Krizde devrimci mücadele otomatik yükselmez

Sosyalistler eğer adlarını hak edeceklerse, giderek büyüyen ekonomik krizin pençesindeki kitleler ile buluşmanın yollarını bulmak zorundadır. Yani geniş kitlelere yaşadıkları krizin sorumlularının bir kişi, grup, bir etnik azınlık, başka bir toplum vb. olmadığını göstermek gerekir ve bunun için bir işçi sınıfı odağında bloklaşmak zorunludur.

Google Haberlere Abone ol

Mustafa Kemal Coşkun*

Faşizm tartışması, en son Zürcher’in yaptığı açıklama ile yeniden başladı. Kısaca Zürcher, Türkiye’yi demokratik sürece yönlendirebilecek en akılcı ve uzun vadeli stratejinin ne olabileceği sorusuna “ekonomik kriz” yanıtını vermişti. Bu anlamda Türkiye’de sadece kimi liberaller değil aynı zamanda bazı sosyalistler arasında da yaygın olan bir düşünceyi dile getirmiş. Hikaye şu: Mevcut gidişat ancak bir ekonomik krizle durdurulabilir ve kriz derinleştikçe çözüm de demokrasiye doğru yönelim olacaktır. Mesele böyle kavranınca anti-kapitalist bir mücadele yerine demokrasi mücadelesi öne çıkarılmış olacaktır ki, kriz demokrasiyle son bulacaksa demokrasi mücadelesine bile gerek yoktur Zürcher’in mantığıyla.

Diğer taraftan Türkiye’de solun en azından bir kısmının en verimsiz kolaycılıklarından biri, olur olmaz faşizmden bahsetmektir. Oysa politika ve rejim düzleminde her olayı faşizm ile açıklamak yersizdir. Bunun birkaç önemli sakıncası var. Bunlardan birincisi, aralarındaki farklılıkları görmezden gelerek her türlü otoriter ve baskıcı rejimi faşizm olarak nitelendirmektir. Sanki faşizm tek başına baskıcılıkla ya da otoriterlikle tanımlanabilirmiş gibi yanlış bir algıya neden olur bu. Daha da ötesi, birbirinden bütünüyle farklı rejimleri, örneğin 12 Eylül askeri rejimi ile diyelim AKP iktidarının ikisini birden faşist olarak nitelemek gibi aslında oldukça önemli bir hata ile sonuçlanır.

Baskıcı her rejimi faşist olarak nitelemenin ikinci ve belki de sosyalistler açısından en önemli sakıncası, var olan rejime karşı nasıl mücadele edileceğinde ortaya çıkar. Çünkü rejimi nasıl niteliyorsanız mücadelede strateji ve taktiğinizi de ona göre belirlersiniz.

Burada sorun, burjuvazinin krizden çıkışın yolu olarak faşist bir rejimi tercih edip etmeyeceğidir. Genel itibariyle burjuvazi, faşist bir rejimden yana değildir. Daha çok burjuva demokratik yollarla sorunlarına çözüm arayışı içerisindedir. Ancak başka çıkar yol kalmadığında faşist rejimlere de ihtiyaç duyabilir. Nitekim, ekonomik kriz karşısında işçi sınıfını bir bütün olarak yenilgiye uğratmak ancak böyle mümkün olabilir.

Kapitalist dünya ekonomisi, ilki 19'uncu yüzyılın sonlarında, ikincisi 1930’lu yıllarda iki büyük depresyon yaşamıştı. 2008 yılında başlayan kriz halihazırda üçüncü büyük depresyon dönemini başlatmış durumda. Depresyon, kâr oranlarının düşme yasası nedeniyle derin ve yıllarca sürebilecek bir ekonomik krizi ifade etmek için kullanılır, bu nedenle şu sıralar yaşanan sorun basit ve çabucak geçecek bir kriz değildir. Muhtemelen bütün kapitalist dünyayı içine alacak ve etkileri sadece ekonomik alanla sınırlı olmayacak bir depresyondur şimdiki. Burada önemli olan nokta, böylesi bir krizin ekonominin kendiliğinden bir düzelme yaşayarak geçmesinin olanaklı olmamasıdır. Egemen sınıfların bu krize bulacakları çözüm ise asla tek başına teknik ekonomi politikalarla sınırlı kalmayacaktır. Yani, krizden çıkmanın genellikle ekonomi dışı müdahaleler yoluyla, bu nedenle de toplumsal, siyasal, askeri, ideolojik/kültürel alanlarda çok büyük çatışma ve çalkantılarla olanaklı olduğu bir durumla karşı karşıyayız demektir. Çünkü bu türden büyük depresyonlar bir kez başladığında, artık baskın unsur ekonomi değil politika olur. Dolayısıyla büyük depresyonların aşılabilmesi, yani kâr oranının tekrar yükselebilmesi için en temel koşullardan biri, işçi sınıfının kimi kazanımlarının törpülenmesi ya da tümden elinden alınmasından başka bir şey değildir. Artı-değer oranı ancak böyle yükseltilebilir çünkü. Bu bize aynı zamanda, kapitalizmin gelişiminde yeni bir dönemin açıldığını da göstermektedir.

Bu türden gerilim ve çalkantılar hem sağda hem de solda kutuplaşmaları artıran bir etkiye sahiptir. Yani politik hayat, bir yanda gerici/faşist, öte yanda sınıf mücadelesinin yükselişine yaslanan akımlar arasında kutuplaşır. ABD’de Trump’ın kazanması, buna karşılık her ne kadar aday olarak çıkamasa bile kendisinden beklenmeyecek derecede bir destek alan Sanders’ın yükselişi bu durumu anlatan örnekler olarak düşünülebilir. Bu kutuplaşma Avrupa ülkelerinde de bir tarafta faşist hareketlerin büyük başarısı (Yunanistan’da Altın Şafak, Fransa’da Ulusal Cephe, Avusturya’da Özgürlük Partisi), öte yanda ise sol güçlerin yükselişi biçiminde ortaya çıktı (Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, Portekiz’de Sol Blok). Aslında bu kutuplaşmanın daha önceden Mısır, Tunus, Yemen ve Bahreyn gibi ülkelerde bir devrim ve isyanlar dizisini başlattığını söylemek de mümkün.

Demek ki büyük ekonomik krizler, daha doğrusu büyük depresyonlar, bir tarafta popülist reaksiyoner hareketleri yükseltirken aynı zamanda toplumun büyük kesimlerine kapitalizmin kendilerine hiçbir şey vermediğini gösterdiği için devrimci mücadeleler de olanaklı hale gelmektedir.

Bu noktada yanıtlanması gereken iki önemli soru ortaya çıkar. İnsanların kimisinin gerici/faşist diğer kısmının sol partilere/hareketlere meyletmesinin nedenleri ne olabilir? Ve bu kutuplaşma ve çalkantılar arasında sol güçlerin galip gelmesinin yolları nelerdir?

Eğer insanlar ekonomik kriz sonucu yaşadıkları sorunların nedenlerini bireylerde ya da başka bazı toplumsal gruplarda bulmaya başlar ve onları suçlarlarsa genellikle gerici/faşist partilere eğilim gösterirler. Tıpkı Hitler’in yıllar önce Yahudileri suçlamasında, bugün Avrupa’da ve ABD’de gerici/faşist partilerin krizin nedeni olarak özellikle göçmenlere işaret etmelerinde olduğu gibi. Büyük halk kitleleri bu söylemlere inandıklarında kutuplaşma daha da artacak ve sağ partilere yönelmeleri kolaylaşacaktır. Bugün Türkiye’de Cumhurbaşkanının ABD’ye ya da Avrupa Birliği'ne meydan okur tavırları, iktidar destekçilerinin her türlü kriz göstergesini ve doların yükselişini faiz lobisine, olmadı dış mihraklara bağlamaları hep bu çabanın sonucudur: Suçu bir grubun, topluluğun ya da toplumun üzerine atmak. Diğer taraftan kitlelerin önemli bir kısmı kriz ile birlikte yaşadıkları işsizlik, yoksulluk gibi sorunların nedenlerini genel olarak ekonomik sistemin kendisinde var olan yapısal bir sorun olarak görmeye başladığında, bunun somut olarak ülkede uygulanan ekonomi politikalarında ortaya çıktığını fark ettiklerinde sol partilere eğilim göstereceklerdir. Tam da bu nedenle bugün şu yaşadığımız ortamda hem Türkiye hem de dünyadaki olası gelişmeler açısından umutsuz olmak için hiçbir neden yoktur.

Ne var ki sırf bir ekonomik kriz ile ne kapitalizm kendiliğinden çökecek ne de yeni bir toplumsal-ekonomik düzen kurulacaktır. Yani sanıldığı gibi ekonomik kriz karşısında devrimci bir mücadele otomatik biçimde yükselmez, insanlar durduk yere krizin sorumlusu olarak yapısal faktörleri görmeyeceklerdir. Bunun olabilmesi, tam da böyle bir ortamda sınıf mücadelesinin geliştirilebilmesinde yatar ve yukarıda anlattığımız gelişmeler günümüzde bu mücadelenin gelişiminin olanaklılığını ortaya koymaktadır. Çünkü olağan dönemlere nazaran kriz dönemlerinde kitleler daha fazla politik hayatın içine çekilirler.

Bu durumda, sosyalistler eğer adlarını hak edeceklerse, giderek büyüyen ekonomik krizin pençesindeki kitleler ile buluşmanın yollarını bulmak zorundadır. Yani geniş kitlelere yaşadıkları krizin sorumlularının bir kişi, grup, bir etnik azınlık, başka bir toplum vb. olmadığını göstermek gerekir ve bunun için bir işçi sınıfı odağında bloklaşmak zorunludur. Zira insanların büyük çoğunluğu, sınıf partilerinin yokluğu durumunda reformist/parlamentarist güçlere yönelecektir. Bir devrim ve isyan dalgasıyla başlamakla birlikte sınıf partilerinin önderlik edememesi nedeniyle bambaşka bir biçimde sonlanan Mısır ve Tunus örneklerine bakmak bunu anlamak için yeterlidir. Dolayısıyla insanların bugüne kadarki deneyimlerinde onlardan bir adım önde olmak, o deneyimleri doğru yorumlamalarını sağlamak, çıkarılan dersler ışığında daha sağlam örgütlenmeleri kitlelere sunmak bugün solun yapması gereken şeyler olarak karşımıza çıkmaktadır. Faşizm bir tehlike haline gelmişken sosyalistlere anti-kapitalist değil fakat “demokratik”, hele hele pasifist politikalar önermek, yaşanılan durumdan hiçbir şey anlamamış olmak demektir. Gün faşizmle mücadele, savaşa karşı savaş, devrime hazırlanma günüdür.

*Ankara Üniversitesi, DTCF, Sosyoloji Bölümü Eski Öğretim Üyesi