Üniversiteler Milli Eğitim'den ne bekliyor?

İlk ve orta öğretimin çıktısı olan öğrenciler, yükseköğretimin girdisidir. Bu girdi ne kadar nitelikli olursa, akademik becerilerini geliştirerek bilim yapma potansiyeli de o kadar artar. Temelleri doğru kurulmayan bir sürece ileri aşamalarında müdahale etmek, gecikmiş hamlelerle yanlışları düzeltmek ise dünyanın en iyi üniversitelerinde bile mümkün değildir.

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Yeni kabinenin en heyecan uyandıran ismi Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Ziya Selçuk oldu. Eğitim sisteminin çeşitli alanlarındaki deneyimi, medyada yer alan değerlendirmeleriyle yenilikçi ve bütünlüklü bakış açısı, sorunların ve mağduriyetlerin farkında olması ve bunlara yönelik hassasiyeti, yapboz tahtasına dönmüş eğitim sistemi için umut kaynağı oldu. Buna rağmen eğitim sistemindeki sorunların aşılması ve umudun gerçeğe dönüşmesi ancak ve ancak eğitime yönelik bakış açısında bilimin siyasetin önüne geçmesiyle mümkün olabilir.

Eğitim sürecinin erken basamaklarındaki aksaklıklar üçüncü basamak olarak değerlendirilen yükseköğretimde de etkisini keskin bir biçimde gösteriyor. Daha önceki aşamalarda bilgi ve becerisini belli bir alana odaklayamayan gençler sırf puan ya da sıralama nedeniyle istemedikleri bölümlerde okuyor. Motivasyondan ve meraktan yoksun öğrenciler eğitimin diplomadan, basit bir kağıt parçasından ibaret olduğunu sanıyor. Sorun bununla da bitmiyor, yükseköğretim mezunlarının büyük kısmı eğitimini aldığı işi yapmıyor. Yapmak isteseler bile, Avrupa’nın en yüksek genç işsizliğine sahip ülkemizde nitelikli ve güvenceli iş bulma süreçleri mezuniyet sonrası iki yıl kadar sürebiliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 günlük eylem planında eğitim sisteminin işleyişine yönelik hedefler önemli değişiklikler içerse de bunlar makro düzeyde geçerli olabilecek, daha çok idari sorunları çözmeye yönelik politika seçenekleridir. Ancak tabanda öğrencilerin birebir maruz kaldıkları yapısal sorunları çözmede ne kadar etkili olacakları belirsizdir. Örneğin e-portfolyo sistemi, bakanlıkta büyük veri sisteminin kurulması, profesyonel eğitim yöneticiliğine geçilmesi mutlaka sistemde iyileştirmelere yol açacaktır. Ama bu iyileştirmeler öğrencilerden çok bürokratların ve yöneticilerin işine yarayacaktır. Okulların güvenlik sorunu özellikle büyük ve kalabalık metropol okulları için önem taşımaktadır. Ancak güvenlik sorununu polis yerine eğitim araçlarıyla çözmeye çalışmak pedagojik olarak daha doğru bir yaklaşımdır. Dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığı’nın her bir politika için düşünmesi gereken unsur, politika değişikliklerinin öğrencilere ve velilere kadar yansıyan yayılım etkisidir.

Gerek Milli Eğitim Bakanı’nın yaklaşımları gerekse politika önermeleri sorumluların sorunların ne olduğunu bildiğini gösteriyor. Ancak asıl önemli olan sorunlara yönelik doğru yaklaşımlara ve yapısal dönüşümlere odaklanırken deneme-yanılma yöntemiyle ortaya çıkan ve kuşaklar boyu devam eden etkilerin önlenmesidir. Bu noktada ilk 100 günden bir mucize beklemek gerçekçi olmayacaktır. Gerçekçi bir yaklaşım sorunları hedef alan politika değişikliklerini eş zamanlı ve tutarlı bir biçimde uygulamaktır.

EĞİTİMDE BİRLİK VE EŞİTLİK

Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren okullar birkaç biçimde kategorize edilebilir. İlk ayrım devlet okulları ve özel okullar, bir sonraki ayrım kırsalda ve metropollerdeki okullar ve eğitim alanına göre ayrılan okullar olarak sayılabilir. Bunun dışında dershanelerin kapatılmasıyla dönüşen temel liseler ve örgün öğretime devam edemeyen kişiler için açık liseler vardır. Bu kurumsal çeşitliliğin ötesinde eğitim sistemimizde sınıfsal, bölgesel, eğitsel ayrımlar da söz konusudur. Hâlâ Doğu ve Batı illeri arasında dehşet bir başarı farkı gözlemlenmektedir. Özel okullar ve devlet okulları arasındaki nicel ve nitel uçurum giderek büyümektedir. Buna karşılık temel liselerin ve açık liselerin eğitimdeki başarısı belirsizdir. Lise mezunlarının başarısını ölçmek için yalnızca üniversite sınavlarının sonuçlarına bakmak gerçekçi bir değerlendirme sunmayacaktır. Zira sınav sistemlerinin neyi nasıl ölçtüğü de ayrı bir muammadır. ÖSYM’nin açıkladığı YKS sonuçlarında ülke ortalaması 40 matematik sorusundan dört bile değilken, 24 Türkçe sorusunda doğru cevap oranı beş cevabın altındadır.

İlköğretim ve liselerde minimum eğitim standardı temel bilgi ve becerileri kapsayacak bir biçimde yeniden yapılandırılmalı, uzmanlaşma doğru zamanda doğru alanlarda yapılmalıdır. Kurumların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olması yeterli değildir; kurumların minimum eğitim standardını ve temel bilgi ve becerileri kazandırma yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve bu yükümlülüklerin denetim ve yaptırımla takip edilmesi gerekir.

SARMAL YAKLAŞIM HER SEVİYE VE HER EĞİTİM ALANI İÇİN UYGUN MU?

İlköğretimde uygulanan sarmal eğitim yaklaşımına göre konular tekrar tekrar öğrencilere sunulmakta ve her bir tekrar konunun pekiştirilip bilginin kademeli olarak artırılması hedeflenmektedir. Ancak her bir tekrar aşamasında öğrenci konuyu hatırlamak için belli bir zaman ve enerji harcamakta, aradan geçen zaman kazançtan çok kayba yol açmaktadır. Buna alternatif yaklaşımlar modüler öğrenme süreçleri, önceki dönemlerde kullanılan konuları önkoşula bağlı olarak aşamalandıran lineer yaklaşım ya da uzmanlaşmaya dönük daha esnek yaklaşımlar söz konusu olabilir. Burada asıl soru uygulanan modelin her eğitim alanına ve her konuya uygun olup olmadığıdır. Temel alanlarda lineer ve bütünlüklü bir yaklaşım öğrencinin her bir konuyu diğerleriyle ilişkilendirerek analiz ve sentez becerilerini geliştirmesine imkan tanır. Türkiye genelinde 40 matematik sorusundan ancak dört tanesinin doğru cevaplanması temel sayısal becerilerin yaygın bir biçimde yerleşmediğini göstermektedir. Aynı durum anadilinde okuma, anlama ve ifade becerileri için de geçerlidir. Bu kadar düşük bir performansta eğitim tekniklerinin en başından itibaren sorgulanması gerekmektedir.

ZAMANINDA UZMANLAŞMA, DOĞRU YERLEŞTİRME

Eğitimin sürecinin “temel eğitim” dönemi olarak değerlendirilen ilk sekiz yılında öğrencilerin tüm akademik alanlarda temel bilgi ve becerileri bütünsel bir biçimde kazanmaları beklenir. Ortaöğretimde ise öğrencilerin bilgi ve becerilerine, özel yeteneklerine ve mutlaka kişisel ilgi alanlarına göre uzmanlaşmaya yönlendirilmeleri gerekir. İdeal durum böyleyken, gerçek durumda 2018 LGS sonuçları, Türkiye’de eğitim sisteminin uzmanlaşma konusundaki idealden ne kadar uzakta olduğunu gözler önüne sermektedir. 342 bin boş kontenjanın büyük kısmı meslek liseleri ve imam hatip okullarında iken, 91 bin öğrenci ise hiçbir okula yerleştirilmemiştir. Ailelerden ve öğrencilerden talep olmadığı halde belli okul türlerinde ısrar etmek, eğitimin bir politika aracına indirgenmesine ve devlet kaynaklarının etkin olmayan bir biçimde kullanılmasına neden olmaktadır. Bir tarafta boş kalan okullar diğer tarafta okulsuz kalan ve açık liseye mecbur bırakılan öğrenciler, Türkiye’nin en değerli kaynağı insan gücünü, beşeri sermayesini boşa harcaması demektir.

SINAV SİSTEMİ NEYİ ÖLÇER?

Sınav sisteminin üç temel işlevinin ölçme, değerlendirme ve yerleştirme olduğu göz önüne alındığında, ilköğretimin temel bilgi ve becerilerini ölçecek liselere yerleştirme sınavlarının kapsamı ve bu kapsama yönelik kullanılacak teknikler bellidir. Böyle bir bağlamda tekerleği yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Siyasi bir söylemin sonucu olarak TEOG sınavının kaldırılması, ilk aşamada beklendiği gibi öğrencilerin liselere yerleştirilmesinde esneklik veya etkinlik sağlamamış, daha da kötüsü yerine gelen LGS sınavı daha büyük bir karmaşaya ve daha fazla eşitsizliğe neden olmuştur.

Benzer bir biçimde defalarca değiştirilen üniversite sınavı da üç temel işlevi karşılamakta yetersiz kalmaktadır. En temel sorunlardan biri öğrencilerin sınavdan önce değil sonra tercih yapmalarıdır. Bu durumda öğrenciler, bilgi ve becerilerine göre değil, puanlarına göre alanları dışında bölümlere de tercih yapmakta, sırf üniversiteye girmiş olmak için dahi tercihlerini ilgileri dışındaki alanlara yöneltmektedirler. Bu durum hem haksız rekabete yol açmakta hem de yükseköğretimin verimliliğine ket vurmaktadır. İkinci bir sorun, ortaöğretim başarı puanı ve ek puan uygulamalarının okullar tarafından değerlendirmeyi esnetecek biçimde kullanılması ve lise eğitimi sırasında yapılan ölçme ve değerlendirmelerin amacından sapmasıdır. Bu nedenle, son yıllarda okullarda görülen tuhaflıklardan biri notların yüksek seyretmesi ve öğrencilerinin büyük kesiminin takdirname alabilmesidir. Sınav performansı düşerken, öğrenciler sınav sorularının ancak küçük bir kısmını doğru cevaplayabilirken nasıl oluyor da lise değerlendirmeleri bu kadar yüksek oluyor?

Beş binden fazla yükseköğretim kurumu bulunan ABD, üniversitelere girişte SAT sınavını uyguluyor. Sınav 1926 yılından beri uygulanmakta ve içeriği ana hatlarıyla sayısal ve sözel becerileri ölçmektedir. Bunun dışında SAT II olarak geçen konu odaklı sınavlar, öğrencilerin uzmanlaşmak istedikleri alanlardaki alt yapısını göstermektedir. Öğrenciler başvuracakları bölümlere uygun konu sınavlarını kendileri seçer. Amerikan üniversiteleri bireysel başvuruları kabul ederken sınav sonuçlarının yanı sıra öğrencilerin bireysel özelliklerini, başarılarını ve ilgilerini de dikkate almaktadır. İngiltere’de 1951 yılından beri uygulanan lise mezuniyet sınavı olan A-level sınavları ise ülkede birçok üniversite tarafından başarı göstergesi olarak kabul edilmektedir. Bu sınavların içeriği ABD örneğindekinden farklı olarak modüler biçimde tasarlanmış ve öğrencinin ilgi ve becerisine göre konulara ayrılmıştır. Öğrenciler uzmanlaşacakları konuya lise yıllarında karar vermek ve buna yönelik konulara hazırlanarak, o konuların A-level sınavlarına girerek başarı göstermek zorundadır. Her iki model de uzun süredir uygulanmakta ve radikal değişikliklerle öğrencilerin mağdur edilmemesine dikkat etmektedir. Her iki model de temel bilgi ve beceri ile evrensel bir ölçüm yaparken, uzmanlık alanlarını ölçen sınavları da destek olarak kullanmaktadır.

Türkiye büyük bir genç nüfusun eğitim ihtiyacını karşılayacak akademik altyapıdan yoksundur. Üniversite sayıları son yıllarda artsa da öğretim üyesi sayısının azlığı, altyapı sıkıntıları, öğrencilerin karşılaştıkları finansal zorluklar yükseköğretimin niteliğini aşağı çekmektedir. Sürekli kontenjanların artırılarak daha çok insanın üniversite mezunu olması, nicelikte bir artış yaratsa da niteliksiz mezunlardan başka bir şey üretmemektedir. Artan kontenjanlar, üniversitelerde öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısını makul eğitim ve danışmanlık işlevlerini aksatacak düzeylere çıkarmaktadır. Her ile bir üniversite açılması öğrencilerin bu üniversiteleri tercih ettikleri anlamına gelmemektedir. Nitekim 2017 yılında üniversitelerde beklenmedik bir boş kontenjan patlaması görülmüştür.

İŞGÜCÜ PİYASASINI DİKKATE ALAN BİR EĞİTİM POLİTİKASI

Türkiye’nin en büyük sorunu, eğitim sistemini de kapsayacak bir biçimde ülkenin üretim kapasitesini gerçek anlamda kullanmasına izin vermeyen işsizlik sorunudur. Yapısal olarak işsizlik oranı yüzde 10 civarında, genç işsizliği ise son on yıldır yüzde 20’nin üzerinde seyretmektedir. Bunun yanı sıra kadınların işgücüne katılım oranı ücretsiz aile işçileri dahil edildiği halde yüzde 32 civarındadır. Eğitim politikalarının işgücü piyasasındaki göstergeleri de dikkate alarak, vasıflı işgücü yetiştirmeye yönelik politikalar üretmesi gerekmektedir.

Vasıflı işgücü inşa sürecine dair önemli örneklerden biri Singapur’un gerçekleştirdiği eğitim atılımıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık mücadelesi süren ve ancak 1965’te tam bağımsız bir cumhuriyet olan Singapur, 1947’deki On Yıllık Eğitim Planı ile başlayarak evrensel bir eğitim inşa etme sürecine girdi. Ülkedeki çok kültürlü yapının zorluklarını aşmak için iki dilli eğitim sistemiyle bütün öğrencilerin iyi derecede İngilizce öğrenmesi sağlandı. Ülkenin alan olarak küçük olması ve doğal kaynakların kıtlığı nedeniyle devlet insan kaynağını etkin bir biçimde kullanmak için eğitime ağırlık verdi. Nitelikli eğitim yaklaşımı 1980’lerde Doğu Asya kaplanlarından biri olan Singapur’un çok uluslu şirketlerin yatırım tercihlerinde öne çıkmasına neden oldu. Çok uluslu şirketlerin Türkiye’yi tercih etmesinin nedeni niteliksiz ve güvencesiz ucuz işgücü iken, Singapur’un tercih edilmesinin nedeni nitelikli, yabancı dil sorunu olmayan işgücüne sahip olmasıdır. Bugün Singapur, US News & World Report eğitim sistemleri değerlendirmesinde dünyada 16'ncı sırada yer alıyor. US News & World Report’un dünya üniversiteler sıralamasında iki Singapur üniversitesi yer alırken, ilk yüzde yer alan tek bir Türk üniversitesi bulunmamaktadır.

SİYASETTEN BAĞIMSIZ, BİLİMSEL EĞİTİM

Eğitim sisteminin yeni nesillerin dünya standartlarında bilgi ve beceri donanımıyla yetiştirilmesi amacına uygun bir biçimde örgütlenmesi ve kurumsallaşması için temel dayanağının siyaset değil, bilim olması gerekir. Siyasi motivasyonlara göre yapılandırılmış kurumlar, bilimsel bilgi yerine hakim ideolojiyi düstur edinen bir müfredat, itaatkar, kurallara uyan ama yeniliğe açık olmayan, bilmeden inanan, sorgulamayan ve sorgulamadığı için de çözüm üretemeyen bireyler yaratır. Bağımsız ve bilimsel düşünceden yoksun bireylerin ise bugün geçerli olan ağ toplumunda, bilgi ekonomisinde, küresel toplumda söz sahibi olması zordur.

İlk ve orta öğretimin çıktısı olan öğrenciler, yükseköğretimin girdisidir. Bu girdi ne kadar nitelikli olursa, akademik becerilerini geliştirerek bilim yapma potansiyeli de o kadar artar. Temelleri doğru kurulmayan bir sürece ileri aşamalarında müdahale etmek, gecikmiş hamlelerle yanlışları düzeltmek ise dünyanın en iyi üniversitelerinde bile mümkün değildir. Bütün bunlar, eğitim sürecinin bütünlüklü, karşılıklı etkileşimle yürütülmesi gerektiğini göstermektedir.

*Doç. Dr., Ege Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü