H’nin ontolojik sınırı N ve A’ya bir dayatma mıdır?

H ile N ve A arasındaki, tamamıyla H tarafından kurgulanmış sorunlu ilişki ağı, (sanki aynı abecede yer almıyorlarmış gibi) H’nin kendisini N ve A’dan ayrı bir ontolojik statüde kurgulamasından ve −daha açığı ise− kendi varlığını “rasyonalize” etmesinden ve diğerlerinin varlığını ise kendi perspektifiyle erekselleştirmesinden ileri gelir.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Keder, bilgidir. (Lord Byron)

“H”, kendi varlık sınırlarını tayin etme yetisine sahip ve rasyonel herhangi bir varlık, “N” ve “A” ise herhangi türden varlıklar olarak tasarlandığında; H’nin kendi ontolojik sınırını belirliyor oluşu, N ve A’nın varlık alanlarını daraltıyor olabilir mi? Ya da H gibi rasyonel bir varlık, N ve A üzerinde bir dayatma uyguluyor olabilir mi? H ile, ihtiras, hırs ve hasede kapılmış, hükmetme ve hâkimiyet kurma arzusuyla yanıp tutuşan ve doymak bilmez bir varlığı kastediyor isek; H’nin, N ve A’nın varlık alanlarına göz dikmesi, onların varlıklarını büsbütün edilginleştirmek yordamıyla kendi varlığını bir nebze daha etkin kılmaya yeltenmesi ve hatta kendi varlığını tehlikede hissettiği anda, onların varlığını ortadan kaldırmaya çekincesizleşmesi kaçınılmazdır. H’nin, N ve A’nın varlıklarına ilişkin bu tasarrufu ve bu çekincesiz saldırganlığı; H soyunun, bin yıllık bir “akıl yürütme” neticesinde vardığı, “N ve A benim varlığıma hizmet için vardırlar ve benim varlığım evrenin tek gerçek, tek yüce amacıdır” türünden hastalıklı bir düşünceden ileri gelir. N ve A ise bu köhnemiş yargıdan bîhaber, bu saldırgan tutuma karşı kendi varlıklarının savunmasını yapmak zorunda kalırlar.

H’nin bu müdahaleci ve saldırgan tutumu yalnızca ontolojik temelde de değildir üstelik; aynı zamanda H, estetik, etik ya da politik türden envaiçeşit köhnemiş yargıları ışığında, N ve A’nın devinimleri için kendisini bir “yasa koyucu” ya da bir “yazgı kurucu” olarak da tayin edebilir – Ve böyle bir durumda N ve A için “Amor Fati”* önerilemez. Gel gelelim bu yasa koyma merakı, yine H soyunun bir kurgusu olan, “H çarpı sonsuz”un −ya da “ideal H”nin− kötü ve yavan bir taklidinden başka bir şey değildir. H; N ve A’ya dayattığı bu kurgu-yasaları, kimi zaman zihinsel ve kimi zamansa fiziksel olarak takip eder. N ve A ise yine bu yasalardan bîhaber, kendi devinim telâşı içerisindedir.

H ile N ve A arasındaki, tamamıyla H tarafından kurgulanmış bu sorunlu ilişki ağı, (sanki aynı abecede yer almıyorlarmış gibi) H’nin kendisini N ve A’dan ayrı bir ontolojik statüde kurgulamasından ve −daha açığı ise− kendi varlığını “rasyonalize” etmesinden ve diğerlerinin varlığını ise kendi perspektifiyle erekselleştirmesinden ileri gelir. H’nin kendisine biçtiği bu ussal kimlik, ussal olan ve ussal olmayan ayrımını daha en başından yapar. Oysaki tüm varlıklar, ussal olsunlar ya da olmasınlar; acı çekme, yara alma, tahrip olma ya da varlıktalıklarını yitirme gibi temel konularda aynı türden kaygıları taşırlar: H’nin, N ve A ile ilişkisinde gözetmesi gereken yegâne şey de işte bu kaygılardır. H’nin ussallığı ona, N ve A üzerinde –onların kaygılarını hiçe sayar şekilde− tahakküm kurma hakkını hiçbir zaman vermemiştir ve vermeyecektir.

Öte taraftan H, felsefî özdisiplinini ve tarihsel motivasyonunu “Aydınlanma fişeği” sayesinde tesis eder. Aydınlanma; Immanuel Kant’ın tanımıyla, “H’nin kendi aklını kullanmaya cüret etmesi”dir – İlkece söylersek, “Sapere Aude!”** H için bir özdisiplindir. Her ne kadar Kant, Aydınlanma önerisinde son derece “iyi niyetli” idiyse de; onun bu önerisi, yirminci ve yirmi birinci asır H’sinin esin kaynağı olmuştur. Aslına bakılırsa, Friedrich Nietzsche, henüz on dokuzuncu asır bitmeden, bizi hem Immanuel Kant hem de onun önerdiği “H ideali” konusunda uyarmıştır – Ki bu uyarı, onun bir “kaçık” ve bir “şeytan” olarak afişe edilmesine dahi yol açmıştır. Sonuç itibarıyla H, Kant’ın idealize ettiği şekilde, ussal bir varlık olarak N ve A’nın karşısına dikilir. Ve bugün ise ussallık, artık bir meziyetten ziyade, tam anlamıyla bir gerilemedir.

Son hâlde, bu geriletici eylemselliğine ve zorbaca kurduğu ilişkiselliğe düşünsel bir karşılık ve modern bir motivasyon bulmuş olan H’ye karşı, N ve A’yı savunmak bugün için tarihsel ödevimizdir. Lâkin bundan önceki ödevimiz; H’yi ussal kimliğinin bir “kurmaca” olduğu fikrine alıştırarak –ki H için bu denli dramatik paradigma değişimleri oldukça sancılı ve neredeyse imkânsızdır−, N ve A ile birlikte dizilmiş olduğu tabî abecesine dönmeye davet etmektir.

Notlar:

* “Amor Fati” [“Yazgını Sev!”] Friedrich Nietzsche’nin sıkça kullandığı bir öğüttür; lâkin bu öğüt basit bir yazgıcılıktan öte “yaşamın evetlenmesi”ne dair bir öneridir.

** “Sapere Aude!” Horatius’un “Bilmeye cesaret et” ya da “aklını kullanma cüretini göster” anlamlarına gelebilecek deyişi. Immanuel Kant’ın Aydınlanma düşüncesinin temelini oluşturan ilke de budur.