Maksat hâsıl oldu: Erdoğan başkan

Nihayetinde ülke II'nci Cumhuriyet dönemine radikal bir rejim değişikliği ile sarsıntılı bir şekilde adım atmıştır. Bu sarsıntılı sürecin adı Türk tipi başkanlık sistemi ve bu süreç elbette ki birden bire olmadı. Yukarıdan hepimizin kafalarında kılıç gibi sallanan ancak nedense hepimizin bunu basit bir kukla seremonisi olarak görmeyi tercih ettiği sürede eğitim, ekonomi, siyaset, kültür alanlarında ve hatta uyuma saatlerimize karar verecek düzeyde kurumsallaşan bir tehlike büyüdü.

Google Haberlere Abone ol

Hatice Özhan*

Çağdaş sosyal bilimler felsefesi, toplumsal fenomenlerin anlamlarını ve aktörlerin niyetlerini belirlemek için dünün kavramlarıyla yetinmeyen zengin bir mecra. Melez bir yaklaşıma sahiptir çünkü günümüz dünyası çeşitlenerek çoğalan farklılıkların hakkıyla anlaşılması ve “ötekileştirme” hortumuna kapılmamaları için gerekli olan formülleri yaratan bir misyonu üstlenir. Bu yüzden de ürettiği yeni ve farklı bir terminoloji ile aktörlerin niyet bozukluklarından kaynaklanan sorunların çözümünde rol alır, insan ilişkilerinin sağlıklı bir düzeye ulaşması için çabalar. Bu yeni terminoloji ile ilgililere, kim/ler neyi neden, ne amaçla yapıyor gibi sorular sordurtarak, ilgilileri gerçekçi ve linguistik bir niyet okumasına götürür. Konumuz gereği maksatçılık kavramı çağdaş sosyal bilimler felsefesinin gündemine alarak geliştirdiği en önemli nimetlerinden biri bence. Merakımızı celbeden her konuda, konunun maksadına inme zahmetine girip o patikada “tehlikeli” yürüyüşlere girmiyor mu sanki herkes? Uğruna patikaları göze aldığımız Maksatçılık’ı güncelleyerek epistemolojik açıdan anlamaya çalışmak feylesofik bir doyum sunuyor ve şimdi o doyuma beraber ulaşalım derim.

Toplumsal fenomenlerin anlamlarını genişleterek belli bir neden üzerinden yayılması ve insan davranışlarına bir niyet üzerinden anlam kazandırması adına maksatçılık bir tasarım işi gibidir. Her tasarım işi nasıl ki bir süreç istiyorsa maksat edimi de, doğumu gerçekleşen her anlamın ve eylemin isimlendirilmesi sürecidir. Bu süreç bağlamında bakıldığında her davranışımızın bir maksat barındırdığı ve de nedensellik üzerine kurulu olduğu aksiyomu ile karşılaşımımız hem epistemolojik açıdan hem de tecrübelerimiz ışığında apaçıktır. Amaçsız olmayan her insan eylemi, yaşama mana kattığı için dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirdiğinden, maksatçılık edimine şükranlarımızı sunarız. Yoksa dünya boş küfe misali yuvarlanan bir objeden farksızdı. Anlama anlam katan bu optimist bakış açısının yanı sıra kötüye kullanılan maksatçılık ediminin bu içi dolu küfeyi zihnimizden düşürerek tuzla buz ettiği gerçeği de var. “insanlar âlemi”nin birbirinden farklı amaçlar barındıran aktörleri kadar sayısız maksat edimi söz konusudur. Maksat edimleri, ilgili aktörlerin rengini aldığından tekbenci ve atomcu bir toplum tasavvuruna yol açtığı gibi görecelilik ve bütüncülük eksenli bir toplum yapısının oluşumuna da yol açabilir. Mevcut her iki durum, aktörlerin “ mutluluk/haz” arayışlarına, niyetlerine göre vücud kazanan bir sürecin parçasıdır. Mutluluk arayışı eğer, dünyanın çokkültürlü yapısı dikkate alınarak, benlik ile öteki arasındaki ilişkiyi sorunlaştıran atomcu bir maksattan geliyorsa “eyvahlar olsun!” Tek mal varlığı sırt çantasından ibaret olan bir maceracının “mutluluk benim için dünyayı dolaşmak demektir” sözüyle taçlanan bir mutluluk mefhumu elbette ki çokkültürlü dünyamızın tanımlanması adına linguistik bir öneme ve karşılığa sahiptir Etnik, dinsel, cinsel, ırksal, sınıfsal, kültürel farklılıkların çeşitlenerek arttığı çokkültürlü dünyamızda bir maceracının mutluluk mefhumuna kattığı derinlik mi yoksa tüm farklılıkları tornasından geçiren tekbenci bir iktidar meczubu mu daha yeğdir? Fikirdaşlarımın "maceracı elbette ki" dediklerini duyar oluyorum. Çünkü onun “başqan” olmak gibi bir hayali, ağzından köpükler saçtırtan iktidar hırsıyla vücudunu ele geçiren nöbetleri, maksatları mümkündür ki hiç olmadı.

Bir stereotipi olan iktidar kavramının en fazla yer işgal ettiği siyaset mecrası ötekileştirilmenin yoğunca yaşandığı, ötekilerin iktidar meczuplarınca kovalandığı bu alan içerisinde maksatçılık denen genel felsefi anlam teorisini bir örnekle irdeleyelim.

Maksatçılık, ilgili aktörlerin niyetlerinin bir türeviyse eğer Jul Sezar’ın Rubicon seferi maksatçılığın doğasını daha iyi yorumlamamızı sağlayacaktır. Jul Sezar, Gnaeus Pompeius Magnus’u alt etmek üzere, İ.Ö 49 yılının 10 Ocak gecesi, bir alay askerle birlikte, yönetimi altındaki İtalya’dan ayıran küçük bir nehir olan Rubicon’u aştı. Sezar’ın bunu yapmaktaki maksadı neydi? Çünkü Roma, İ.Ö. 50'nci yılında büyük bir siyasal iktidarsızlık içerisindeydi. Pompey’le arasında yaşanan ve görünürde Pompey’e duyulan güvensizlik şeklinde yansıyan iktidar savaşında Senato etkisizleşmişti. Beraberinde de, Gual’deki görevi İ.Ö. 49 yılında dolan Sezar’ın Konsül olmasını istemeyen akıbetleri için konsülleri Pompey’e devleti Sezar’dan kurtarması çağrısında bulundular. Bu sürede ise daha öncesinden yayılan Sezar’ın Roma’ya yöneldiği yönündeki tevatürler Sezar’ın daha erkenden davranıp Pompey ordusunu henüz hazırlayamadan ona saldırmasıyla sonuçlandı. Ve Rubincon akıllıca geçilmiş olundu Sezar tarafından. Sezar’ın maksatçılığı Robincon’u Pompey’den önce geçerek önlenemez bir otokrata dönüşmesinin yolunun açılmasıydı. Sezar’ın maksatçı edimi, düşmanını gafil avlayarak iktidarını sağlamlaştırmaktı. Gelelim Türkiye’deki maksatçılık okumasına.

Jul Sezar’ınkinin bir benzeri siyaset arenasında yaşanmış ve nihayetinde ülke II'nci Cumhuriyet dönemine radikal bir rejim değişikliği ile sarsıntılı bir şekilde adım atmıştır. Bu sarsıntılı sürecin adı Türk tipi başkanlık sistemi ve bu süreç elbette ki birden bire olmadı. Yukarıdan hepimizin kafalarında kılıç gibi sallanan ancak nedense hepimizin bunu basit bir kukla seremonisi olarak görmeyi tercih ettiği sürede eğitim, ekonomi, siyaset, kültür alanlarında ve hatta uyuma saatlerimize karar verecek düzeyde kurumsallaşan bir tehlike büyüdü ve kılıç darbelerine maruz kalınan son tahlilde ise veryansın edilmeye başlandı. II. Abdülhamit’in ruhunu ülkeye geri getiren ruh çağırma seansları şeklindeki siyasal kurumsallaşma süreci baskı ve anti-demokratik yönetim politikaları ile sürüp giderken, bay “konsülleri” ise dokunulmazlıkların kaldırılması için heyecanlı bir mesainin içerisinde Kürt düşmanlıklarını perçinleme telaşındaydılar. “Konsüller” bir baktılar ki Erdoğan Rubicon’u aşmış ve maksat hâsıl olmuş. Ve bu noktada Erdoğan’ın maksatçılığını tek bir cümlede özetleyeceğim! Siz masalın Kırmızı Başlıklı Kız’ını oynarken ben o masalın kurduydum.

Yararlanılan kaynak:

Fay,B. (1996) “Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi”, s:201-311.

Ayrıntı Yayınevi Çev: İsmail Türkmen

*Sosyolog