Parti içi demokrasi ve SPK gerçekliği

Toplumsal yönetişimde siyaset enstrümanının zamanla oluşturduğu partili iktidar kavramsallığı teamül oluşturma evresinde oldukça sıkıntılı bir deneyim yaşatmaktadır. Özellikle bireyin bendinden taviz vermeksizin parti kolektivizasyonu içinde var olma şansı neredeyse hiçtir. Bu kolektivizasyonda topluluk olmak esastır. Bu nedenle parti içi demokrasiye heves etmeyin demiyorum, ancak tersiyle karşılaşırsanız hayal kırıklığına uğramayın diyorum

Google Haberlere Abone ol

Adil Zozani*

Siyasi partiler 18'inci yüzyıldan itibaren demokratik yaşamın yönetim enstrümanları olarak toplumsal yaşamda yer edindiler. Whigler 1776'da Amerika'da, Tory Partisi (1832) Birleşik Krallık'ta siyasal yaşamın yeni enstrümanı olarak toplumsal örüntüsü oldular. Siyaset bilimi siyasetin genel tanımı konusunda -en azından günümüz için- ortak bir tanımlamada nettir. Siyaset: Toplumu yönetme ve yönlendirme aracıdır. Bu tanıma güzellemeler yapan siyaset bilimciler de yok değildir. Mesela kimi siyaset bilimciler siyaseti 'toplumu belli hedefler doğrultusunda yönetme ve yönlendirme sanatıdır.'

Dikkat ederseniz siyasetin genel tanımını yaparken bir kavramı 'özellikle' kullanmak gibi bir 'zorunluluk' hissetmiyorum. 'Demokrasi'den söz ediyorum. İkinci tanımı şu şekilde idealize edebilir miyiz: Siyaset toplumu belli hedefler doğrultusunda yönetme ve yönlendirme demokratik yöntemler bütünlüğüdür. Kulağa hoş gelmekle birlikte kendinden menkul bir tanımdan öteye bir şey değildir. Bu yazı konusu kapsamında neden söz ettiğimi net ve anlaşılır şekilde açıklamaya çalışacağım. Ama önce altın vuruş babında gördüğüm cümleyi en başta yazmak istiyorum. Toplumsal yönetişim mekanizması içinde 'demokrasi' silikleşen bir kavrama dönüşüyor. Toplumun adil ve özgürlükçü değerler bütünlüğü içinde yönetişimi için demokrasiyi aşan bir kavramsallaşmaya ihtiyacımız vardır. Ancak bu faslı burada uzun uzadıya açamayacağım. Açık ki bu başlı başına bir makalenin konusu hatta belki de bir kitabın konusudur. Ömür vefa ederse bu konuyu enine boyuna tartışmak ve tartıştırmak isterim.

Toplumsal yönetişimde siyasi partiler neredeyse tek sevk ve idare araçlarıdır. Siyasi parti kavramsallaşması içinde kendisini çoğaltan daha başka kavramlaşmalarla yürüyen ve birbirini besleyen bir mekanizma vardır. Demokrasi kavramı da bunlardan biridir. Eski Yunanca'dan aldığımız bu kavram 18'inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ete kemiğe büründü ve türev kavramlaşma oluşturdu. Dünya'da sınırlı sayıdaki oligarşik veya otokratik yönetimleri dışında tutarak ifade edersek, yer küreye hakim olan yönetişim kavramsallaşmasına ruh veren en büyük kavram demokrasidir. Hatta günümüzde demokrasi kavramının önüne kimi ayırt edici nitelemelere de baş vurulmaktadır: 'Katılımcı demokrasi', 'ileri demokrasi', 'çoğulcu demokrasi', 'özgürlükçü demokrasi', 'liberal demokrasi', 'kapitalist demokrasi', 'sosyalist demokrasi'...

Dikkat ederseniz her ayırt edici tanımlama aynı zamanda kendi içinde farklı bir ideolojik bakış açısını da barındırmaktadır. Sadeleştirerek ifade edeyim. Farklı tanımlama ihtiyacı neden ortaya çıktı? Demokrasiye ayrı anlamlar yüklemedeki amacımız nedir? Soruları çoğaltabiliriz. Ancak, bu konuda sorulabilecek sınırsız sayıdaki soruların tek ve net bir cevabı vardır. Tanımlamalı demokrasi tarifindeki ortak gaye 'benim demokrasim senin demokrasinden daha iyidir.' Herkes dolaylı olarak aynı şeyi söylüyor, aslında. Siyasete ilişkin yaptığımız tanımlamanın kapsamı kolektif bir yapısallık içerir. Birey çoğunlukla tali bir 'gereksinimdir'. Çünkü tek tek bireylerin öncelikleri ve beklentilerini merkezileştirerek siyaseti örgütleme şansına sahip değilsiniz. Toplumsallık içinde bireyin öncelik ve beklentilerinde ortaklaşma hesaba katılır. Dolayısıyla demokrasi tanımını yaparken de herkesi aynı ölçülerde tatmin edecek bir formül keşfedilmiş değildir. 'Bu mümkün de değildir' diyen siyaset bilimciler vardır. Sosyal bilimlerin yorumsal esneklik kurulanına yaslanan kesinlik ifade eden çıkarımlara aynı ölçüde kesinlik ifade eden bir reddiyeye baş vurma şansı yoktur. Çünkü kuvvetle muhtemel olasılık aynı zaman da kuvvetle muhtemel doğruya da tekabül edebilir.

Toplumsal yönetişim de temel yönetişim enstrümanı olarak siyaset ve siyasetin örgütlenme aracı olarak siyasal parti bir birini tamamlayan halkalar görünümünü vermektedir. Toplumsallık, ortak amaç ve çıkarlar bütünlüğü olarak değerlendirilebilir. Ortak dil, kültür, inanç ve coğrafya ortak amaç ve ortak çıkarda toplumsallığa kolaylık sağlayan unsurlardır. Ancak günümüz toplumsal örüntüde yer yer bu unsurların yer değiştirdiği görülür. Bu tamamıyla tamamlayıcı unsurlara yüklenen aşırı anlamdan kaynaklı bir durumdur ve belki de gelecekte günümüz toplumunun hastalıklı yaklaşımları içinde sayılabilecek hususlardandır. Siyaset, toplumsal yönetişimi dizayn ederken tamamlayıcı unsurların sağladığı hızlı tatmin imkanından yararlanarak kendi önceliklerini toplumun genel öncelikleri imiş gibi sunma imkanını buluyor. Dil, kültür ve inanç kavramsallığı içindeki propaganda imkanı ortak amaç ve ortak çıkar hususlarını geride bırakabiliyor. Siyasetin vücut bulduğu örgütlenme mekaniği olarak parti ise bir ideolojik paradigmanın yansıması olan ortak kabulleri ön plana çıkararak toplumsal örüntüye yön vermek çabası içinde olur.

Kavram olarak demokrasinin form değiştirdiğini, gruba ve zümreye göre araçsallaştığını görüyoruz. Halk denilen geniş topluluğun ortak amaç ve çıkarlarını gözetleyen ve yöneten yönetişim mekanizması iktidar kavramsallığı içinde yönetenin kendi ideolojik paradigması çerçevesinde yüklemiş olduğu anlamsallığa hizmet eder.

Toplumsal örüntü de form değiştiren ve bir ortak içerikten ziyade bir anlamsallığa göre tanımlanan demokrasi aynı ideolojik yapı içinde yer alan bireylerin ilişkisini düzenlerken de aynı mantığa göre işler. 'Parti içi demokrasi' kavramsallığına yüklenen anlamsallık bu nedenle tartışmalıdır.

Parti deneyimine dayanan toplumsal yönetişim uzun bir zaman dilimine sari toplumsal bir deneyim değildir. Bir kavramsallığın oluşması için daha çok zamana ihtiyacımız olduğunu unutmamak gerekir. Parti merkezli her deneyim ve yeni yaklaşım esasında yönetişim teamüllerinin oluşumundan ibarettir. Ve şunu da bilmeliyiz ki, gelecekteki toplumsal örüntüde bizim bugün için aşırı anlam yüklediğimiz kavramsallığa itibar edilmemesi kuvvetle muhtemel bir durumdur. Bu nedenle biz geçmiş deneyimlerden dersler çıkararak günümüzün mümkün olan en adil ve özgürlükçü yönetişim modelini planlayacağız.

Toplumsal yönetişimin temel enstrümanı olarak siyasetin örgütlenme aracı olarak parti kavramsallığı Türkiye açısından toplumsal örüntülerin şekil alış evrelerindeki geniş aralıkta yeni doğmuş bebek gibidir. Kimi zorlama yorumlarla İttihat ve Terakkiye geriye götürülse dahi yaklaşık bir asırlık bir deneyimden söz etmekteyiz. Yaptığımız genel tanıma uyarak Türkiye'deki parti kavramsallığına ilişkin değerlendirmeyi Hürriyet ve İtilaf Fırkası'ndan (1909-1913) başlatmanın doğru olacağını düşünüyorum. Gününün koşullarında yaklaşımları ve kabulleri ayrı bir tartışmanın konusu olmakla birlikte ideolojik bir paradigmaya sahip ilk partisel örgütlenme deneyimidir. Ancak yaşatılamadı. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren savaş kadrolarının öncülüğünde kurulan meclis ve bu meclis bünyesinde oluşturulan meclis hükümeti daha sonra partisellik ihtiyacını duymuştur. Cumhuriyet Halk Fırkası (günümüzün CHP) bu şekilde kuruldu. Ve esasında bir parti oluşumunun doğal seleksiyonunu yaşamadan devlet kadrolarının devlet profilinde inşa ettiği bu yapı bir partiden ziyade devletin kendisi olmuştur. Nitekim CHP'nin ideolojik kabulleri aynı zamanda devletin ideolojik kabulleridir. Zaman içinde bu kabuller aynı mantık zinciri içinde kurulan tüm siyasi partilere de sirayet etmiştir. CHP tüzüğünün 2'nci maddesi, AK Parti tüzüğünün 4'ncü maddesi ile MHP tüzüğünün 3'ncü maddesi aynı mantığa hizmet etmenin farklı ifade biçimlerinden başka bir şey değildir.

Bu siyasi partiler söz konusu tüzük maddelerinde ideolojik kimlik tanımlarının yanı sıra topluma da kimliksel bir çerçeve çizerler. 'Türk milleti' diye başlayan AK Parti tüzüğünün 4'ncü  maddesinin 4/16'ncı fıkrası şöyle diyor: "Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm vatandaşları tek bir milleti teşkil eder. Bayrağımız bağımsızlığımızın ortak sembolüdür. Şehitlerimizin emaneti olan, milletimizin üzerinde yaşadığı, bayrağımızın özgürce dalgalandığı toprak, vatanımızdır. Devlet, milletimizin ortak eseridir. AK Parti, yukarıda belirtilen temel amaç ve hedefler doğrultusunda, “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” anlayışını sarsılmaz bir ilke olarak kabul eder.” Partinin paradigmasını oluşturanlar 'Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm vatandaşları tek bir milleti teşkil eder.' Tanımının 'nesebi' olmadığını söylemek isterler. Varsayalım ki İbn-i Haldun'un Kur'an-ı Kerim'den yorumladığı millet kavramını benimsemiş olsunlar. O zaman madde girişine özellikle vurgulayıcı bir tonlamayla yerleştirilen 'Türk milleti' tanımlamasına neden ihtiyaç duyulmuştur. MHP tüzüğünün 4'ncü maddesi de birebir tanımlamalara yer vermiştir. Tabii bu toplumsal mühendisliğin kaynağı olan CHP tüzüğünün 2'nci maddesi var ki, tam olarak itirazıma tercümanlık etmektedir. Madde şöyle diyor: "Cumhuriyet Halk Partisi programındaki anlamlarıyla şu ilkelere bağlıdır: Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, devrimcilik. Başta Kurtuluş Savaşımız olmak üzere, özgürlük hareketlerinden,emek mücadelesinden ve evrensel dayanışmadan kaynağını alan sosyal demokrasinin, “insan hakları, hukukun üstünlüğü, özgürlük, eşitlik, dayanışma, barışçı ve adil bir dünya, emeğin yüceliği, sürdürülebilir ve dengeli kalkınma, gönenç, doğanın ve çevrenin korunması, çoğulcu ve katılımcı demokrasi” değerlerine dayanan; kadın erkek eşitliğine inanan; bu değerleri gerçekleştirmeyi hedefleyen; devleti, kişilerin özgürlüklerini ve refahını sağlamaya yönelik bir hizmet aracı olarak kabul eden çağdaş demokratik sol bir siyasal partidir. (26.02.2012 tarihli 16.Olağanüstü Kurultay kararıyla değişik)"-Parantez içindeki parti notunu özellikle buraya aldım ki okur bu maddenin 9 Eylül 1923'te yazıldığı haliyle kaldığını, dolayısıyla hükümsüz olduğunu düşünmesin.-

Bu kudretle toplumsal yaşama nüfuz eden ve hatta iktidar olan siyasal paradigmanın yönelişlerini, tutum ve davranışlarını hangi ölçülere göre eleştiriye tabi tutabilirsiniz? Mesela CHP tüzüğünün bu ilgili maddesine göre parti yönetiminin tasarruflarını sorgulama şansı kalıyor mu? Ahlaki olarak elbette ki vardır. Ancak hukuki olarak yoktur. Çünkü madde dizaynı her türlü tasarrufa açık kapı oluşturduğu için yöneten açısından sonsuz savunma alanı yaratılmıştır. AK Parti ve MHP parti tüzükleri de farklı değildir.

Tablo bize oluşum evreleri yanlış temellere oturtulmuş partili demokrasi geleneğini göstermektedir. Zaten cumhuriyetin kuruluşundan itibaren uzun süren tek parti yönetimi 18 Temmuz 1945'te Milli Kalkınma Partisi'nin, 7 Ocak 1946'da kurulan Adalet Partisi ile birlikte 'çok partili' süre evirilebilmiştir. Hürriyet ve İtilaf Fırkası hariç Türkiye'de kurulan ve yaygın deyimle 'sistem içi' diye tanımlanan partilerin tamamı aynı toplumsal mühendisliğin ürünüdürler. Dolayısıyla kendi ideolojik paradigmaları yerine devletin ideolojik paradigması vardır ve partiler kendilerine bu paradigmayı muhafaza etme görevi addetmişlerdir. Çoğu da Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda yazılı ve değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen hükümleri yasal zorunluluk gereği olduğu gibi tüzüklerine almışlardır. Söz konusu zorunluluk Siyasi Partiler Kanunu'ndan kaynaklanmaktadır.

Söz konusu kanunun 78'nci maddesinin a bendi siyasi partilerin neleri yapamayacağını açıkça ifade etmiştir: "Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve 2 nci maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 üncü maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, milli marşına ve başkentine dair hükümlerini;(...) Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak; Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler."

81'inci madde ise daha vahim sınırlamalar getirilmiştir. Madde başlığı aynen şöyledir: "Azınlık yaratılmasının önlenmesi:" Maddenin a ve b bentleri madde başlığının daraltıcı ruhunu açıklığa kavuşturuyor: " a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.

b) Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette bulunamazlar."

Bu maddelerin mevcudiyetini sorgulama konusu yapmadan önce yapılması gereken bu maddelere neden ihtiyaç duyulduğu sorusuna cevap oluşturmaktır. Ayrıca Siyasi Partiler Kanunu'nda siyasi partilerin faaliyet alanlarını daraltıcı hükümlerin konulmasının 'halk' hükmüyle neye göre bağdaştırıldığı sorusunun cevabı hangi demokratik veya ahlaki hükme göre verilecektir. Tabii ki mantıklı bir açıklama peşine düşme saflığını ret edenlerdenim. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren oluşturulan tekçi paradigmaya uyarlanmış sınırlayıcılık dışında bir şey değildir. AK Parti tüzüğünün 4'ncü maddesinin 16'ncı bendine 21 Mayıs 2017 günü yapılan olağanüstü kongrede ilave edilen 'Rabia tanımı' da 15 Temmuz darbe girişiminden sonra AK Parti'nin devletin kurucu ruhuyla nihai uzlaşısının yansıması olan 'tek'lik vurgusunun ete kemiğe bürünmüş halidir.

"Atatürk İlke ve İnkılaplarının ve Laik Devlet Niteliğinin Korunması" gibi bir kısmı var Siyasi Partiler Kanunun. 84'ncü maddeye göre Türkiye'de siyaset yapan herkes 'Atatürkçü olmak' mecburiyetindedir: "Madde 84 – Siyasi partiler, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini korumak amacını güden:

a) 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu,

b) 25 Teşrinisani 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun,

c) 30 Teşrinisanı 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun,

d) 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikah esası ile aynı Kanunun 110 uncu maddesi,

e) 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun,

f) 1 Teşrinisani 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun,

g) 26 Teşrinisani 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun,

h) 3 Kanunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun,

Hükümlerine aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar."

Bu madde hükümlerine göre Türkiye'de siyaset yapan herkesin günlük yaşamında Demirel'in veya Ecevit'in yaptığı gibi fötr veya kasketle dolaşması gerekir. Mesela AK Partililer Erdoğan'a 'reis' veya 'beyefendi' hitaplarını uygun görürler. Şaka gibi gelebilir ama bir işgüzar yasa uygulayıcı sırf bu hitaplar nedeniyle iktidarı elinde bulunduran siyasi partiye müdahalede bulunabilir.

Bir de 89'ncu maddeyle laiklik kisvesi altında Diyanet İşleri Başkanlığına oluşturulan zırh var. Daha doğru bir tanımlamayla Hanefi Mezhebinin genel esaslarına göre dizayn edilmiş devletin dini görüşünün hükmünü ifade kuruma oluşturulan dokunulmazlık: " Siyasi partiler, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirmek durumunda olan Diyanet İşleri Başkanlığının, genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasanın 136'ncı maddesi hükmüne aykırı amaç güdemezler."

Bir siyasi partinin toplumsal yaşamın örgütlenmesi ve yönlendirilmesi amacıyla kendi nevi şahsına münhasır oluşturacağı tüzük ve programda mevcut yasal zorunluluklar ikame edildikten sonra yapabileceği ne kalıyor? Şimdiye kadar 3 ayrı siyasi partinin tüzüğünden aynı konuda alıntı yaparak Siyasi Partiler Kanunu'nun oluşturduğu sınırlara dikkat çektim. Devlet babanın üç oğlanına verilmiş üç ayrı isim dışında bir farkları yoktur.

Bunlar dışındaki siyasi partiler yani kanunda sayılı hususlara dair itirazları olan siyasi partiler ne yapıyor. Kanun yapıcı devlet adına itirazı olanlara iki seçenek bırakmış; ya riyakar olacaklar ya da bu hükümleri tüzüklerine almaksızın zımnen kabulü esas alacaklar. Çoğunlukla ikinci seçenek tercih edilmektedir. Nitekim, Türkiye'de Siyasi Partiler Kanunu'nundan alıntıladığın hususlara aykırılıktan onlarca siyasi parti kapatılmış yöneticileri toplamda onlarca yıl hapis cezalarına maruz bırakılmışlardır. Devletin kurulu düzenini bozmaya yönelik tutum ve davranışlar sergilemek ithamıyla Türkiye'de Başbakan idam edildi.

Genel esaslar böyleyken parti içi duruma bakalım. Genel esaslarda 'teklik' vurgusuna göre tasarlanmış Siyasi Partiler Kanunu'nunda parti yöneticilerinin etkinliğini arttırabilmek için 'faydalı' düzenlemeler unutulmamış. Mesela ilgili yasanın 19'uncu maddesi. Parti il yönetiminin merkez tarafından yönetimden el çektirilmesi. A partisi genel merkez yönetimi İstanbul il yönetimini görevden el çektirmesi için illa ki geçerli bir gerekçe ileri sürmesi gerekmiyor. Bu nedenle kendisini hukuken güvende hissetmeyen parti alt kademe yöneticisi genel merkezin verdikleriyle yetinecek, söylediklerini itirazsız fiiliyata geçirmek durumundadır.

Tüm partilerin tüzüklerinde üye hakları diye bir başlık vardır ve bu başlık altında üyelerin seçimle belirlenen görevlere aday olma hakkı tanımlanmıştır. SPK'nın 37'nci maddesi bu durumla ilgilidir. Şöyle diyor: "Siyasi partiler, milletvekilliği genel veya ara seçimlerinde, adaylık için müracaat eden ve adaylığı uygun bulunanlar arasından, adayların tespitini; serbest, eşit, gizli oy, açık tasnif esasları çerçevesinde, tüzüklerinde belirleyecekleri usul ve esaslardan herhangi biri veya birkaçı ile yapabilirler. Siyasi partiler, ön seçim ya da aday yoklaması yaptıkları seçim çevrelerinde, toplam olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının yüzde 5'ini aşmamak üzere, ilini, seçim çevresini, aday listesindeki sırasını, ön seçim veya aday yoklaması tarihinden en az on gün önce Yüksek Seçim Kuruluna bildirmek koşuluyla merkez adayı gösterebilirler. Ön seçim ya da aday yoklaması yapılmayan yerlerde, siyasi partilerin merkez yoklaması veya diğer usullerden biri veya bir kaçı ile aday belirleme yetkileri saklıdır." Bir parantez açarak ifade edeyim milletvekilliği için oluşturulan bu kaideler diğer tüm seçimli görevler için de geçerlidir. Bu esaslara dayalı olarak seçilmiş görevlere talip olanların genel merkezle ihtilaflı olmayı göze alabilecek mi? Yapanlara deli denildiği çok olmuştur. Ancak benim üzerinde durmak istediğim kişisel itiraz değildir. İtiraz hakkının kanun yoluyla bloke edilmiş olmasıdır.

Ayrıca, her bir parti genel merkezine seçilebilir yerlerden aday gösterilebilecek yetkinlikle tanınmış kontenjan adaylığıdır. TBMM 600 üyeden oluşuyor ve her bir parti genel merkezi -daha açık ifadeyle Genel Başkan- bu sayının yüzde 5'ine tekabül eden 60 adayı doğrudan belirleme imkanına sahip olmanın demokratik ve ya ahlaki bir kriteri var mıdır? Bu madde bağlamında TBMM'nin reel durumuna bakalım. AK Parti'nin 295 üyesinden 60'sının, CHP'nin 144 üyesinden 60'ının, HDP'nin 67 üyesinden 60'ının kontenjan adaylığından geldiğini düşünün. Sandalye sayısı 60'ın altında olan MHP (50) ve İYİ Parti'yi (41) saymıyorum bile. Nasıl bir tablo ortaya çıkacağına dair en bariz örneği geçtiğimiz günlerde CHP'de görüldü. SPK'ya göre Milletvekilleri parti büyük kongrelerinin doğrudan delegeleridir. CHP'li muhalif delegeler olağanüstü kurultay toplanmasını sağlamak için imza topladılar. 129 milletvekili kurultay toplanmasın diye genel merkeze destek açıklaması yaptı. Kurultay için imza veren 2 milletvekili yeterli sayıya ulaşılamayacağı anlaşıldıktan sonra imzalarını geri çektiler.

Varsayalım ki çok cesur ve doğrularından taviz vermeyen bir partilisiniz. İlla da seçilmiş biri olmanız gerekmiyor. Partinizin ezberi dışında bir görüş savundunuz ve eylemde bulundunuz. SPK bunu da düşünmüş. Disiplin cezaları başlığı altında dizayn edilmiş 53'üncü madde bunun için vardır. "... Disiplin kurullarının vermeye yetkili oldukları disiplin cezaları ile hangi halde ne tür disiplin cezası verileceğinin parti tüzüğünde belli edilmesi zorunludur. Partinin hangi organ ve mercilerinin kimler hakkında ve hangi disiplin kurulunda disiplin cezası isteminde bulunabileceği ve disiplin cezalarına karşı yapılan itirazları incelemeye yetkili üst disiplin kurulları ve itirazın usul ve şartları, kanunda belirtilmeyen hallerde, parti tüzüğü ile düzenlenir. Disiplin kurullarınca parti üyeleri hakkında verilen kararlar gerekçeleriyle birlikte en geç otuz gün içinde ilgiliye tebliğ olunur. Bir partiye mensup milletvekilinin; o partinin Türkiye Büyük Millet Meclisi grubu üyeliğinden kesin olarak çıkarılması, partiden çıkarılmayı ve partiden kesin olarak çıkarılması da Türkiye Büyük Millet Meclisi parti grubu üyeliğinden çıkarılmayı gerektirir." Her konuda 'en iyisini bilen' kanun yapıcı üye haklarının korunması noktasında topu partiye atıyor. Diyor ki, 'işine geldiği gibi tüzük tasarımını yapabilirsin'. Nitekim 9-10 Mart 2018 tarihlerinde toplanan CHP Tüzük Kurultayı parti tüzüğünde önemli bir değişiklik yaptı. Büyük kurultayın olağanüstü toplantıya çağrılabilmesi için kongre delegelerinin salt çoğunluğunun imzası şartı getirildi.

Sıradan bir vatandaş olarak her hangi bir siyasi partinin üyesi olmak ve siyasete dahil olma hakkına sahip olmak istediniz. SPK'nın 19 ve 20'nci maddelerinde parti idarecilerine her hangi bir gerekçe sunmaksızın sizi üye yapmama yetkisi verilmiş. İstanbul Kadıköy ilçesinde ikamet eden biri olarak A partisine müracaatta bulundunuz. Yasanın 19'nci maddesinde 400 sayı sınırı getirildiği için üyeliğinizin reddi durumunda itiraz etseniz bile geçersizdir. Açıkça ifade edilmese bile sınırlamanın başka önemli bir dayanağı vardır. Eğer ki, üye sayısı 400 sınırını aşar ise kongre delegelerinin belirlenmesi için partilerin zahmetli bir yola tevessül etmeleri gerekecek: Ön seçim. Bu nedenle SPK partilere üye iradesinin nasıl etkisiz kılınabileceğini de kanun yoluyla göstermektedir.

Daha idealist bir noktadan bakalım meseleye. Kanuni zorunlulukları anlamlı bulmayıp, siyasal paradigmanızın meşruiyetine güvenmek istiyorsunuz. Ve siyaset yapma hakkının devredilemez olduğunu, bu nedenle de katılımcı bir etkinizin olmasını istiyorsunuz. TBMM'de grubu bulunan siyasi partilerin tüzüklerine baktım. Ayırt edici haklar HDP tüzüğünde görülebilir. Mesela parti tüzüğünün 3'ncü maddesinin h bendinde delegeye 'geri çağırma yetkisi' verilmiş. A ili yönetimini beğenmeyip kongre kararıyla görevden el çektirme yetkisi delegeye verilmiş. Ayrıca tüzüğün 8'inci maddesinde parti üyesinin parti kurullarını belirli konu başlıkları etrafında değerlendirme yapmak üzere toplantıya çağırma hakkı tanınmış. Ancak, yürütmenin üyenin bu talebine olumlu karşılık verme zorunluluğu bulunmamaktadır. Bir ayırt edici hüküm ise AK Parti tüzüğünün 99'uncu maddesinde mevcuttur: 'Parti içi demokrasi hakem kurullarının oluşması' öngörülmüş.

HDP çoklu grup yapısallığının yaratacağı sıkıntılardan yola çıkarak üyelerin grup veya birey olarak kendilerini ifade etme imkanına sahip olmasını sağlamak istemiş. Ancak bu hakkın kullanılabilirliliği açısından tanık olduğum bir deneyim yoktur.

Sonuç olarak, toplumsal yönetişimde siyaset enstrümanının zamanla oluşturduğu partili iktidar kavramsallığı teamül oluşturma evresinde oldukça sıkıntılı bir deneyim yaşatmaktadır. Özellikle bireyin bendinden taviz vermeksizin parti kolektivizasyonu içinde var olma şansı neredeyse hiçtir. Bu kolektivizasyonda topluluk olmak esastır. Bu nedenle parti içi demokrasiye heves etmeyin demiyorum, ancak tersiyle karşılaşırsanız hayal kırıklığına uğramayın diyorum. Nitekim, geniş yetkilerle donatılmış yönetici ihtiyaç duyduğunda bu yetkileri kullanmaktan imtina etmeyecektir. Çoğunlukla azınlık çoğunluk durumuna geldiğinde 'men dakka dukka' kuralına sarılır.

*24. HDP Hakkari Milletvekili