Hakikat acısı

Eğer yoksulsak, insanlığımızı ve onurumuzu öte dünyaya taşımak, cenneti öte dünyada aramak yerine dünyada kalarak tam da tanrılara yaraşır bir şey yapmamız gerekir: Örgütlenmek, çoğalarak direnmek.... Marx’ın sözüyle bitirelim, hiçbir şeyim ve her şey olmalıyım!

Google Haberlere Abone ol

Nevin Ferhat-Kemal Baş

Emine Akçay, Mehmet Fatih Tıraş ve İsmail Devrim’in anılarına...

“Özlediğim hiçbir şey yok. Hayatım acıyor. Bulunduğum yer acıyor, kendimi bulabileceğimi düşündüğüm yer çoktandır acıyor.” Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, Can Yayınları, 2007, s.187

M. Bermann’ın, “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” adlı eserinde Dostoyevski’den alıntıladığı bir pasajda insanın inşaa eden bir varlık olduğunu, bu yapıyı yaşamak için değil, belki de uzaktan bakmak için kurduğunu okuruz. Bir bakıma burada yapıyı kuran insan ile o yapının içinde yaşayacak insanın bir ve aynı kişi olduğunu dile getirir. Diğer taraftan Dostoyevski “belki de” sözcüğüyle arzu eden öznenin, arzusu ve arzusunun sonuçları ile birliğini ve içkinliğini aşan bir çatlağı hissettirir. Her şeyin ölçüsü ama her şeye fazla gelen bir ölçü olan insan ise bu çatlağın bizzat kendisidir. İster istemez büyük bir huzursuzluk eylemine her daim eşlik edecektir. Yolun sonunda yazar hikayesini karakterlerine bırakarak terk edecektir. Lakin yuva arayışımız sonsuzdur.

Yaşamın parçalı gerçekliğinde işçiler çoğu zaman “benim de böyle bir evim olsun” istemiyle evleri inşa ederler. Evde yaşayacak olan ise planına, tuğlasına ve sıvasına karışmaksızın yalnızca yaşamak isteyip istemediğine karar verir. Sanki “belki de”ler kaybolmuş, bir birliğin ve aşkınlığın kendisi olan çatlak gizlenmiştir diye düşünürken hercümerç dünyanın imajları eşliğinde iş kazasının, işçilerin bir gayya kuyusu olduğuna şahit oluruz. Beton kütleleri altında can veren işçinin bir evi vardı. İş sonrası, bazen keyifle bazen geciktirerek gideceği bir ev, lakin bir başkasının daha keyifle oturacağı evleri yapmaktaydı güvencesiz ve düşük ücretlerle.

Barajlar, HES'ler ve nükleer santrallerle doğanın kendisi tahrip ediliyor ve bizi hırpalamayacak, uzun bir süre daha sellerle rahatsız etmeyecek gezegen(ler) arıyoruz. Tüketim mantığımızı evrenin henüz keşfedilmemiş gezegenlerinde yaşatmanın düşü içindeyiz. Her şekilde yıkıcılığımız, doğayı tahribatımız devam ediyor.

İnsanlık bir uçtan bir uca göç ediyor. Varamadan kıyıya Akdeniz göçmenleri içine çekiyor. Sonra maviler dönüşüyor cehennem mavisine ve Akdeniz ölüyle, göçle, kederle anlamını yavaş yavaş değiştirirken, yuva ve varoluşumuz “new feel” adlı bir sırt çantasının içine sığacak kadar bir şeye dönüşüyor.

Mekanlar inşaa ediyoruz, gemilerle taşınmış kölelerin zincirlerinin gösterilmesi için. Mekanlar planlıyoruz, mülteciler ve soykırımlar için. Acının mekanlarını üretiyoruz, sonra onları evlerini terk eden prehistorik insanın yaptığı gibi bir şekilde mühürlüyoruz. Siyah derili köleler zincirlerinden, zincirlerle taşındıkları gemilerden kurtuldular. Lakin mekanlarını, mekansal bağlarını geride bıraksalar da kölelikleri devam ediyor. Belki bir daha taşınmayacak zincirlerle, ama başka şeyler tercih edilecektir. Aslına bakılırsa, insan insan olmak bakımından bir şeyi yaratmakla, icat etmekle yetinmiyor; düşüncesinin sınırlarını zamana ve uzaya yayma amacı taşıyor.

Tarihin ilerleyişini ve farklılaşmasını mekanın değişen biçimlerinden hareketle takip edebiliriz. Bu açıdan Kubrik’in “2001: Bir Uzay Macerası” adlı filmi dikkat çekicidir. Filmde insanlığın mağaradan uzaya doğru olan yolculuğunu izlerken uzayı fethedenlerden birinin de Hilton olduğunu görürüz. Bunu nominalizmin bir zaferi olarak yorumlayabileceğimizin yanında sermayenin yalnızca uzayda değil aynı zamanda geleceği de kesintisiz devinimiyle fethettiğine şahit oluruz. Öyle ki Hilton zaman ile mekanın birbirine eşitlendiği sonsuzlukta yer almaktadır. Bir yanıyla akışkan bir zaman varken bir yandan da geleceği hükmü altına almış şimdiki zaman vardır. Fischbach’ın Postone’u dayanarak alarak dile getirdiği gibi kapitalist toplumda bir tarafta akışkan, ilerleyen bir zaman varken; diğer bir tarafta ise mekanın zaman tarafından imha edildiği, değerin sonsuz bir şimdisi vardır.(1)

Bununla beraber tarihte fark ve tekrarla akıp giden bir de hakikat acısı vardır: Yapılan onca adaletsizliğin, kıyımların, zorla yerinden edilmişlerin ve sömürülmenin acısı. Genellikle Nietzscheci hınç olarak yorumlanmaya çok uygun olduğu aşikardır. Nietzsche’ye göre hınç aşağı soydan gelenleri, köleleri harekete geçiren, eyleyememekten doğan ve karşıtlıktan beslenen tepkisel bir duygudur.(2) Hıncın Nietzscheci yorumunda saklanan ve tarihselmiş gibi duran, esasta ise dilsel analize dayanan soylu ve soylu olmayan ayrımının sahte bir ayrım olduğu vurgulanması gerektiği gibi iki kümenin de homojen olmadığı ve içinde hiyerarşik öğelere göre örgütlendiğinin ayrıca altı çizilmelidir. Buradan hareketle hıncı yalnızca soylu olmayanın değil, aynı zamanda soylu olanın da kendisine temellük ettiğini söyleyebiliriz. Dahası Nietzsche’de kölenin neden köle, efendinin neden efendi olduğu sorgulaması bizi causa prima’ya götüreceğinden ötürü yüzeysel bir şekilde geçiştirilmiştir! Bununla beraber Max Scheler ise hıncın, modern dünyada herkesin eşit olduğu söylemi ile bireylerin kendi potansiyelini gerçekleştirecek toplumsal koşulların eşitsizliği arasındaki çatışmadan doğduğunu ileri sürmüştür.(3) Başka bir açıdan Hegel'e göre iki özbilincin karşılıklı ölümüne savaşı sonucunda efendi efendi olmaklıkta köle köle olmak varoluşunda kalmıştır. Köle, tarihi emek harcayarak, yalnızca hınç değil; aynı zamanda sevgi duyarak da devam ettirecektir. Katı olan her şeyin buharlaştığı gibi buharlaşan her şeyin katılaştığını bilerek sorulması gereken ise şudur: Tarihte değişmez denilen, süregiden her ne varsa emekle değişir mi? Diğer bir deyişle hakikat acısına emek merhem olur mu? Bu soru bağlamında denilebilir ki, insan emeğiyle tarihi üretirken kendisini de her daim emekle yeniden tekrar eder ve farklılaştırır. Bu yanıyla insan tarihin hem öznesi hem de nesnesidir. Hakikat acısı, bu tarihin asli bir parçasıdır. Bu acının kaynağında ise sınıflar arasındaki çatışma, zamanı ve varoluşlarımızı mekansallaştıran sermaye birikimi vardır. Başka bir bağlamda ifade etmek gerekirse, yabancılaşmış emeğin neden olduğu ve yol açtığı bir acıdır. Marx için hakikat acısı ezilmiş sınıflarda intikam için savaşçı bir tutkuya evrilir ve devrimci bir pratik adına kullanılır. Dahası bu hıncın kendisi 'hiçbir şeydim' ve 'her şey olmalıyım'da cisimleşir.(4) Buna karşın hakikat acısını doğrudan eyleme bağlayan araçların yokluğu veya kendisini olumlamasının eksikliği nedeniyle bu acının Nietzscheci bir manada hınca dönüşmesinin kaçınılmazlığını vurgulamak yerinde olacaktır. Öyle ki, bu hıncın kendisi yas kültürünü, bellek, hatırlama, unutmamayı yücelterek insanı şimdiki ve gelecek zamandan uzaklaştırır. Bu noktada da devrimci, dönüştürücü gücünü yitirebilir. Dolayısıyla hakikat acısı istemine dolaysızca yönelmelidir. Bu olumlamanın kendisi kaybedilmiş bir hakikati, bütünlüğü yakalamak ve iyileştirme pratiği uyarınca nostaljiye tutunmak olmamalıdır. Bunun aksine problemin şimdiye ve geleceğe ait olduğu gerçekliğinin farkında olarak, hakikat acısının özneleri ve aynı zamanda nesneleri bu acının beslendiği karşıtlığı yok ederek, hakikat isteminin öngörülen ya da öngörülemeyen geleceğini kurmalıdır.

Akrep ile yelkovanın biçtiği ömrü yüklenen ruhumuz, geleceğin telaşı içinde, bir çatlağın peşi sıra yürüyoruz. Bir araya gelen yağmur bulutlarının karartısı tarih dışı bir yerde, dünyada olduğumuzu hatırlatıyor. Biraz pamuk biraz tütün biraz da mevsimlik meyveler tadında bir nefes kopartıyoruz gökyüzünden, boğazımıza düğümlenecek olanın acı olduğunu bilmeden: “Parasını verebilmiş miydi o gün odunların peki?” diye soruyorum utana sıkıla. “Verdi. Kilosunu 50 kuruştan satıyoruz. 5 liralık odun aldı. Yüzünden belliydi, çok gururlu bir kadındı. Kimseden bir şey istememiş, öyle anlatıyorlar arkasından. Keşke bilebilseydik... Çocukları da küçücük daha... Ah abla, insan yoksulsa, bir de gururluysa bu dünyada işi çok zor!”(5). Eğer yoksulsak, insanlığımızı ve onurumuzu öte dünyaya taşımak, cenneti öte dünyada aramak yerine dünyada kalarak tam da tanrılara yaraşır bir şey yapmamız gerekir: Örgütlenmek, çoğalarak direnmek.... Marx’ın sözüyle bitirelim, hiçbir şeyim ve her şey olmalıyım!

(1) Franck Fischbach, « Philosophie de l'histoire et conception du temps Lukács, Marx et nous », Christophe Bouton et Bruce Bégout, Penser de l’histoire, Editions de l'Éclat « Philosophie imaginaire », 2011, s. 40-50, s.47-49

(2) Nietzsche, F. Ahlakın Soykütüğü “ Bir Polemik”, Çev. Zeynep Alangoya, Kabalcı Yayınevi, 2011.

(3) Tomelleri, Stefano, The Sociology of Resentement, “On Resentement” edit. Bernardo Fantini, Dolores Martin Moruno, Javier Moscoso, 2013, s.264

(4) Tucker, R.C. The Cunning of Reason in Hegel and Marx, “Karl Marx’s Social and Political Thought ‘Critical Assessments Second Series’” Routledge, 1999, s. 149

(5) https://www.haberturk.com/yasam/haber/725544-turkiyeyi-sarsan-intiharin-altindan-tele-cete-cikti, erişim tarihi: 17/09/2018