Bir garip adamdır hep de Yiğiter’dir Cenk!

Kelamın sonu şudur: Tek başına, ürküttün valla, teorisini yazdığın o “koca devlet”i. Bir dönem mensubu olduğun o kürsü, o kürsüye ev sahipliği yapan, hakkaniyet diye öğrencilerini inleten o “yüce Ankara Hukuk” utansın gayrı; sana sahip çıkmayan/çıkamayacak olan!

Google Haberlere Abone ol

Hakan Mertcan

Bir garip adamdı hep.

Yiğittir de Cenk!

Şimdiki gibi değildi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin gönlümüzde “kutsal” bir yeri olduğu zamanlardı daha. Genç ömrümün öğrencilik evrelerinde tanımıştım Cenk’i. Fakültenin son yılında temas ettik; ruhlarımız değdi birbirine. Şu an gibi hatırlarım o anı, uzun mevzu, sıkmayalım kimseyi, kişisel gibi gözükecek lakin hiç de kişisel olmayan meselelerle...

Artık rahmetli olan Sevgili simitçi Murat Amca’mızın önünden akıp giden, bilmem kaç bin kez adımladığımız, yolda Kurtuluş; beraber dertleşiyoruz/halleşiyoruz Cenk ile. Sene ikinci milenyumu yeni geçiyor. (Asistan olacağız ya, off be ne büyük iş (!), başka bir ergenlik modu, en büyük keder bu yolda yapmamız gerekenler, “büyük”lerin mesuliyet dedikleri...) Olduk da; sonra beraber master, doktora yaptık. Aynı kürsüde –benim pozisyonum geçici de olsa - asistan da olduk. Odasız olduğum zamanlarda, odasında akşamladık, Zeliş’i rahatsız etme pahasına kimi zamanlar. Bir yanda, Marx, Engels, Habermas, Bauman, Schimtt vb. birbirinden büyük isimlerin kuramsal kitapları bir yanda bizden olan sıcacık şiirler, gerçekliğin karanlık, kalın ve soğuk sütunlarına karşın düş hep başköşede...

Hikâye uzun, sonra daha samimi sohbetlerde geçmişin eksik kalan yanlarına kahırlandık. Ah be, dedik kaç kez birlikte. Neler kayıp gitmiş ellerimizden, yakamoz geceleri, yiten Babil bahçelerimizde... Schindler misali, bunu da yapabilirdik birlikte, yine dert, yine kendine kahretmeler... Çok film izledik birlikte, hayaller kurduk, romanlar yazdık; nice kahramanlar çıkardık, sıradan hikayelerden; kimi zaman ben daha ezoterik, kimi zaman o daha gerçeküstü... Bunaldık kaç kez birlikte gerçek karşısında, acımasız, keskin köşeli, sert çizgili realite!

Sonra dayak da yedik beraber, şükür, teoride bildiklerimizi hayata geçirmek adına. Karakola düştük birlikte, mahkemeye de; ne mutlu: “cürümüm” dedi sonra hep bana; hamdolsun beraber ceza aldık! Siz bilmezsiniz, lakin “efendiler” iyi bilir; kaç kez eziyet etti bana yazdığımız dilekçelerle, hukukçuyuz ya, gereğini yerine getireceğiz elbet. “Devlet” bize, biz “onlara” mukabele ettik bir süre... Sonuç önemli değil Cenk’e, o yolun cenkinde... Velhasıl yolun yolcusu, herkesin sustuğu, sindiği, binbir afili gerekçeyle kıvırdığı zamanlarda o “bodoslama” daldı yola. Kimi, gereksiz işlere müdür etti, kimi “e o da bir dursun ya” dedi. Kimine göre, uslanmazdı, uslanması gereken yerde, kimine göre, “öf yeter be artık ondan”dı. O ise arsız, aldırmaz bir çılgın olarak, gecenin üstüne üstüne sürdü arabayı. Helalı hoş olsun o yol sana “xayye” (kardeşim)... Derya elimi bağlıyor, dese de ayağını kimse bağlayamadı...

Kelamın sonu şudur: Tek başına, ürküttün valla, teorisini yazdığın o “koca devlet”i. Bir dönem mensubu olduğun o kürsü, o kürsüye ev sahipliği yapan, hakkaniyet diye öğrencilerini inleten o “yüce Ankara Hukuk” utansın gayrı; sana sahip çıkmayan/çıkamayacak olan!

Yiğidim Cenk, sana güçleri yetmez, “onlar” da biliyor; iş olsun işte, Türkiye’nin uslanmaz, aydınlık yüzüne karşı! İbret sensen, öpüp baş üstüne koymak da farzdır insan olana...