Murat Belge’yi ve sol liberalleri hatırlayan kim var?

Mesele, sol liberallerin geçmişteki pratik tutumlarının yanlışlığını mahkum etmek ve günümüzdeki her türlü zorbalığın sorumluluğunu onların üzerine yıkmak değil. Ancak, sol liberallerin teorik bagajları deşifre edilmeden merkez sağcı/İslamcı cenahtan demokratikleşme beklentisinin gerekçeleri anlaşılamaz; 30 küsür yılı deviren karşılıksız bu aşkın neden bitmediği ise hiç anlaşılamaz. Yani mesele, Yetmez Ama Evet kampanyasının öngörüsüzlüğünü tartışmak değil, mesele, doğrudan sol liberallerizmin politik konumlanışını tartışmak.

Google Haberlere Abone ol

Aras Aladağ @AladagAras

Cumhuriyet gazetesinde yaşanan tartışmalar ve Ahmet Altan davası gibi güncel kimi konular, yakın tarihimizde önemli bir yer kaplayan tartışma başlıklarını yeniden gündeme getiriyor: Yetmez Ama Evet, Taraf gazetesi, sol liberaller... Ancak, “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.” sözünü haklı çıkarırcasına, bazen bu tartışmalar tarihsel bağlamından koparılarak, bir unutma/unutturma pratiğine dönüşebiliyor. Hatta, bu tartışmalar yanlış bir şekilde ulusalcılar/sol liberaller eksenindeki bir karşıtlık üzerinden de tartışılıyor. Bu aslında başka bir fasıl ama geçerken bir parantez açarak söylemekte fayda var: Ulusalcılık da tıpkı sol liberalizm gibi temel demokratikleşme gündemlerine sorunlu bir şekilde yaklaşıyor ve her ikisi de Sungur Savran’ın dediği gibi 12 Eylül sonrasının “yenilgi ideolojileri.” Ulusalcıların, başta Kürt meselesi olmak üzere önerebildikleri bir şey yok. Sol liberalizmin yanılgısı ise parmak bastığı demokratikleşme gündemlerinin çözüme kavuşturulmasında siyasal İslam’a/merkez sağa biçtikleri rol ve tarihi yorumlamadaki çarpık bakış açıları. Bu anlamıyla, meseleye dair daha ayrıntılı bakıp bazı küçük notlar düşmek gerekiyor…

SOL LİBERALİZM VAKASI

.

Yakın tarihimizde “sol liberalizm” vakasının derin etkilerine - sonuçlarına tanık olduk. Bugünlere adım adım ilerleyen sürecin daha başlangıcında, sol liberalizm kullanışlı bir aparat işlevi görerek AKP iktidarının hegemonya kurma sürecini destekledi. Başta 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleşen anayasa referandumu olmak üzere, Balyoz, Ergenekon vb dava süreçlerinde ve bilumum seçim sürecinde, “vesayet” başlığı altında yapılan tartışmalarla merkez sağdan/İslamcı kökenden gelen parti ve cemaatler demokratikleşmemizin öncüsü ilan edilerek desteklendi. Şimdi ise yine aynı kesimler, ülkenin çıkmaz bir yola girdiği, hukukun rafa kalktığı, keyfiyetin ve kural tanımazlığın egemen olduğunu söylüyor. Üstelik, demokratikleşme için destekledikleri güçlerin ağır baskısı altında, mahkeme salonlarından kamuoyuna seslenerek. Peki bu konu basit bir “yanıldık/kandırıldık/safmışız” söylemiyle geçiştirilebilir mi?

Bu konuları gerçek manada tartışmak için başkaca eski defterleri de açmak gerekiyor.[1] Çünkü mesele, sol liberallerin geçmişteki pratik tutumlarının yanlışlığını mahkum etmek ve günümüzdeki her türlü zorbalığın sorumluluğunu onların üzerine yıkmak değil. Ancak, sol liberallerin teorik bagajları deşifre edilmeden merkez sağcı/İslamcı cenahtan demokratikleşme beklentisinin gerekçeleri anlaşılamaz; 30 küsür yılı deviren karşılıksız bu aşkın neden bitmediği ise hiç anlaşılamaz. Yani mesele, Yetmez Ama Evet kampanyasının öngörüsüzlüğünü tartışmak değil, mesele, doğrudan sol liberallerizmin politik konumlanışını tartışmak.

Merkez sağ ve İslamcı partilere/hareketlere/cemaatlere demokratikleştirici bir misyon yükleyen sol liberalizmin teorik malzemesi; esasta Weberci bir okumaya dayanan, Türkiye’de sivil toplumun olmadığı, güçlü devlet geleneğinin sivil toplumun gelişmesini baskıladığı ve bu yüzden batıdaki gibi “demokratik” bir yapının kurulamadığı iddiasına dayanıyor. Siyasal alandaki değişmeyen tek veya asli gündemimiz devlet/sivil toplum çatışmasına indirgendiğinde; Prens Sabahattin’den Büyük Millet Meclisi’ndeki İkinci Grup’a, Terakkiperver Fırka’dan Demokrat Parti’ye, Adalet Partisi’ne ve nihayet AKP’ye kadar uzanan siyasal devamlılığın, devlet/sivil toplum çatışmasındaki “sivil toplum” tarafını temsil ettiği iddiasına ulaşılıyor. Bu anlamıyla, solun liberali mi olur, Türkiye’de liberal var mıdır gibi soruları bir tarafa bırakırsak, sol liberalizm diye andığımız bu akımdan kastımızın esas olarak “sivil toplumculuk” olduğunu söyleyebiliriz.

İ. KÜÇÜKÖMER VE Ş. MARDİN...

Sol liberal teorik torbaya Türkiye’den iki orijinal katkı İdris Küçükömer ve Şerif Mardin’den geliyor. Küçükömer’in 1969’da yazdığı, “Türkiye’de sağ sol, sol da sağdır. Türkiye’nin ilericileri ‘sağ’ cenahta görülen geniş İslamcı halk kitleleridir.” şeklinde özetlenen “Düzenin Yabancılaşması”ndaki görüşleri, nasıl ki yankısını önce Murat Belge’nin 1984’te yayınlamaya başladığı Yeni Gündem Dergisi’nde buldu, sonrasında ise daha güçlü ve etkili şekilde 2007’de Ahmet Altan/Yasemin Çongar’ın yayınlamaya başladığı Taraf Gazetesi’nde yankı buldu. Aynı şekilde; Şerif Mardin’in de 1973’te kaleme aldığı “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri” adlı makalesinde bütün bir Osmanlı-Türkiye tarihini merkez/çevre ikiliği üzerinden okuduğu, siyasal hayatımıza dair “durağanlığı”, “batıya benzemezliği” anlattığı tezleri önce Murat Belge’nin Yeni Gündem Dergisi’nde, sonra 1989’da yayınladığı “Sosyalizm Türkiye ve Gelecek”inde ve nihayet Taraf Gazetesi’nde bolca yer buldu. Murat Belge’ye, Ömer Laçiner’e, Roni Margulies’e, Nabi Yağcı’ya göre, yüzlerce yıllık değişmeden kalan “merkezle merkezkaç güçler arasındaki eksen” nihayet AKP ile bozulacak ve Türkiye de tarihin “normal” seyrine girecekti. 2009’da Roni Margulies Taraf’taki köşesinden duyurmuştu:

“Türkiye de nihayet Marksizm’e uygun, doğru dürüst bir ülke olmaya başladı. Generallerin, mafya babalarının, hortumcuların, korucuların yönettiği bir ülke olmaktan çıkmaya, Koçların, Sabancıların, TÜSİAD’ın yönettiği bir ülke olmaya başladı. Ve ülkeyi bunların adına, bunların çıkarına AKP yönetiyor.” (Açılım, AKP ve Marx, Taraf, 21.10.2009).

Türkiye’yi normalleştirecek olan sivil toplumu da bulmak çok zor değildi artık. Mardin’in batıda sivil toplumun gelişmesinde önem atfettiği “ikincil yapılar” meselesi de Türkiye’de devlet ile fert arasındaki ümmet ve tarikat yapılarıyla kapatılınca, aradığımız sivil toplum İslamcılarda/tarikatlarda/cemaatlerde bulunmuş oluyordu.

HER DERDE DEVA DEVLET/SİVİL TOPLUM ÇATIŞMASI...

Sol liberallerin her kapıyı açan maymuncuk misali kullandıkları “devlet/sivil toplum çatışması”, kuşkusuz askeri darbeler kapısını da açıyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan “Kapitalizmin Altın Çağı”nın kapanıp, refah devletinin krize girdiği, ithal ikameci sermaye birikim modelinin rafa kalkıp, yapısal uyarlama politikaları uyarınca çevre ülkelerin ihracata dayalı birikim modeline geçtiği, Türkiye’de ise bu sürecin “yüksek” ücretler nedeniyle zora girdiği ve ücretlerin disiplin altına alınacağı bir yönteme ihtiyaç duyulduğu; diğer bir deyişle, Türkiye’deki eski sınıf ittifaklarının çözülerek yeni birikim modeli uyarınca yeni ittifakların kurulduğu askeri diktatörlüğe biz 12 Eylül Darbesi diyoruz. Birileri “kardeş kavgasına son verdik” diyor (ne desinler?), bir diğerleri de ne olduğu belirsiz devlet/sivil toplum çatışmasında yine devletin galip geldiği bir çatışma olarak yorumluyor. Ama o yorum içerisinde yukarıda bahsedilen sermaye birikim modelindeki dönüşüm yok, o dönüşümün önünde dikilen sınıflar yok, dağılan sınıf koalisyonları yok. Yalnızca devlet ve sivil toplum var. Ama ne devletin içinde ne de sivil toplumda sınıflar yok. Sınıf kavramsal olarak yok, tahayyül olarak yok, hiç yok.

Darbenin ekonomi politiğini özetleyen, Turgut Özal’ın 24 Ocak kararlarına biz kusursuz bir neoliberal program diyoruz; bunu dediğimiz için liberal çevrelerde çağ dışı Marksist tezleri savunmakla anılıyoruz, Ertuğrul Özkök ise yakın tarihli bir yazısında Özal’dan “Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en devrimci insanlarından biri” olarak bahsediyor ve kuşkusuz ki bu liberal/sol liberal mahallede kulağa hoş geliyor.

Sahip olduğu tek şey elindeki çekiç olunca her şeyi çivi gibi görürcesine, sol liberaller de bütün bir Osmanlı-Türkiye tarihindeki kırılmaları; çok partili hayata geçişi, 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 2010 Anayasa Referandumu’nu ve merkez sağı/siyasal İslamı açıkça ya da utangaçça destekledikleri her seçimi, AKP ile ordu arasındaki her gerilimi devlet/sivil toplum çatışmasının arenası olarak gördüler. Her daim, çatışmanın bir tarafında devlet-merkez, diğer tarafında sivil toplum-çevre yer aldı. Postmodern çağa uygun olarak sınıf hiç denkleme dahil edilmedi. Türkiye’de burjuvazinin neden güçlü ve aktif bir devlete ihtiyaç duyduğu, sermaye birikim süreçlerinin yeniden yapılandırılması gündeme geldiğinde neden askeri yöntemlerle yeni sınıf koalisyonlarının önünün açıldığının üzerinde bile durulmadı…

2010 SONRASI ERKEN SEVİNÇ

Yukarıda aktarılan arka planla 2010’da anayasa referandumuna gidildi ve başta yüksek yargıdaki AKP denetimi olmak üzere bugünkü birçok hukuksuzluğa yol açan HSYK düzenlemeleri onaylandı. Taraf Gazetesi ise 13 Eylül 2010 günü “Halk Yönetime El Koydu” manşetiyle referandum sandığından çıkan %58’lik “evet” oyunu müjdeledi. Geçmişin TKP genel sekreteri Nabi Yağcı (Haydar Kutlu) “Bu Bir Devrimsi Değişimdir” yazısıyla yükselen sivil toplum hareketine selam durdu. Ferhat Kentel, “Devrimsi değil, bildiğin devrim” dercesine, Taraf’taki köşesinden duyurdu ki bu bir “Zincirleme Demokrasi-Muhafazakar Devrim” idi. Roni Margulies ise “normal” bir ülke olmanın heyecanıyla olacak, referandum sonrası AKP ile mücadele etmek için “müthiş bir fırsat” yakalandığını söylüyordu. Vesayet bitmiş, sınıf mücadelesinin önü nihayet açılmıştı. Ömer Laçiner, referandumun hemen ardından yayınlanan Birikim Dergisi’nde (Sayı 258, Ekim 2010) kılıcını çekmiş, yeni yol arkadaşlarıyla bağını pekiştirircesine solun geri kalanıyla arasında var olduğunu iddia ettiği köprünün halatlarını kesme telaşına düşmüştü: “...artık apayrı zihniyet dünyalarında olduğumuzu daha bir açıklıkla gördüğümüz bu mikro-dünyanın bileşenleri ile (...) yolun sonuna geldiğimizi kabul etmek zorundayız.”

SON BİR NOT VE TARİHİN İRONİSİ...

Sol liberaller aslında genel olarak bu tartışmaları “vesayet” başlığı altında yaptı. Çoğu zaman devlet/sivil toplum çatışmasını ima ettiler, merkeze çöreklenmiş bir grup askeri bürokratik yapının çevreyi ezdiğini söylediler. Ama tam da suda balık misali etraflarını saran teorik arka plandan habersizce, vesayet gündeminin ardına doluştular. İlginçtir ve tarihe nottur: Tam da bu kesimlere de seslenircesine, Murat Belge 12 Eylül 2010 anayasa referandumunun hemen ardından kaleme aldığı “İdris Küçükömer’i Hatırlayan Kim Var?” (17.10.2010, Taraf) adlı makalesinde İdris Küçükömer’e hem sağda hem de solda olan ilgisizliğe dert yanmış ve 1969’da yazılan Düzenin Yabancılaşması’na gönderme yapmıştı. Sol liberaller davul zurnayla referandum “zaferini” kutlarken, Murat Belge istikrarlı olarak Yeni Gündem’den beri savunageldiği teorik referanslara gönderme yapıyordu. Murat Belge balığı bildiği kadar, suyu da biliyordu. Muhtemelen yıllardır savunduğu tezlerin galip geldiğini düşünerek, kendiyle gurur duyuyordu, bilemeyiz.

İroni ise şurada: Belge’nin bu yazısı kaleme alındıktan yaklaşık on ay sonra, uzun süredir yurtdışında bulunan Kemal Burkay, Türkiye’ye geldi. Büyük bir olay olarak aktarıldı televizyonlarda. Burkay, geçmişte solculuğuyla anılan ve dönemin Kültür ve Turizm Bakanı olan AKP’li Ertuğrul Günay’la bir görüşme yaptı ve Günay o görüşmede Burkay’a bakanlığın yayınladığı “İdris Küçükömer” kitabını hediye etti. Murat Belge, Kemal Burkay, Ertuğrul Günay, İdris Küçükömer kitabı ve referandum… Neresinden bakılırsa bakılsın tam bir ilginçlikler yumağı. Murat Belge’yi karşı mahalleden Ertuğrul Günay duymuştu.

***

Son olarak; 2010 referandumu üzerinden daha birkaç ay geçmişken, Zaman Gazetesi’ndeki köşesinden Mümtaz’er Türköne (O da şimdi Fethullahçı olduğu iddiasıyla cezaevinde), durumu özetleyen bir yazı kaleme aldı. Onunla bitirelim:

“Liberallerin AK Parti hükümetine verdikleri destek geçmişte kritik bir destek idi. Laikliği tehlikede görerek niyet sorgulamasına girişenler ve bu yolla darbe kışkırtıcılığı yapanların dengesini, liberallerin koyduğu ağırlık bozdu. Taraf'ın darbe karşıtlığı, bu yüzden çok etkili ve inandırıcı roller üstlendi. Laiklik endişesi olanların darbe tezgâhlarını deşifre etmesi toplumun ortalaması için etkileyici idi. Siyasetin reel şartları bugün farklı. AK Parti'nin liberallere ihtiyacı yok.” (Liberallerin Kızılelma’sı Var mı?, Zaman, 25.01.2011).

Şimdi hepsi unutuldu. Olsun, unutuldukça hatırlatmak gerekecek…

[1] Bunu şurada ayrıntılı şekilde yapmıştık: Aras Aladağ, Hegemonya Yeniden Kurulurken Sol Liberalizm ve Taraf, İstanbul: Patika Kitap, 2013.