Türkiye’de bir 'felsefe dili' kurmanın imkânı

Türkiye’deki “dil vasatı”, gündelik olmasının yanında politik bir kabalığın ve estetik yoksunluğun da tutsağı gibidir. Sözcüklerde felsefî bir içerik şöyle dursun, estetik bir dolgunluk dahi bulunmaz. Her sözcük hem gündelik ve vasat hem de politik ve kabadır. Aslında bu ikisi [gündelik vasatlık ve politik kabalık] varlıklarını birbirlerine borçludur; birisi bozguna uğramaya görsün, diğeri de peşi sıra çözülmeye mahkûmdur.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Felsefe, bir “dil iklimi”dir. Tarih beri bütün düşünsel ekollerde (söz gelimi; Antik Grek Felsefesi’nde, İngiliz Empirizmi’nde, Alman İdealizmi’nde, Viyana Çevresi’nde, Fransız Varoluşçuluğu’nda ya da Fransız Postyapısalcılığı’nda) felsefe, “yeni bir dil olanağı” olarak ortaya çıkmış ve −toplumsal/gündelik dildeki temel motivasyonlardan, tarihsel arka bahçeden ya da kültürel var oluştan da hareketle− yeni kavramlar üreterek kendi dilsel sınırlarını çizmiştir. En açık ifadeyle ise, Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin Felsefe Nedir?’de söyledikleri gibi “Felsefe, kavramlar oluşturmak, keşfetmek, üretmek sanatıdır” (Deleuze & Guattari, 2017, s. 12). Bundan sadece hiç yoktan bir sözcüğün dile eklenmesi değil; aynı zamanda da, var olan kök sözcüklerin yeni bir konseptte birleşerek dile gelmesi ya da var olan sözcüklerin yeni bir anlam içeriği ile sil baştan yazılması da anlaşılmalıdır – Kant, Jaspers ya da Heidegger’in Dasein’ı, Fichte’nin Wissenschaftslehre’si yâhût da Derrida’nın Différance’ı gibi… İnsan, dilin içerisine doğar ve –zihinsel ya da bedensel olsun− tüm devinimleri yine dilin içerisinde gerçekleşir. Toplumsal bir varlık olarak insan ise, içine doğduğu bu dili “vasat uzlaşı” ile ölçünlüleştirerek ya da idealleştirerek bir iletişim aracı hâline getirmekten imtina etmez. Oysaki dili sonsuza uzatmak, bükmek, yarmak ya da esnetmek hâlen olanaklıdır. Felsefesinin ilgisini cezbeden de işte bu olanaklılıktır.

Türkiye’de ise mesele bu denli derin anlaşılmaz: Öyle ki bu coğrafyada, metafor, ironi ve aşırılıkta oldukça beceriksiz ya da dili terörize etmek ve onu sınırlarına çekmek konusunda düpedüz cesaretsiz bir dilsel kurguya sıkı sıkıya bağlanılmış; bu hâliyle ise “dil vasatı” kutsanarak yeni dil olanakları daha en başından şeytanlaştırılmıştır. “Dil vasatı” ise, gündelik ihtiyaçları (elbette seks hariç), temel toplumsal ödevleri (elbette linç dâhil) ve her türden “geriletici gerilim”i temeline alan, sınırları özenle ve kurnazca çizilmiş −ve bu sınırların dışına taşan söylemciyi anında yok edecek kusursuz bir mekaniğe sahip− statik bir yapıdır. Öyle ki bu statik yapıya, on yıllar var ki; −Türk Dil Kurumu’nun tuhaf önerileri dışında− ne yeni bir kavram sokuşturulabilmiştir ne de zaten var olan bir kavram yeniden içeriklendirilerek bambaşka bir varlık alanına kapı aralanabilmiştir (örneğin bundan elli yıl önce bir hakaret sözcüğü olarak kullanılan “anarşist” ya da halk ağzıyla “anarşik”, bugün hâlen bir hakaret sözcüğü olarak kullanılıyor – Yoksa siz de mi anarşistsiniz?). O hâlde bizim coğrafımızın yakın tarih dilsel macerası şu mottoyla özetlenebilir: “Girişler ve çıkışlar yasaktır!” Gel gelelim esneyemeyen, yarık açılamayan, ölçünlü, sınırları keşfe kapalı ve kendisini yeniden üretemeyen her dil, için için çürür; bugün yaşamakta olduğumuz dilsel garâbet ve zihinsel gerileme de tam olarak buradan beslenir.

Pekâlâ şu durumda bile, Türkiye’de bir “felsefe dili” oluşturmak hâlen olanaklı mıdır ve bu olanak bize ne ifade eder? Tarihsel hakikat bize şunu söyler: Yazının en başında adını andığımız hemen tüm felsefe ekolleri (Antik Grek Felsefesi dâhil), bizimkine çok benzer, “duraksayan” dilsel iklimlerde yeşermiştir. Kaldı ki bu türden buhranlı dilsel iklimler, yeni bir dil ve gelenekselleşmeye namzet bir “felsefe dili” oluşturabilmek için eşsiz olanaklardır: Adornocu hakikatle ise; “Gözünüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir” (Adorno, 2014, s. 54). Yani “ilkece” söyleyecek olursak, Türkiye’de de bir “felsefe dili” oluşturmak şu iklimde pekâlâ mümkündür. Lâkin “ilkece” vurgusunun altını itina ile çizmem gerekir; zirâ mantıkî olarak mümkün olan bir şey, pratik olarak hâlen mümkün olmayabilir. Bunun pratik olarak da mümkün olması; kültürel bir arka bahçenizin, tarihsel bir motivasyonunuzun, bozgunculuk için yürekliliğinizin ve tüm dilsel saldırılara karşı direncinizin var olmasına bağlıdır. Bir dili yapı söküme uğratmak –deyim yerinde ise “oyunu bozmak”−, yazıldığı, okunduğu ve zannedildiği kadar kolay değildir. Bunun için toplumun istisnasız tüm cephelerinde (ve her gün yeni bir cephe eklenmektedir), zihinsel ve bedensel bir mücadeleye girişmek gerekir. Yalnız bu kadarı da kâfi gelmeyecektir üstelik; aynı zamanda bu mücadeleye “adanmış” ve bu mücadeleyi tümüyle “sindirmiş” olmak da elzem bir ön koşuldur.

Gel gelelim durum böylesine iç karartıcı mıdır? – Hayır, aslında çok daha iç karartıcı yanları da vardır bu konunun. Türkiye’deki “dil vasatı”, gündelik olmasının yanında politik bir kabalığın ve estetik yoksunluğun da tutsağı gibidir. Sözcüklerde felsefî bir içerik şöyle dursun, estetik bir dolgunluk dahi bulunmaz. Her sözcük hem gündelik ve vasat hem de politik ve kabadır. Aslında bu ikisi [gündelik vasatlık ve politik kabalık] varlıklarını birbirlerine borçludur; birisi bozguna uğramaya görsün, diğeri de peşi sıra çözülmeye mahkûmdur. Bu iki dilsel sapkınlığın, birbirine tutkun iki âşık gibi sıkı sıkıya sarılı olması, bir “felsefe dili”nin oluşmasının önündeki bir diğer engeldir. Günümüz Türkiye’sinde ise bu sıkı sıkıya sarılmışlık durumu, belki de tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar belirginleşmiş, açık seçikleşmiş gibidir (örneğin; “adamsın!” söylemi hem gündelik olarak vasat hem de politik olarak kabadır; ama söylemi öncelikli olarak hangisinin motive ettiği ilk duyuşta artık kestirilemez). Bibeden olmuş bu dilsel ikilikte bir gedik açabilmek ya da bir yırtık oluşturabilmek şu hâlde imkânsızdır. Elbette bu imkânsızlığın, yukarıdaki paragrafta bahsi geçen yüreksizlik, dirençsizlik ve yeteneksizliklerle de yakından ilgisi vardır. Burada bir gedik açmak ya da bir yırtık oluşturmak, “ilkece” hâlen mümkünken, −bir inançsızlıktan, bir çaresizlikten ya da bir umutsuzluktan değil ama− pratik bir imkân neredeyse artık kalmamıştır.

Yine de merhaba!

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun.

Kaynaklar:

ADORNO, Theodor, Minima Moralia, Metis Yayınları, 2014 (8. Basım).

DELEUZE, Gilles & GUATTARI, Felix, Felsefe Nedir?, YKY, 2017 (11. Basım).