OHAL'i anlamak ve yorumlamak

Bir kuram insanı, bir felsefeci olarak bu yazıyı yazmama vesile olan temel motivasyon, mücadelenin sahada bizi ister istemez yönelteceği tikel sorunlar içinde büyük resmi gözden kaçırmamamız gerektiğini tekrar hatırlatma ihtiyacıdır. Aksi takdirde verilen mücadelenin amacını unutup bütün iletişimi hukuki prosedürlerin başarıyla yerine getirilmesi meselesinde düğümlemek ve hatta adliye koridorlarında yapılan bir koşu yarışına dönüştürmek mümkündür. Bu ortamda kendini savunmaya çalışan akademisyenin düşmemesi gereken başlıca tuzak, ağaçlara bakmaktan ormanı görmemek olabilir.

Google Haberlere Abone ol

Emrah Günok*

Beklenen oldu ve çoktan kaldırılmış olması gereken OHAL'in normalleştirilip 'HAL'e dönüştürülme sürecine start verildi. Beklenenin bu değil de OHAL'in kaldırılması olduğunu; dolayısıyla muktedirin bu sürece ilişkin olarak yaptığı muhasebeyi insanlarla aklî bir paylaşımın konusu haline getireceğini düşünenlere bu yazıyı bir kenara bırakmalarını öneririm. Aklı başında insan açısından bekleniyor olması lazım gelen OHAL'in normalleştirilmesi, yani siyaset kültürüne sorgulanmaksızın yedirilmesi idi. Böyle bir çabanın uzantısı olarak son KHK'larla yapılmaya başlanılan, bunların devamcısı niteliğindeki cumhurbaşkanlığı kararnameleri yardımıyla ise perçinlenecek olan yeni düzenlemelerden bahsedilir oldu. Ama sanki her şey normalmiş gibi "yeni düzenlemeler"den bahsetmenin hiçbir anlamı olmadığı için sorulması gereken, söz konusu normallik algısının altında yatan ve kendilerini çaktırmadan dayatan normalleştirmelerin hangileri olduğu idi.

Normalleştirilen ilk şey Kürt nefreti ve ırkçılık oldu. Bu pek tabii ki yeni bir olgu değildi. 90lı yıllarda zirve yapmış olan ve terör söyleminin girdiği binbir kılıkla bir halkı kriminalize etmekte beis görmeyen sığ anlayış öyle bir hale geldi ki, altı milyona yakın oy alan bir siyasi partiyi desteklemek terör destekçisi olmakla neredeyse bir tutulur oldu. Söz konusu partinin meclise girmiş olması da bir şey değiştirmedi. Üstüne üstlük, parti başkanının cezaevinden seçim çalışması yürütmek durumunda olması da hiç garip karşılanmadı, normalleştirilen bir başka öğe olarak hayatımıza katıldı. Böyle bir normalleştirmeyi engelleyecek düşünce ve yorumların üreticisi konumundaki özgür medyanın bütünüyle iktidar güdümüne girmesi; vergilerimizle ayakta duran TRT'nin tek bir adamın propagandasını yürütecek şekilde seçim yayını yapması da normalleştirdiğimiz bir başka dünya harikası idi.

Medyanın köleleşmesi karşısında tüm ümidimizi yitirmemizin önüne geçecek, olan biteni kayıt altına alacağına hep güvendiğimiz özgür bir akademimiz var, diye düşündük, ama o da maaşına tutunmaktan başka bir derdi olmayan öğretim memurlarının istilası karşında teslim bayrağını çekmişti. Onların da hakkı ödenmez destekleri sayesinde barış yanlısı olmanın terörist olmak anlamına geldiğini öğrendik, terörün bu yeni anlamını normalleştirip hafızaya aldık. Eskinin derin devleti ile iş tutan ve bugünün iktidarına yaranıp hayatta kalmaya çalışan mafya babalarının akademi camiasının kanına girme fantezilerini yanıtsız ve cezasız bırakmayı da normalleştirdik. Eh, bunca normalleştirme sonunda da gayet normal bir dünyada yaşamaya başlamış olduğumuzu ümit ediyoruz, normal olarak.

Ümit ediyoruz etmesine de, iktidarın on altı senelik antidemokratik yönetme deneyimi sonucu öğrendiği çok önemli bir şey var. O da beklentiselliği diri tutmanın ezme pratiğine her daim yakıt sağladığı gerçeği. Felsefeci ağzıyla konuşacak olursam, muktedir iktidar alanının yalnızca edimsellik değil, aynı zamanda potansiyellik terimleri vasıtasıyla kurulmakta olduğunun farkına varmış görünmekte. Dolayısıyla yapmış olduğu güç gösterisi ve yakmış olduğu canlar yanında, daha fazla can yakabilmesini her daim sağlayacak olan bir güç bakiyesinin varlığına yönelik inancı da diri tutması gerekli. Negatif anlamıyla güç yıkıcı güçtür; ama bu negatif gücün faşist bir iktidara dönüşmesi için tehdit niteliği taşıyan, potansiyel bir fazlayı da aba altında hissettirmekten geri durmaması şarttır.

İşinden ettiği akademisyenlerin artık daha fazla zarar görmekten çekinmeyecek duruma gelmesi ve barış söyleminde ısrarcı olmalarının önüne geçmek demek, onlara yöneltilmiş tehdidi canlı tutmak, teşvik etmek ya da en kötü ihtimalle engellememek demektir. Kanda duş alma fantezisi kaybedeceğini kaybetmiş olan güruha, kaybedecek başka şeylere de sahip olduğunu hatırlatan bir şiddet söylemidir. Burada dile gelen tehdit, yapacağı etkiyi ancak ve ancak edimsel hale gelmemiş olması koşuluyla, yani potansiyel olarak kalmaya devam ettiği sürece yapabilir.

Felsefe sahnesinde virtüel kavramı siyaset sahnesindeki işleyişin temel mekanizmasını açıklayan bir işleve sahip olup, potansiyelliğinde aktif ya da edimsel olanı betimlemek için kullanılır. Hakkı yenilmiş olanın hak arayışı engellenmiş, bir tehdit sayesinde her daim baskılanmamış ve hatta bir yasayla imkansız hale getirilmemiş ise, söz konusu cürümü işlemiş fail olarak ortada siyasi bir iktidar değil, basit bir at hırsızı vardır. Türkiye örneğinde ise at hırsızı ile karşı karşıya olmadığımız açıktır.

Bu virtüalite mevzuuna bir de pozitif açıdan bakacak olursak, aynı iktidar işlevini üretmek ve etkin kılabilmek için muktedirin bu kez hayata geçirdiği şiddet gösterilerine hayaller, ümitler ve beklentileri de eklemesi gerektiğini anlamaya başlarız. Bunun anlamı şudur: sadece yok etmekle iktidara dönüşmek mümkün değildir. En zalim iktidarın dahi varlık koşulu, vasıtasıyla dehşet saçtığı işkence pratiklerine eklemiş olduğu ve bir siyasi erk odağı olarak tanınmaya devam etmek istiyor ise her daim diri tutmaktan kaçınamayacağı af beklentisidir.

Devlet Bahçeli'nin kendisi ve benzerleri için yaptığı af çağrısı sonrasında, bu çağrıya olumlu yanıt verme konusunda isteksiz bir tavır takınan RTE'ye yazdığı mektupta oldukça sert ve eleştirel bir dil kullanan Çakıcı'nın doğru olarak anladığı şey, tam da bir kişinin insafına kalmış olmanın o kişiye yenilmiş olmak anlamına geldiği gerçeğinden başkası değildir. Kanundışı bir şebekeyi yıllarca yönetmiş olmaktan kaynaklı olarak egosu şişmiş bir zatın kendi geleceğini bir kişinin iki dudağı arasında bulmaya çalışmasından kaynaklı hınçtan başkası değildir o mektubun yansıttığı. Diğer yandan muktedir, bu noktada affetme potansiyeline sahip olduğu gerçeğini mümkün olduğunca görünür kılmak suretiyle iktidarını iyice pekiştirmiştir.

Şimdi son olarak kalkan OHAL sonucunda varlık nedenlerini hala yitirmemiş olan OHAL komisyonlarına gelecek olursak, söz konusu komisyonların da ürettikleri af beklentisi sayesinde pozitif bir virtüaliteye sahip olduğunu görmemezlik edemeyiz. Akademinin barış talebini cezalandırmaya cüret edebilmiş olan bu çağdışı iktidar, sanki hukuk ve yurttaşlık bilincinden haberdarmış gibi bir de haksızlık yaptığı bu kitleyi kurumlar aracılığıyla affetme hakkını kendinde görmektedir. Söz konusu komisyonların insafına kalmak, barış akademisyenleri açısından başlı başına gurur kırıcı ve aşağılayıcı bir durumdur. Buralardan çıkacak olan kararın mahiyeti önem taşımaksızın, sadece onlar vasıtasıyla affedilmeyi beklemek, dolaylı olarak suçun itirafı olmayacak mıdır?

Bu noktada benimle aynı fikirde olmayacak olanlarla ilgili olarak aklıma gelen iki ihtimal bulunmaktadır: Ya zamanında takındıkları tavır ve ortaya koymuş oldukları tutumdan ötürü pişman olmuşlardır, ya da bu cehennemden çıkan yolun hala cehennem içinden geçmek zorunda olduğunu hatırlatıyorlardır. Barış talebinden dolayı pişman olmanın ne demek olduğu konusunda ahkam kesecek derinliğe zinhar sahip olmadığımdan, değerlendirmeye almak istediğim ihtimal ikincisidir.

Yani söz konusu olan bir sistemi ya da anlayışı içeriden fethetmek ise, böyle bir sistemin ya da anlayışın bir kendilik bilincine sahip olması; içerdiği herhangi bir çelişkinin gün yüzüne çıkartılabildiği herhangi bir anda da bu ifşaata, en azından ilkece, onay verebiliyor olması gerekir. Ama yönetimin kolektif bir anlayış üzerine değil de, şahsi bir irade üzerine; yani hukuk değil de kapris üzerine kurulmuş olması, söz konusu çelişki gibi binlercesinin ortaya konulması durumunda bile hiçbir şeyin değişmeyeceğini gösterir. Sadece geçmiş örneklere bakmak dahi bunu anlamak için yeterlidir. Çoktan farkına varılmış olduğuna yürekten inandığım ama bugüne kadar açıkça dillendirildiğine şahit olmadığım şey şudur ki, söz konusu OHAL komisyonlarının barış akademisyenleri, Eğitim-Sen'li öğretmenler ve solcularla bir ilişkisi yoktur. Tersine, söz konusu komisyonlar, başlarını yakarken gözlerinden kaçmış, artık işlerine yarayacaklarına ikna olmuş oldukları; affedilmekten kaynaklı minnet duygusunun etkisiyle kendilerine daha da sadık olacak olan sağ kesimleri geri kazanmak için tesis edilmiş mekanizmalardır.

Af beklentisini diri tutmak bu son kesimin kölece bağlılık motivasyonunu arttırırken, sol kesimlerin takibata alınmaksızın takibine, hapse atılmaksızın kısıtlanmasına yarayacaktır. Değil mi ya, Türkiye'nin belki de en aydın insanlarından müteşekkil olan bir kitlenin muhalif enerjisini minimum enerji sarfiyatıyla baskılamanın en iyi yolu, onları bürokrasinin karmaşık koridorlarında yollarını bulmaya zorlamak ve böylelikle de af beklentisine gark olup pasif hale gelmelerini beklemek değil midir?

Şu halde söylemek istediğim, mağdur akademisyenleri toplu bir pasifizme davet edip mevzubahis komisyonlara başvurmaktan vazgeçirmeye çalışmak değildir. Bir kuram insanı, bir felsefeci olarak bu yazıyı yazmama vesile olan temel motivasyon, mücadelenin sahada bizi ister istemez yönelteceği tikel sorunlar içinde büyük resmi gözden kaçırmamamız gerektiğini tekrar hatırlatma ihtiyacıdır. Aksi takdirde verilen mücadelenin amacını unutup bütün iletişimi hukuki prosedürlerin başarıyla yerine getirilmesi meselesinde düğümlemek ve hatta adliye koridorlarında yapılan bir koşu yarışına dönüştürmek mümkündür. Bu ortamda kendini savunmaya çalışan akademisyenin düşmemesi gereken başlıca tuzak, ağaçlara bakmaktan ormanı görmemek olabilir. Bu mücadele süresince salt prosedürel / stratejik tartışmalardan en genel kavramların felsefi çözümlemesine kadar farklı genellik düzeylerini kat etmesi kaçınılmaz olacak barış akademisyenleri için Kant'ın bilgi sorununu ele almaya hazırlanırken söylediğine benzer bir ifadeye başvuracak olursak: Mücadele olmaksızın felsefe boş, felsefe olmaksızın ise mücadele kördür.

*Yrd. Doç, 689 no’lu KHK sonucunda, ikinci dalga barış imzacılarından olduğu için Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe bölümündeki görevinden uzaklaştırıldı.