapılması gerekense çok açık. İnzivaya çekilmek yerine şehrin sınırlarından göz önüne çıkmış olan dışlanmışlarla ilişkiye geçmek. Özellikle internet mecralarında bu iletişim kendiliğinden gerçekleşiyor. “Çomar” lafzı buradan türemekte. Solun yoksullarla kurduğu ilişki 80 darbesiyle yerle yeksan oldu. AKP yoksulları mobilize edebilmenin, onlara özgüven kazandırıp anti-sol söylemlerle donatmanın bir sürü olanağını buldu. Yine de geç değil. İnternet de, şehrin sokakları da müdahale edebileceğimiz, dönüştürebileceğimiz alanlar olarak önümüzde duruyor. Yeter ki kafamızı kuma gömmeyelim.

1- Bu makale Zizek’e ait Kırılgan Temas adlı derlemede bulunabilir.

2- Ali Şimşek – Yeni Orta Sınıf – Sinik Stratejiler

3- https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/12/07/recep-ivedik-olmak/

*Hacettepe iletişim Bilimleri Yüksek Lisans öğrencisi