Dostum Einstein, hepimiz yıldız tozuyuz*

Beyaz tülbentli kadınlar geliyordu bir bir: Kimi sarı bir erkek gömleği, kimi üçgen bir kumaşa sarılı nüshayı, üstünden güller sarkan kırmızı bir tokayı, ölü kelebeklerden yapılmış bir albümü, sararmış bir atleti, paslanmış bir jileti, baklava dilimli lacivert bir kazağı taşıyordu. Yüzleri birbirine benzeyen yüzlerce kadın, bir uzva dönüşen nesnelerle birlikte o meydanda oturuyordu.

Google Haberlere Abone ol

Ömer Aydeniz**

Ne zaman karşılaştığımızı ben de anımsamıyorum. Merceklerle çevrili oval bir teleskobun içine kurulmuş eskimiş bir masanın üzerinde resimler çiziyordu; parabollerin ve hiperbollerin içine serpiştirdiği harfler ve sayıların bulunduğu anlaşılmayan çizimler… Elindeki örtüyü uzatıncaya dek hikayesini fısıldayacağını hiç düşünmemiştim. Geriye doğru birkaç adım atmamı ve örtüyü iyice germemi fısıldadı. Ay’a uzandı önce ve örtünün üzerine bıraktı. Kızılıyla, ateşiyle, suyuyla, gazıyla, halkasıyla bir ağacın meyvesi gibi güneş sistemindeki gezegenleri teker teker bıraktı örtünün üzerine. Sonra bu yetmez dercesine vazgeçti gezegenlerden. En yakın yıldıza dokundu çıplak elleriyle ve Güneş'i usulca yerinden söküp bıraktı örtünün üzerine. Değişen hiçbir şey yoktu. Sirius’u koparıp kardeşinden güneşin yanına bıraktı; ardından Scorpii, Majoris, Cephei, Sagittarii, Westerlund, Cygni ve Scuti gibi dev kütleli yıldızları birer birer örtünün üstüne bıraktı. Örtü gerildikçe aşağı doğru bükülüyordu ama o hâlâ istediği yere ulaşamamıştı. Daha fazla kütleye ihtiyaç duyduğunu anlamıştım. Andromeda, Fornox, Maffei gibi galaksilerden tanımadığım yıldızlar yerleştirdi ama istediğine yine de ulaşamadı. En son elinde tuttuğu cismi bırakmadan önce "O tuttuğun örtü uzay" dedi bana ve daha sonra -karadelik diye isimlendirilecek olan- o cismi örtünün üzerine bıraktığı gibi örtü bükülmeyi bırakmış, yırtılmıştı. Benim yolculuğuma tam da o an katılmıştı.

Denklemlerin uzağında, hidrojenden demire doğru evrilen o tanımsız hiçliğin yamacındayız. Işık demetleri ile birlikte on boyutlu bir toplu iğnenin ucundan fırlatılıp, alglerin iç çekişlerine yerleşiyoruz. Her şey çok çabuk değişiyor. Toprak alevleri gömüyor, su yaşamı taşıyor uzaklara ve yıldızlardan aldığı karbonu işliyor; ağaca, kuşa ve sürüngenlere… Biz kanı takip ediyoruz uygarlığa varmak için; ejderhalardan, dinozorlardan, mamutlardan geçiyoruz. Primatlardan, habilislerden, neandertallerden geçiyoruz ve kan sapiensin kurduğu o muazzam geleceğe taşıyor bizi. Metalin insana evrildiği o güçlü uygarlığın içinden geçerken dönüp baktığımız her atlasta çığlığın o dinmez sesini duyuyoruz. Sonra dillerin birbirine eklenip, birbirlerinden ayrıldığı o hoş kokulu bahçelerden geçiyoruz. Taşlar bırakılıyor üst üste, yeni kavgaların içinde çiziliyor sınırlar. Yer değiştirmekten yorulanlar tel örgülerle çevirip toprağı koca hapishaneler içinde kök salmaya başlıyor. Buğdayın, köpeğin ve atın altın yılı… Dinler kelimelerini döküyor gökyüzünden, krallar taçlarıyla beliriyor ve mızraklarının ucuna taktığı kesik başları köy köy şehir şehir gezdiriyor askerler. Takvimler sayıları yutarken biz kanı takip ediyoruz sessizce.

Ksenophon birkaç anı evvel suya dokunuyordu altımızda. Kızılderililerin toprağa düşürdüğü kuş tüylerini iliştiriyorduk saçlarımıza. Beyazın azgın dişleri ısırırken siyah deriyi ve okyanusları aşıp kıtalara yayılırken nefret, diller hançerlenirken bir bir, bizler köprünün üstünde neyi bekliyorduk? Heykelleri kutsayan, elma kokusunun ardından koşan çocukların cesetlerini enfalle örten bu çorak atlasta neden durduk?

Biraz ileride kiremitleri boyanmamış bir eve bakmasını istiyorum. Pencerelerinden duvarlarına sızıyoruz, duvarlarından anılarına… Duvarda bir fotoğraf ilişiyor gözlerimize, yavaş yavaş geriye doğru çekiliyoruz. Pencerenin yanı başında bir kadın oturmuş, geçtiğimiz bütün yollara bakar gibi derin… Kişisel tarihinden anılar seçip yolculuklara çıkıyor. Kekik ve kardelen kokusu, okul zili ve bebe çığlığı birbirine karışıyor. Sonra kapı aralanıyor, hiç konuşmadan şalvarındaki yamalarla yaşlı kadının yanına oturup birlikte pencereden bakıyor adam. Sokakların birbiri içine gizlendiği ve kavganın ansızın sofralara bırakıldığı bir mevsim bu. Yeryüzünde dağlar boğazlanıyordu, duvarlara asılan her fotoğraf zamanla Godot'ya dönüşüyordu. İlk kim duydu o çığlığı? Sen mi, ben mi? Duvardaki fotoğrafın camı çatlayıp yere düştü önce, sonra pencerenin önünde kesilmiş başların düşüşünü izledik birlikte ve yaşlı insanların gözyaşlarından süzülüp sokağa indik. Her şey olduğu gibiydi; kasap etlerini, manav sebzelerini, lacivert takım elbiseleri ile bürokratlar hiçliği satıyordu. Geri döndüğümüzde bir çivi ucundaydık. Yaşlı adam çekiç darbeleriyle duvara sabitliyordu çiviyi ve o ilk gördüğümüz fotoğrafı yeniden oraya asıyordu. Birkaç adım geri çekildik ve hemen yanında birkaç fotoğrafın daha olduğunu gördük. Sadece birkaç fotoğraf mı? Duvar baştan başa fotoğraflarla dolmuştu.

İlkin kadın uzandı fotoğrafa, duvardan söküp bağrına bastı ve içinde biriken acıyı meydanlara kusmak için sokaklara çıktı. Peşinden gittik. Şehrin her sokağında o fotoğrafla gezindi, saatlerce sonra bir meydanda oturmaya başladı. Kimse görmüyor gibiydi onu. Bir dilenciye benzeten de oldu -belki de bir dilenciydi- ama yine de bekledi orada. İnat dökülüyordu ayak uçlarımıza, inat sızıyordu takvimlerin aceleci rakamlarına. Yanmış kemikleri un torbasına koyan birinin önümüzden geçip kadının yanına oturduğunu gördük. Beyaz tülbentli kadınlar geliyordu bir bir: Kimi sarı bir erkek gömleği, kimi üçgen bir kumaşa sarılı nüshayı, üstünden güller sarkan kırmızı bir tokayı, ölü kelebeklerden yapılmış bir albümü, sararmış bir atleti, paslanmış bir jileti, baklava dilimli lacivert bir kazağı taşıyordu. Yüzleri birbirine benzeyen yüzlerce kadın, bir uzva dönüşen nesnelerle birlikte o meydanda oturuyordu. Yağmurlar gökkuşağını doğurdu, güneş lekelerini çoğalttı, ay zamanın kucağında şekilden şekle girdi ve sessizlik daha bir yoğunlaşıp üstümüze yapıştı. Birbirine eklenen bu uzun bekleyiş neye dönüşür bilmiyorduk. Takvimlerden düşen her sayı; bir güle, birkaç kibrit çöpüne, cadde ortasında sürüklenen çıplak bir bedene, parçalanmış uzuvlara, enselerde bırakılan ölüm izine ya da yırtılıp atılan fotoğraflara dönüşüyordu. Kimi günler şarkılar ve ağıtlar serpiliyordu üstlerine. Dilleri bıçağın ve çeliğin gölgesinde öğütülüp köylerin çamuruna, evlerin tenhasına çekiliyordu. Unutulan her kelime çocuk hafızalarında öfkeye dönüşüyor ve farklı nesnelerle birlikte her gün onlarca insan şehrin farklı semtlerinden o meydana yürüyordu.

Bir gün sokak isimlerinin değiştiğini gördük. Mavisiyle, göğüyle, mendiliyle, hasretiyle şairlerin dizeleri kilitli taşlara işlenmeye başlandı. W, q ve x harflerinin adlara bükülmeden yerleştiğini, umudun gizlendiği yerden burçlara, semt pazarlarına, çocuk oyunlarına, örgü şişlerine, dut ağaçlarına, çatlamış toprağa doğru yürüdüğünü gördük. Her şeyin değişebileceği inancı, kanın üstüne oturmuş gibiydi. Fotoğrafların yeniden albümlere yerleşeceği hissi alıp bizi kahvenin kokusuna, sevgilinin dudağına, kelimelerin sonsuz ışığına doğru götürüyordu. Kan usulca bedenlere çekilirken, Hewsel'den şehre doğru koşarak gelecek çocukları düşlüyorduk. Çan seslerini düşüren kentin sokaklarında şarkılar söyleyerek ilerlerken, dört ayaklı minarenin altında sere serpe uzanan bir öykünün içinden geçeceğimizi bilmiyorduk.

O gün kadınlar frekans uçlarından yayılıp kulaklarına değen sesin peşine takıldı ve Batıkent Meydanı'na doğru yürümeye başladı. Buraya akşamları içmeye gelirdik arada bir. Denizi yok bu kentin, ırmağı şehrin piçi zaten pek konuştuğumuz yok. Arada bir eski püskü posta trenleri geçer önümüzden ve yollara kaldırırız biraları. Gece saklarken iç çekişlerimizi, buğdayın sessizliğine kusarız. Yaz, sıcağını bu tarlada serinletir. Üzünçlerimizi bir bohça gibi bu tarlada açarız. Batıkent Meydanı burası ve oraya doğru ilerliyordu kadın; ardında, önünde yüzlercesiyle… Nasıl da maviydi gün. İçimize sığmayan umut, çocuklarımızın yüreklerine dökülüyordu. Adımlarımızın yüzlerle buluştuğu yeni bir çağın kapısında gibiydik. Sahi, saatleri durdurabilir miydik o an?

Yeniden anlatmaya o vakit başladın. Bulunduğun yere çömelip toprağı avuçlarınla temizledin, pürüzsüz bir kâğıda dönüşen zemine birbirinden ayrık iki taş bırakıp bu iki taş arasındaki en yakın mesafeyi nasıl bulabileceğimi sordun. İşaret parmağımı bir kalem gibi kullanıp hipotenüsten bozma bir köprü çizdim iki taş arasına. Sessizliğini geçemediğimden, cebinden çıkardığın kâğıda iki nokta bırakıp aynı soruyu bu iki nokta için sordun. Hipotenüs, dilimin arkasına gizlendi; x’leri, y’leri alarak… Yeni bir cevabım yoktu, hayal yetim terk etmiş, suskunluğu giyinirken kağıdı eline alıp, o iki nokta üst üste gelecek şekilde katladıktan sonra "En yakın mesafe bu" dedin ve ardından gökyüzüne bakmamı istedin. İki gezegen, iki yıldız veya iki galaksi arasındaki mesafenin en gelişmiş teleskoplarla çizilen yollar olamayacağını, uzayın görülemeyen bir atlası olabileceğini, ışığın hapsedilmiş bir rotada eğilip bükülerek ilerlediğini ve büyük patlamanın yarattığı sonsuz büyümenin sadece bir yanılsamadan oluşabileceği ihtimalini serptin o toprağa. Kaç yıldız demire döndü, kaç canlı suda boğuldu, kaç nükleer reaktör mutasyon yaydı biz konuşurken? Sözlerin bittiğinde farklı bir kentte gibiydik; kadınlar gitmiş, sesler gırtlağa doğru çekilmiş, evler kurşundan bir mevsimin içine düşmüştü.

Sokaklar, önlerine dizilen kilitli taşlarla bir çıkmaza dönüştürülüyordu. Derin çukurların içine atılan kitaplar gördük önce, sonra oy pusulalarını, pervaz çiçeklerini, kapı tokmaklarını… Her yaştan, her tenden dökülen umutları, sabah telaşlarını, fotoğraflarda demlenen beklentileri, lav tüflerinin üstünde açan yoncaların koparılıp atıldığını… Kentler döküyordu sokaklarını bir bir. İçine doğduğumuz evlerle birlikte sökülüp atılıyordu çocukluğumuz. Bitmeyen, elden ele, bellekten belleğe uzatılan oyunlarımızın parçalandığını gördük. Kimileri şarkılarını sarkıttı burçlardan, kimileri bayraklarını zamanla… Pazarları ayinlere katılan azınlıklar geçerdi önümüzden. Bakırın ve bazaltın ustaları dar sokaklardan uzak takvimlere nakışlar çizerdi. Kefi ve fuların rüzgarla dans ettiği çarşıları geçerken genç kızlar ve yaşlılar bir çivi gibi sabitlenirken avlulara kürsülerle; salçanın, kekiğin ve ada çayının yaydığı çağrışımın dağıldığını, silinip kaybolduğunu gördük. Bakkallarından sokak aralarına, kahvehanelerinden meydanlara doğru ilerlerken her takvim yaprağına bir ölüm işleyen kurşunun artık büyüyüp başkalaştığını, bedenlere çivilenmekle yetinmediğini; çıplak çocuk ayaklarına, yer sofralarına, oya beyazına doğru yıkıcılığını mevsim mevsim kustuğunu gördük. Duvarlar kin mabedine dönüşürken ve göçün bir çocuğu fahişeye dönüştürdüğü o iğreti tarihin içinden geçerken; ulusların zar atarak kaderlerini belirlediğini gördük.

Hidrojenden helyuma, helyumdan karbona dönüşüyor yıldızlar. Ağaca bak, balığa ve insana her şey karbondan bir yaşamın içinde nefes alıyor. Karbon ile fosil arasında çalkalanıyor yeryüzü. Kömür ile insan, ağaç ile elmas, balık ile kurşun kalem arasındaki fark nedir? Ya harfler, bir sembolden başka nedir ki? Harfler arasında bir üstünlük var mıdır? A B'den X Y'den daha mı önemli? Bütün diller harflerin yan yana gelmesiyle oluşurken bir dilin başka bir dilden daha önemli olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Sorulardan yığdığımız bu eşitsizliğin içinde oturuyoruz. Kan eşitsizliğin üzerinden yol alarak; beyaz tenden siyah tene, yerleşik hayattan göçebe hayata, ovalardan dağlara, bir marştan başka bir marşa, bir dilden başka bir dile doğru ilerleyip çoğalıyor. Beyazın doğurduğu her rengi kırmızıya boyuyor. Elindeki taşı önündeki küçük su birikintisine atıp su dalgalarının birbirinden uzaklaştığını gözlemledikten sonra, Ay ile Dünya arasındaki uzaklık ilk andan beri hep aynı mıydı ya da milyonlarca yıl sonra aynı mı kalacak diye bir soruyu şaşkınlığımın üstüne bırakıyorsun. Gezegenleri, yıldızları ve galaksileri birbirinden uzaklaştıran göremediğimiz bir kuvvetin varlığına doğru ilerliyoruz. İçine düştüğümüz uzayın gittikçe büyümesinin bir sonucu bu, her şey düzensizliğin çoğalan soğuğuna doğru ilerliyor, ışığın ulaşamayacağı bir uzaklığa doğru, karanlığın körlüğüne doğru akıyor.

Asfaltın üstünde otururken iki yanımızda; pazardan cumartesiye, saniyelerden asırlara doğru kaldırımlar uzuyor. İç içe geçiyor mevsimler ve rüzgarlar. Kışın kar tanesine dokunuyor yaz sarısı, baharın yeşiline dökülüyor kurumuş yapraklar ve oturduğumuz yerden bir kadının o kaldırımda ilerleyişini izliyoruz. Boynuna astığı fotoğraftan olsa gerek, o yaşlı kadının bize doğru yürüdüğünü düşünüyoruz. Ama kadın ilerledikçe boynundaki fotoğraf; örülmüş bir kazağa, sarı bir gömleğe, yıpranmış üçgen bir nüshaya dönüşüyor. Esmer baş örtülü kadın, sarışın küt saçlı orta yaşlı bir kadına, örgülü beyaz tenli fularlı bir başka çehreye, her adımda farklı bir yüze bürünüyor. Yüzü değişiyor sürekli, yüzüyle birlikte elinde taşıdığı nesneler de… Çocuğunun özgürlüğü anımsatan kaşları ile yürüyen kadın; koyun ve dağ kokusunun bedenine işlediği, misketten iki gözü boynuna asıp elbisesini bir çuval gibi katlayan ve içine çocuğundan geri kalan parçalanmış uzuvları bırakan başka bir yüze… Daha birkaç adım atmadan metalin on üç yerden deldiği bir çocuk tişörtünü meşe dalına asıp bayrak gibi sallayarak geçen başka bir yüze… Meşe dalının altı delinmiş bir çift ayakkabıya, ayakkabının halatlara geçirilmiş çıplak kadın bedenini sırtlayan kederli bir yüze dönüştüğünü görüyoruz. Kırılmış bir mezar taşını taşıyan başka bir yüzün ise yanmış kaval ve uyluk kemiklerini omuzuna atan kadına ve o kadının ardında ilerleyen testinin içindeki suyun yudum yudum dökülüşüne bakıyoruz. Birden duruyor kaldırımın ortasında, beyaz bir puşuyi karın boşluğuna sarıyor ve parçalanmış ayağından dökülen kanın ortasında öylece uzanıyor. Köpeklerin ve çağın azgın dişleri arasında bir anaya dönüşüyor. Zaman kemirdikçe bedenini, etlerimizle birlikte hayallerimiz dökülüyor. Kalkıyor sonra, yeniden yürümeye başlıyor başka bir yüze dönüşerek. Harfler üstüne yağıyor ilerledikçe, harfler adlara bürünüyor: Deniz, Asım, Fuat, Ali, Zeynep, Mehmet, Baran, Adar, Bajar, Dilda, Sîdar… Her adım yeni bir adın çığlığı gibi içimizden geçiyor. Köyler kasabalara, kasabalar şehirlere eklenerek dökülüyor ve o sırada karşı kaldırımda yürümeye başlayanları işaret ediyorsun.

Tekerleğin ve ateşin açtığı o derin farkındalığın üstünde üryan adamın haykırışları ile başlıyor ilk adım ve elindeki “Geometri Bilmeyenler Giremez” yazılı bezi uzatıyor yüzünü ilk defa gördüğüm o inatçı bilgine. Turuncu ateş topunun etrafına dizdiği; griden maviye doğru uzanan gezegenleri sıralarken ilerleyen başka biri kilise kapılarına “hiçbir şeyin merkezinde değiliz” yazılı kelimeleri bırakıyor. Merceklerden yapılı Pizza Kulesi'ni teleskoba dönüştürüp ağır aksak yürüyen yaşlı adamın arkasında onlarca gözün ilerlediğini fark ediyoruz. Ateşten bir aydınlığa dönüşen bedeniyle koşan başka bir yüze bırakıyor kendini o da, notaların ahengiyle dans edip gök cisimlerinin müzikalini mırıldanan başka birine. Baktığımız yerden asırlar aydınlığı doğuruyor yüzlerce ebeyle, sözcüklerin giyotinden geçirilip farklı dillerin içinde yeniden varoluşuna tanıklık ediyoruz. Elma ağacına gizleniyor bilgi, bilişin üstüne düşüyor meyveleri. İçimizdeki hayali dürtüyor ayaklarımızın ucuna kadar yuvarlanan elma. Elinde tuttuğu mıknatısı en küçük zerresine kadar bölen başka bir yüz keşifler çağının kapısını yumrukluyor. Meşalenin ve mumun üstüne bıraktığı soluğu sokak lambasına dönüşüyor. Mutasyonun sihirli değneğiyle ilerleyen uzun sakallı adamın elindeki fanusta birbirine dönüşen canlılar beliriyor ve bezelyeden gen mühendisliğine doğru açılan sonsuz ufku, hastalıkların ve ölümün üstüne serpip ilerliyor. Sayılardan ve harflerden, ışıktan ve manyetizmadan dört denklemi kaldırımın üstüne bırakıyor başka bir yüz ve o denklemlerin yarılıp içinden; radyo, televizyon, röntgen, mikrodalga, radar ve buna benzer binlerce aletin çıktığını görüyoruz. En büyüğün değil de en küçüğün sınırlarını arayan başka bir yüz gökyüzünden yeryüzüne indiriyor bilimin yuvarlanan ışığını. Bu ışığın peşinden koşan siyah bir kedinin gözlerine değiyor gözlerimiz. Kedinin bir kutunun içine bırakılıp yüzlerce yerinden kutunun sivri metallerle delindiğini görüyoruz ve aynı soru gelip zihnine yapışıyor: Kedi yaşıyor mu, ölü mü? Atomun yaydığı o büyük enerjinin gölgesinde, heves mantardan bir canavara dönüşüyor. Her yer utancın ketum yapışkanlığı ile doluyor. Küllerini silkeleyip yeniden yürümeye başlıyor yeni bir yüz, belirsizliğin her adımda çoğaldığını haykırarak. Aynı anda birden fazla yerde olabileceğimizi mırıldanan başka bir yüze dönüşürken; lazerlerin, nano teknolojinin, chiplerin ilerlediği yolda belirdiğini görüyoruz. En son ağır aksak ilerleyen ve bir yanında karadeliklerin beyaz deliklere dönüştüğü, paralel evrenleri anlattığı bir resmi bize doğru olan tarafında ise italik harflerle her şeyin teorisi diye yazılı bir kitabı görüyoruz. Adımlarını o kitaba doğru atıp yanımdan uzaklaşıyorsun. Birbirine dönüşen onlarca yüz tek bir bedenin üzerinde ilerlerken, cebinden çıkardığın pusulayı yanına gidip tabletin ve pilin iç içe geçtiği tekerli sandalyede oturan o yüze uzatıyorsun. Durup beklediğinizi görüyorum bir başına kaldığım o asfaltın üstünde. Zamandan yapılmış iki kaldırım arasında beklerken "Birlikte yürüyebiliriz" diye seslendiğini duyuyorum. Bu sırada diğer kaldırımda bekleyen o kadınla göz göze geliyorum bir an, mırıldanarak:

Bunca bekleyen var içimizde, sen de gelip oturabilirsin, diyor.

**Avukat

Carl Sagan*

Mayıs/2018