Korkunun sessizliği

Otoriter toplumlarda korkudan susanların susmak için hep nedenleri olur, hayati ihtiyaçlarını (fizyolojik) gidermeleri gerekir. Ama asıl susmayanların nedenlerine bakmak gerek. İnsanlar neden işlerini, evlerini, ailelerini, özgürlüklerini ve hatta hayatlarını kaybetme ihtimaline/riskine rağmen hâlâ gerçekleri açıklamak için haykırmaya devam ederler?

Google Haberlere Abone ol

Ferda Fahrioğlu Akın*

Toplumda bir sessizlik hâkim ama bu fırtına öncesi sessizlik değil; fırtına sonrası sessizlik. OHAL sonrası de facto OHAL sessizliği. Kimse suya sabuna bulaşmak istemiyor hele siyasete hiç. Artık ülkenin demokratik değil otoriter bir rejimle yönetildiği son seçimle bir daha netleşince toplum kendini sessiz moduna aldı. Peki, neden korkuyor insanlar konuşmaktan, fikirlerini açıklamaktan, sokaklara çıkmaktan? Toplumun kaybetme korkusu onu sessizliğe gömdü. Peki susmayanlar, susamayanlar gerçekten de kaybedecek bir şeyleri olmayanlar mı? Yoksa kaybedecekleri en fazla olan daha doğrusu bunun farkında bilincinde olanlar onlar olduğu için mi bir türlü susamıyorlar ve susturulamıyorlar?

Maslow, 1943 yılında “motivasyon teorisi” isimli bir makale yayınlar. Makalenin özünde insanların motive eden durumun hiyerarşik bir biçimde yer alan ihtiyaçları olduğunu belirtir. Ona göre en alttaki ihtiyaçlar giderilmeden insanlar daha üst kademedeki ihtiyaçları gerçekleştirmek için motive olmazlar. Maslow’un ortaya attığı bu teori tartışması başka düşünürlerin eleştirileri ve katkıları ile “insan ihtiyaçları teorisi” diye bir alan inşa eder. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde aşağıdan yukarıya doğru ihtiyaçlar: (1) Fizyolojik ihtiyaçlar (yeme, içme, barınma, giyinme), (2) Güvenlik ve Kimlik İhtiyaçları, (3) Sevgi/Aidiyet İhtiyaçları, (4) Saygı/İtibar İhtiyaçları ve son olarak (5) Kendini Gerçekleştirme İhtiyacı (İnsan ulaşabileceği en yüksek potansiyeline ulaştığında kendini gerçekleştirmiş olur. Birey ne için uygunsa onu yapmalıdır: bir müzisyen müzik yapmak, bir yazar yazı yazmak ve bir ressam resim yapmak zorundadır. Yoksa birey potansiyelini gerçekleştirmediği için mutlu olmayacaktır. Maslow’a göre ‘bir insan ne olabilecek ise o olmak zorundadır’).

İnsan ihtiyaçları teorisinin temel tartışma noktası insan ihtiyaçlarının hiyerarşik olup olamayacağıdır. Zira eğer hiyerarşik bir durum söz konusu ise o zaman toplumdaki sessizlik de anlaşılır olacaktır. İnsanların işlerini kaybetmemek için susmaları mantıklı gelecektir. Ama peki susmayanlar nasıl açıklanacaktır? Onların hepsi fizyolojik ihtiyaçlarını giderdikleri için mi bu kadar korkusuzca, fikirlerini bedeli ne olursa olsun açıklamaktan geri durmamaktadırlar? Peki, o zaman kimlik ve özgür düşünce ihtiyacı giderilmediği için açlık grevine giren, iyi bir işe ve gelire sahip olduğu halde kimliğini özgürce yaşayamayan LGBT’nin intihar etme motivasyonları nasıl açıklanacaktır? Çok fazla teorik tartışmaya girip kimseyi sıkmaya gerek yok. Sözün özü düşünürler de on yıllarca ihtiyaçların hiyerarşik olup olmadığını tartıştıktan sonra hemfikir olamadılar. Ama ben kendi adıma hiyerarşik olmadığına inanan/düşünen taraftayım. Buna inanmak için de yeterince tecrübem ve nedenim var.

Şimdi yeniden suskun toplumumuza geri dönersek, evet son üç yıldır toplumda derin bir sessizlik hâkim ve giderek de artıyor bu kitle. Hâlbuki daha beş yıl önce toplumun genelinde “çözüm süreci” havası ile başlayan bir umut havası hâkimdi ve toplumda herkes bülbül gibi şakıyordu. Ne zaman biri olumsuz bir şey dese aman bu olumlu tablo bozulmasın diye hemen geleceğe dair umut ve barış inancına davet edilirdi. Bu çağrıya uymayanlar ise hemen “savaş çığırtkanları” olarak ilan edilirdi. Ama ne zaman 2015’te çözüm masası Kasımpaşalı tekmesi ile devrildi o zaman yavaş yavaş şakıyan diller teker teker susmaya başladılar. E bir de üstüne bir darbe girişimi ve sivil darbe dönemi başlayınca diller suskunluğa gömüldü, beyinler susturuldu ve günbegün insanlarda otokontrol sistemi etkisini artırdı. Peki, neden sustu bu insanlar? Toplum neden sustu?

Aslında Maslow’dan bahsetme nedenim de tam olarak bu noktada devreye giriyor. İnsanların en temel ihtiyaçları olarak fizyolojik ihtiyaçlar insanların hayatlarını idame etmeleri için çok önemlidir. Zira iş, aş ve ev olmadan “güvenli” bir yaşam sağlanamaz. Tam da bu noktada insanlar güvenli alanlarını kaybetmemek için göze batmamak istediler. Zira muhalif her fikrin cezalandırıldığı otoriter rejimlerde toplumun çoğunluğu susmayı tercih eder ki kendileri de cezalandırılmasın. E bir de otoriter rejimlerde suç ve ceza bireysel değil kolektif olarak algılandığı için söylenen her sözün, yapılan her eylemin bedelini sadece fail değil bütün ailesi ve gelecek kuşakları da ödeyecektir. E tehdit bu kadar fazla olunca toplumun çoğunluğu da var olan sistemden/rejimden memnun olmasalar da ellerinde bulunan kazanılmış varlıkları (iş, özgürlük vb) kaybetmemek için susmayı tercih ederler. Çünkü susmak onaylamaktır, susmak tehdit olmadığını göstermektir, susmak edilgen olduğunu beyan etmektir ve susmak suya sabuna dokunmamaktır; sonunda dokunacak bir su ve sabun kalmayacak olsa da…

Peki susmayanlar/susturulamayanlar neye ya da kime güvenmektedirler ki var olan tehditlerden etkilenmemektedirler? Sadece KENDİLERİNE! Susmayanlar da fizyolojik ihtiyaçlara sahiptirler ve bilirler ki söyledikleri her muhalif sözün bu ihtiyaçlarını gidermelerine engel olacağını ama yine susmazlar/susamazlar. Çünkü bilirler aslında susarak bütün ihtiyaçlarını kaybedeceklerini. Bu yüzdendir ki “barış akademisyenleri” işsiz kalacakları ve hatta hapishaneye gidebilecekleri ihtimali olmasına rağmen otoriter rejimin şiddetine dur dediler ve bedelini ödediler. Bu yüzdendir muhalif gazeteciler yine işsiz kalacakları ve hapishaneye girecekleri ihtimallerine rağmen yine de gerçekleri araştırmaya ve yazmaya devam ettiler ve bedelini ödediler. Bu yüzdendir muhalif sanatçılar işsiz kalacaklarını ve “terörist” ilan edileceklerini bildikleri halde yine şarkılarında, tiyatro eserlerinde, filmlerinde, şiirlerinde, kitaplarında velhasıl sanat eserlerinde gerçeği anlattılar ve bedelini ödediler. Ve bu yüzdendir ki siyasetçiler, hukukçular özgürlüklerini ve hayatlarını kaybedeceklerini bildikleri halde susmadılar ve bedelini ödediler. Tahir Elçi öldürüldü ve Selahattin Demirtaş barış istedi diye hapse mahkûm edildi ki onlar sadece yüzlerce, binlerce aynı durumdaki kişilerin birer temsilcisi durumundalar…

Korkunun hâkim olduğu, toplumun sessizliğe büründüğü ve kimseden çıt çıkmayan ortamda muhalif her ses daha çok SES oldu. Her nefes çığlığa dönüştü ve gerçeği haykırdı. Susanlar ya da kendi açıklamaları ile susmak zorunda kalanlar ise çıkan sesler için mutlu ama buna karşı tepkisini gülümseyerek vermekten bile çekinerek susmaya devam ettiler/ediyorlar.

Gerçek hayata dönersem, ihraç edildikten sonra çok kişiden duydum, “En azından sizin vicdanınız rahat, alnınız ak. Bir de bizi düşünün korkudan konuşamıyoruz, gerçek bir haberi bile paylaşamıyoruz ve içten içe kahroluyoruz” dendiğini. Bir de sosyolojik açıklamayı yapmaya çalışanlar oldu: “İşsiz insan iş bulamamaktan korkuyor, işi olan işini kaybetmekten, işini kaybetmiş olan hapse girmekten, hapse girmiş olan ise hücreye girmekten. Herkes korkuyor ve bu yüzden onaylamadığı halde tepki veremiyor çünkü ödeyeceği bedeli sizlerde gördü, muhalif olan herkeste gördü”. Günah çıkarmak için “kendimden nefret ediyorum ama onlardan daha çok nefret ediyorum ikiyüzlü davranmak zorunda bıraktıkları için beni. İşimi kaybetmemek için onlara oy vermişim gibi, onlardan biriymişim gibi davranmak zorunda kaldığım için psikolojim bozuldu…” diyenler de.

Bir de arada kalanlar vardır cılız da olsa ses etmeye çalışanlar. Ama seslerini öyle bir ayarlarlar ki sesleri otoriter rejime ulaşmasın ama muhaliflere ulaşsın ki hem bir şey kaybetmek bedel ödemek zorunda kalmasınlar hem de “bakın ben vicdanlıyım ve tepkisiz değilim” diyebilsinler diye. Böyle kişiler muhaliflere, ihtiyaçlar hiyerarşisini bozanlara yani susmayanlara ellerinden geldiğince GİZLİDEN yardım etmeye çalışırlar hem vicdanlarını rahatlatırlar böylece hem de kesinlikle otoriter rejime ve muhbirlerine belli etmezler ki fizyolojik ihtiyaçlarını gidermeye devam edebilsinler ve ihtiyaçlar hiyerarşisi bozulmasın diye…

Otoriter toplumlarda korkudan susanların susmak için hep nedenleri olur, hayati ihtiyaçlarını (fizyolojik) gidermeleri gerekir. Ama asıl susmayanların nedenlerine bakmak gerek. İnsanlar neden işlerini, evlerini, ailelerini, özgürlüklerini ve hatta hayatlarını kaybetme ihtimaline/riskine rağmen hâlâ gerçekleri açıklamak için haykırmaya devam ederler? Neden savaşın en popüler olduğu zamanlarda barış çığırtkanlığı yapmaktan kimse alıkoyamaz onları?...

* Siyaset Bilimci, KHK’li Barış Akademisyeni.