Zeki Müren müziğinde Kierkegaardyen kesikler

Zeki Müren başat bir kurum olarak “dil”in, incelikle ve ihtimamla örülmüş bir “melankoli”nin ve aşkın, coşkun ve yine de alabildiğine yalın bir “erotizm”in müziğini yapmış olmasıyla, Kierkegaard’ya spekülatif şekilde yaklaşır.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Müziksiz bir yaşam, büyük bir hata olurdu! (Friedrich Nietzsche)

Felsefe ve müzik; gerek estetik, gerek erotik, gerekse de politik anlamda eşdevinimlidir. Diyelim ki, Spinoza felsefesi ve Bach müziği, Schopenhauer felsefesi ve Wagner müziği, Nietzsche felsefesi ve Bizet (ve elbette yine Wagner) müziği, Camus felsefesi ve Rachmaninoff müziği ya da hiç değilse Wittgenstein felsefesi ve Beethoven müziği; estetik tarihte birbirini bütünler. Yaşam pratiği içinde –ki aslında bu bir dehşet ânıdır−; ya “coşkun bir trajedi”de yâhût da “azgın bir sevinç”te yolları kesişen felsefenin ve müziğin, birbirinden bağımsız iki disiplin olduğunu düşünmek –en zarif ifadeyle− kötü bir tarih okurluğudur. Velev ki, müzik felsefenin engin ruhu, felsefe müziğin dirençli bedenidir. Bu hâlde ise, Descartes felsefesindeki “dualist çıkmaz” (ruh ve bedenin nasıl olup da birbirlerinin etki alanına girebildiklerine dair problem) müzik ve felsefe arasındaki ilişki için de geçerlidir: Örneğin on dokuzuncu asrın Kierkegaardyen felsefesi, nasıl olur da Zeki Müren müziğinde yeniden bedene gelir ve ilanihaye gençleşir? Soru buysa, Descartes şöyle dursun (ki her zaman için şöyle durmalıdır); biz Kierkegaard ile Zeki Müren müziğine ilişmeye başlayalım…

Faber est suae quisque fortunae…

Her ne kadar hemen bütün felsefelerin içinden müzik geçiyorsa da (örneğin Kant felsefesinden bile –en azından− Chopin’in Funeral March’ı duyulacaktır), Kierkegaard felsefesinden yükselen müzik –mecburen yine Descartes ifadesiyle− oldukça açık-seçik gibidir. On dokuzuncu asırdan yükselen bu “aşkın” müzik; bir yanıyla tedirgin ve erotik, bir yanıyla kaygılı ve melankolik, bir yanıyla sermest ve nostaljik ve hatta bir yanıyla da dik başlı ve politiktir. Özenle dikkat kesilmek gerekir ki; Kierkegaard felsefesindeki tüm bu temalar, daimî ve arı bir zarâfetle zühûr eder; bu noktada “dil” başat ve “kaygı” ise kritiktir – ne hoş, Kierkegaardyen olanın inceliği ve albenisi de buradadır. Öte taraftansa Kierkegaard felsefesine egemen olan “müzmin melankoli”, insanı aşağı çeken ve onu kölesi hâline getiren bayağı bir karamsarlıktan değil, incelikli ve âli bir yaratıcılıktan ve elbette poetik bir heyecandan ileri gelir. Öyle ki böylesi bir melankoli –bugün için dahi− bir Kierkegaardyeni zarâfet yoksunu hislere sevk etmez.

Ars est celare artem…

Gel gelelim; çok değil, yarım asır ve belki daha az zaman evvelinin Türkiye müziği (kimileri burayı “Eski Türkiye” diyerek aşağılayacak ve dahası şeytanlaştıracaktır – ki en hafif ifadeyle dehşetengiz bir yanılgıdır bu) felsefesi, kaygısı ve derdi olan bir müzik geleneğidir. Diyelim ki bu dönemde, Ruhi Su’dan Münir Nurettin’e, Barış Manço’dan Selda Bağcan’a, Ahmet Kaya’dan Kâzım Koyuncu’ya, Müzeyyen Senar’dan Cem Karaca’ya kadar; felsefe, müzik içredir. Lâkin tüm bu zarâfet ve vakâr içinde, Zeki Müren’e Kierkegaardyen bir parantez açmak da elzemdir: Zirâ Zeki Müren; başat bir kurum olarak “dil”in, incelikle ve ihtimamla örülmüş bir “melankoli”nin ve aşkın, coşkun ve yine de alabildiğine yalın bir “erotizm”in müziğini yapmış olmasıyla, Kierkegaard’ya spekülatif şekilde yaklaşır. Diyelim ki, Kierkegaard Regine Olsen için bir şarkı yapacak olsaydı (ve belki de hakikatte bir şeyler mırıldanmıştı), bu şarkı muhtemelen “Gitme Sana Muhtacım” olacaktı. Çünkü bu; hem saf bir kaygıyı besliyor, hem özdenetimli bir melankoliyi tetikliyor ve hem de derin bir erotizmi çağırıyor. Şarkının devamı ise şöyle diyor: “Beni öldür öyle git, yaşamak için senin sevgine muhtacım.” Bu da oldukça mânidar ve hayret uyandırıcıdır ki; Kierkegaard, Olsen’den ayrıldıktan sonra yaşam pratiğinden tümüyle vazgeçmiş ve adeta sokaklarda gezinen bir ruha dönüşerek yapayalnızlaşmıştır. Bu hâlde şüphe yok ki Kierkegaard, yaşamak için Olsen’in yüce (bu yücelik Kierkegaard’dan ileri gelir) sevgisine muhtaçtır…

bir gün elbette

zeki müreni seviceksiniz

(zeki müreni seviniz) (Arkadaş Zekâi Özger).

Pekâlâ Kierkegaard’yu ve Zeki Müren’i birbirine yaklaştıran; âh ki yalın dil, âh ki yüce erotizm, âh ki zarif melankoli ve âh ki derin kaygıdır. Tarih öylesi tik-taklara gebedir ki; belki “Bir Parça Felsefe”, kendi ruhu ile “Elbet Bir Gün” buluşacaktır. Belki “süpürün beni” diyen felsefe, asır sonra bir müzik esnasında küllerinden peydâh olacaktır. Ve belki de felsefeyi lânetlemiş inatçı Tanrı, yine belki asır sonra, müziğin engin coşkusuyla sakinleşecek, yumuşayacaktır. Belki evet, Zeki Müren bizi görecek ve Kierkegaard’nun hâlen sokaklarda gezinen gölgesi de şâd olacaktır…

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun…