Héloise’den Beauvoir’a: Orgazmın ontolojisi

Orgazm özelinde “cinsel hürriyet” meselesi feminist etik için bir temel olmalıdır: Héloise’e ve Simone de Beauvoir’a dönmemdeki sebep de burada aranmalıdır.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Feminist bir etik kurulabilir mi ve kurulacak böylesi bir etik, temelinde toplumcu mudur yoksa bireyci mi? Friedrich Wilhelm Nietzsche ve Arthur Schopenhauer, nezaket yoksunu ve haksız okumalara maruz kalarak, “kadın düşmanı” sıfatıyla anılageldiler – en azından Türkiye ya da Burkina Faso gibi geri kalmış coğrafyalarda. Oysaki onların hedefi, kendilerine biçilmiş toplumsal rolü daha en baştan özümseyen yâhût tam aksi, böylesi bir rolü reddedip kendilerine yeni toplumsal roller yaratmaya çalışan kadınlardı. John Stuart Mill’den Mary Wollstonecraft’a feminist teorisyenler, kadının toplumdaki rolü üzerine eğildiler ve “köle” olmaktan “yurttaş” olmaya “terfi eden” kadının kendisini gerçekleştirmiş olacağı yanılgısına kapıldılar. Gel gelelim kölelikten yurttaşlığa terfi eden kadın, ontolojik olarak hâlen eksik olabilir ve dahası, köle bir kadın, yurttaş bir kadından çok daha “vâr” olabilirdi. Pekâlâ, denilebilir: Kadının toplumsal bir alan yaratma uğraşındansa; kendi varlığını, özsaygısını ve hür kimliğini tesis etmeyi yeğlemesi gerekir. “Orgazm” bu yüzden değerli bir kritiktir: Yukarıda örneklenmiş bazı coğrafyalarda, kadınlar birer “yurttaş” olmasına rağmen, birçoğu orgazm olmak şöyle dursun, orgazm olabilmenin imkânından dahi bihaberdir – üstelik hâlen talep edilen “yurttaş eşitliği”, “hukukî güvence” ya da “iktisadî bağımsızlık” gibi haklar kazanılsa dahi netice değişmeyecektir. O halde orgazm özelinde “cinsel hürriyet” meselesi feminist etik için bir temel olmalıdır: Héloise’e ve Simone de Beauvoir’a dönmemdeki sebep de burada aranmalıdır.

***

“Elin, elin değmiş bu mektuba…”

Pierre Abélard, “Tarih beni bir şair, bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak” diye yazmıştı Héloise’e – ve bugün anlaşılıyor ki ne kadar da haklıydı. Orta Çağ karanlığından bize göz kırpan iki yıldızdı Abélard ve Héloise. Henüz 17 yaşındayken Héloise, zamanın ünlü filozofu Abélard’ın öğrencisi olmaya teşvik edilmişti dayısı tarafından. Ve bu teşvik, yüzyıllarca anılagelecek bir aşkı tetiklemişti. Tutkunun kollarına atılmaktan çekinmeyen genç Héloise ve katı dinî kurallara karşı gelmeye yüreklenmiş Abélard’ın bir çocuğu oldu − Pierre Astrolabe koydular ismini. Bu gizli aşk ortaya çıkınca, Abélard hadım edildi ve Héloise ise bir rahibe olarak devam etti yaşamına. Bundan sonra da ikili arasında mektuplaşmalar sürdü lâkin ebedî beraberlik için yedi yüzyıl beklemek zorundaydılar: Abélard ve Héloise, 1817’de, Paris’teki Pére Lachaise Mezarlığı’nda bir daha ayrılmamak üzere birleşmişlerdi.

***

Varoluşçu feminizmin öncüsü Simone de Beauvoir’ın ismi, neredeyse her zaman Jean-Paul Sartre ile anılır – lâkin gel gelelim Sartre Beauvoir’ın tek aşkı değildir – lâkin ebedî aşkıdır. Cinsel hürriyetinin yüksek bilincine erişebilmiş ve kendi varlığını iliklerine kadar hissetmiş bir kadın olan Beauvoir’ın yaşamı −Nelson Algren başta olmak üzere− birçok aşk hikâyesini barındırır. Beauvoir’ın tutkusu zapt edilebilir ya da tahakküm altına alınabilir bir tutku değildir – ve zaten Sartre’ın da böyle bir tahakküm girişiminde bulunduğu söylenemez. Aynı hürriyet elbette Sartre için de geçerlidir lâkin Sartre’ın arzuladığı şey cinsel birliktelikten ziyade “ayartma hoşnutluğu”dur. Beauvoir ve Sartre arasındaki ilişki yerinde bir temsildir: Bu ilişkide menfi ya da müspet bir toplumsal rol yoktur ve iki tarafın da mutluluğunu/tutkusunu/arzusunu esas alan bir bireysel etik söz konusudur.

***

Böylelikle pekâlâ Héloise ve Simone de Beauvoir örneklerinden feminist bir etik çıkarsanabilir: –Hukukî, iktisadî ya da sosyokültürel− herhangi bir toplumsal kazanımın peşinde olmayan, kendi kimliğinin ve kendi gerçekliğinin peşine düşmüş, istenç ve tutkularına kulak veren ve bu tutkuların gereğini yerine getirmekten imtina etmeyen, bireyci bir etiktir bu. Talepkâr değil saldırgan, uzlaşmacı değil bozguncu bir etik…

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun.