Bu riya hiç bitmesin!

Bilginin üretiminden, paylaşımından ve yayılımından sorumlu tüm kurumlar aynı yalan peşinden koşmaya başladığında kitlelerin uyanışı için geriye kalan tek umut kaynağı kendi bilinçleri olur. Ancak çoğu zaman yalana inanmak, doğru bilgiye ulaşmaya yönelik bir sorgulamadan daha kolaydır.

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Güncel gelişmeler hakkında doğru bilgiye ulaşmak isteyenler ana akım medyadan umudunu keseli çok oldu. İnternet gazeteciliğinin olmadığı zamanlarda orta halli, seküler ailelerin her gün evlerine giren gazetelerde bugün boy boy çıplak kadın fotoğrafları var. Havuz medyası ve yandaş medyayı bir kenara koyalım, görece seküler ve modernist medyanın da ne kadar doğru bilgi sunduğu tartışma konusu. Medyadaki sorunların bir kısmı yayın politikalarından, bir başka kısmı ülkedeki adı konulmamış sansür ortamından, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasından ve hatta Türkiye’nin dünyada en fazla tutuklu gazeteci olan ülke olmasından kaynaklanabilir. Ancak büyük resme baktığımızda asıl sorunun ülkedeki dezenformasyon ağının, yani kasti olarak yanlış bilgiyi yayma durumunun sistematik bir biçimde işlemesi olduğunu görebiliriz.

Araştırmalarda giderek önem kazanan söylem analizi, siyasilerin konuşmalarında kullandıkları sözcüklerin, ifadelerin veya sembollerin belli bir ideolojinin göstergesi ya da bir politika aracı olarak nasıl işlediğine bakar. Daha açık bir ifadeyle, siyasetçiler konuşurken “emekçi” yerine “çalışan”, “halk” yerine “millet”, “kalkınma” yerine “büyüme” dediği zaman sosyal demokrat bir ifadeden çok daha liberal bir ifadeyi tercih etmiş olurlar. Örneğin bir siyasetçinin “ekonomik kriz” yerine “finansal terör”, “ekonomik saldırı”, “ekonomik savaş” gibi ifadeler kullanması dezenformasyon için iyi bir örnektir. Kapitalist sistem gerek sistemik gerekse ulusal düzeyde dönemsel olarak krize girer, bu tür krizler sistemin iç çelişkilerinden kaynaklanır. Dolayısıyla bir ekonomik krize bakarken krizin kaynağını dış etkenlere indirgemek iç etkenlerden kaynaklanan sorunların göz ardı edilmesine neden olur. Bunun bilinçli ve örgütlü bir biçimde yapılması ise krizin derinleşmesine, toplumsal etkilerinin kontrol edilemez hale gelmesine yol açabilir.

Dezenformasyonun ikinci ayağı ise uzmanların bilimsel bir örtü altında siyasi görüşü meşrulaştırmaları yoluyla gelişiyor. Bu uzmanlar devletin kurduğu araştırma kurumlarından, devlet tarafından dağıtılan araştırma fonlarından beslenerek bilimsel nesnellikten uzak araştırmalar ve yayınlarla dezenformasyon söylemine uygun verileri inşa ediyorlar. Örneğin Türkiye’de akademik makalelerin toplandığı dergi havuzu Dergipark içinde yalnızca “15 Temmuz” ile arama yaptığınızda karşınıza yüzlerce makale çıkıyor. Henüz nedenleri ve bileşenleri net olarak aydınlatılmamış, resmi bulguları paylaşılmamış, binlerce yargılama süreci devam ederken başka hiçbir konu üzerinde görülmeyen bu üretkenlik insanı düşündürüyor. Bu makaleler ne tür bilimsel yöntemler ve teknikler kullanılarak, hangi teorik çerçeve içinde yazılmış insan merak ediyor. Böyle bir durumda akademik makaleler bir bilimsel çıktı olmaktan çıkıyor, bir dezenformasyon silahına dönüşüyor.

Akademik dezenformasyon dışında resmi kurumların özellikle toplu verileri kullanarak sayısal göstergeler inşa etmesi de kurumsal dezenformasyon olarak değerlendirilebilir. En yaygın olarak ekonomik göstergelerde bu durumu izlemek mümkün. Enflasyon hesaplamasından büyüme rakamlarına, gayrisafi milli hasıladan istihdam rakamlarına, göstergelerin tanımlarının değiştirilmesi ölçümlere de yansıyor. Örneğin 2010 yılında Bakanlar Kurulu’nun “Fert Başına Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH)” hesaplamalarında yaptığı düzenleme sonrası Satın Alma Gücü Paritesi’ne göre kişi başına düşen milli gelir bir gecede yaklaşık 2 bin 400 dolar arttı. Gerçekte böyle bir artış olup olmadığı ya da vatandaşın yaşam standardına ne kadar yansıdığı ise ayrı bir tartışma konusu. Benzer bir durum her yıl enflasyon hesaplamalarında, enflasyon hesaplamasında kullanılan alışveriş sepetinde de görülüyor. Ortalama vatandaşın söz konusu tanımları ve ölçüm tekniklerini bilmemesi kendisine sunulan veriyi doğru kabul etmesine yol açıyor. Burada ortalama vatandaşın bilgi eksikliğini eleştirmek haksızlık olur, asıl sorun bu bilgiyi üreten kurumların ya da bilim insanlarının etik sorumluluğudur.

Medyanın gündelik olaylar üzerinden aynı yaklaşımı desteklemesi yanlış bilgi yayılımına temelsiz bir saygınlık ve itibar kazandırıyor. Birçok insan medyada adını duyduğu ya da televizyonda dinlediği bir uzmanın sözlerine itibar ediyor. Son verilere göre ülkemizde kişi başına düşen kitap sayısı 8,5 iken insanların okuyup araştırmak yerine duyduklarına inanması daha anlaşılır oluyor. Geleneksel medya araçları dışında sosyal medyanın yaygınlaşması ve Türkiye’de gerek telefon kullanımının gerekse sosyal medyaya katılımın yüksek olması dezenformasyon sürecini daha da karmaşıklaştırıyor. Bu yüzden paralı troller, yoktan var edilen “trend topic”ler, sahte hesaplar dehşet bir bilgi kirliliğine yol açıyor. Dolayısıyla doğru bilgiye ulaşma konusunda her yandan kuşatılmış bir haldeyken her bireyin daha fazla sorgulayıcı ve araştırmacı olması gerekiyor. Bunun için yalan habere ve yanlış bilgiye karşı bir takım savunma mekanizmalarının gelişmekte olduğunu da söylemek gerekir. Alternatif medya kanalları, haber doğrulama mekanizmaları, yurttaş gazeteciliği giderek önem kazanan pratikler arasında; ancak bunların hepsi de tarafsızlık ve doğruluk konusunda kısmi çözüm sunuyor.

Bugün gerçek sonrası siyaset (post-truth politics) olarak ifade edilen kavram da doğru bilgiye yönelik bağlılığın, dolayısıyla gerçekle kurduğumuz bağın zayıflamasına odaklanan başka bir yaklaşım. Gerçek sonrası siyasette, temelsiz ve kanıtsız argümanlar siyasetçiler tarafından kullanılabiliyor, kanaat önderleri tarafından tekrar ediliyor ve bu söylemlerin ulaştığı kitleler verilen ifadelerin doğruluğunu değerlendirmeden inanabiliyor. Siyasetin gerçeklikle bağı koparken, kitlelerin de siyasetle bağı popüler figürlerin derinlikten yoksun söylemleri üzerinden işliyor. Böyle bir siyaset anlayışının sürdürülebilir olduğunu savunmak da gerçeklik ötesi bir yaklaşım olur. Gelişen iletişim teknolojileri ve ağları ile bilgiye ulaşmak kolaylaşsa da doğru bilgiye ulaşmak zorlaşır. Bilginin üretiminden, paylaşımından ve yayılımından sorumlu tüm kurumlar aynı yalan peşinden koşmaya başladığında kitlelerin uyanışı için geriye kalan tek umut kaynağı kendi bilinçleri olur. Ancak çoğu zaman yalana inanmak, doğru bilgiye ulaşmaya yönelik bir sorgulamadan daha kolaydır. Bu yalanın maliyeti ne olursa olsun, sorgulamaktan, değişim için eyleme geçmekten, örgütlenmekten daha az emek gerektirir. Asıl sorun, bu yalanın sürmesini sağlayan koşullar ortadan kalktığında ve gerçek tüm çıplaklığıyla üzerimize çöktüğünde ayakta kalmak için tutunacak dalımızın kalmamasıdır.

*Doç, Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü